Peygamber Efendimiz (sav.) ‘i sevdiğimizi her fırsatta dile getiriyor, O’nun ümmeti olduğumuzu ifade ediyoruz. Ne var ki O’nu sevmenin; O’na tabi olmak, hayatımızın her sahasında Efendimizin sünnetini tatbik etmek olduğunu unutuyoruz.
Bizler de Efendimiz (sav)’i tanıma ve tanıtma çabasında olacağımız bu özel sayımızda ülkemizin kıymetli âlimlerinden Enver BAYTAN, Emin SARAÇ, Ahmet YAŞAR Hocaefendilerle Sünnetin ehemmiyeti ve Peygamberimize ittiba hakkında birer mülâkat gerçekleştirdik. İlgi ile okuyacağınızı ümit ediyoruz.
O’na Tabi Olan Kurtulur
Enver BAYTAN Hocaefendi
Rasûlullah (s.a.v)’a ittiba meselesi Cenâb-ı Hak tarafından bütün insanlığa hitaben emir buyrulmuştur. Bakınız Âyet-i Celîle’de nasıl ifade ediliyor: “Habibim söyle! Ey insanlar, ben sizin topunuza birden Allah’ın rasûlüyüm, hiç şüphesiz Allah’ın elçisiyim.” (A’raf, 7/158) Bize ne anlatıyor bu Âyet-i Celîle? Bir kere insanların tamamı Efendimize iman etmek mecburiyetindedir. Burada hitap müminlere yahut husûsî bir memleket halkına değildir. Rasûlullah’a; dünyada ne kadar insan varsa hepsine peygamber olduğunu bildir diye emredilmiştir. O da peygamberliğini bildirmiştir.
Bakınız… Cenâb-ı Hak -azze ve celle- bizi niçin yaratmıştır? Zariyat Sûresinde bildiriliyor: “Ben; cinleri de insanları da ancak Beni tanıyıp Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) Peki ama; Cenâb-ı Hakk’ı tanımak, Cenâb-ı Hakk’a kulluk etmek, peygamber olmadan mümkün müdür. Değildir. Cenâb-ı Hakk’ı vasıflarıyla beraber tanıtacak bir peygambere ihtiyaç vardır. Bu gönderilen peygambere sadece iman ettim demekle yetinilmez imanın gereği olan amele de ihtiyaç vardır. Peygamber-i Zîşân Efendimiz (s.a.v) bütün insanlığa hem Cenâb-ı Hakk’ı vasıflarıyla tanıttı hem de nasıl amel edileceği, O’na nasıl kulluk edileceğini öğretti.
Bunları öğretti… Peki, kim öğrendi? Mesele burada. İnsanların tamamı öğrendi mi? Hayır efendim. İnsanların bazısı öğrendi.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz tebliğ emrini alıp da ilk olarak “Ey insanlar! Allah’tan başka ibadete layık ma’bud yoktur.” deyince çevresindeki insanlar kulak kabarttılar. “Yani bir Allah mı olacak, putlar ne olacak?” başladılar hesap yapmaya. Bir kısmı karşı çıkmaya başladı. Bir kısmı da imanla şereflendi. Ama düşmanlık başladı, hakaretler başladı.
Peygamber-i Zişan Efendimiz bir gün, inanmayanları belli bir mekâna davet etti. Geldiler toplandılar.
- Beni tanıyorsunuz.
- Tanıyoruz.
- Yalan söylediğimi hiç gördünüz mü?
- Hayır. Sana Muhammedu’l Emîn diyoruz biz. Senden ne yalan görünür ne başka bir kötülük olur. Seni yakından tanıyoruz.
- Ne söylersem doğru söylemiş olur muyum?
- Şu tepenin arkasında düşman var dersem buna siz inanır mısınız? İnanırız.
- Öyleyse Allah’tan başka yaratıcı yoktur ibadete layık ma’bud yoktur. Putların bir faydası olmaz. Gelin bir tek Allah ibadet edin.
İşte peygamberimizin bu sözüyle saflar belli olmaya başladı. Başta Ebu Leheb ne dedi biliyor musunuz? “Tebben lek… Yuh sana… Bunun için mi çağırdın bizi buraya.” Daha önce doğrusun, tamamdır, diyorlar, Allah’tan başka yaratıcı yoktur denince yuh sana demeye başlıyorlar.
Buradaki hikmet nedir, o hikmeti biz bilemeyiz. Yalnız şu var Cenâb-ı Hak insanlar yaratılmadan cenneti de cehennemi de yaratmış. Kabul edenler cennete gitmeyi hak ediyor, kabul etmeyenler de cehenneme gitmeyi. Rabbimizin saltanatına akıl sır ermez.
Efendim, Peygamber-i Zîşân sallâllahu aleyhi ve sellem Efendimiz bütün insanlığa rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmeti oldu mu? Oldu. Çok geniş manada oldu. Ne vahşetler ortadan kalktı. Başta kendi memleketindeki insanlar. Diri diri çocuklarını gömüyorlardı. Birbirlerini soyuyorlardı. Öldürüyorlardı haksız yere. Soygun, faizcilik almış yürümüştü. Kimse kimseden rahat edemiyordu. Rahatsız oluyordu herkes. Gece evinde rahat yatamıyor, uyuyamıyordu kimse. İnsanlık onların içinde değil, civarından bile firar etmiş. Rasûlullah böyle bir muhite gönderilmiş. O gelince ne değişmiş? Aynı insanlar sineği bile incitmeyecek hale gelmiş. Bakmış, kalemine sinek konmuş gıdalanıyor. Bekliyor gıdasını alsında uçsun diye. Hâlbuki aynı insan diri diri kız çocuğunu gömüyordu. Kız çocuğu ki kendi çocuğu. Peki, anladıkta bu ruh, bu medeniyet bunlara nereden geldi? Bu adalet hangi sayede yerleşti. El-Cevap: Kur’an sayesinde, gelen Âyet-i Celîleler, Sûre-i Celîleler sayesinde…
Buradan, bugün için oldukça mühim olan bir mevzuya, uyma meselesine gelelim. Bu dünyanın tamamında kim kime uyacak? Yeryüzünün örnek insanı mümin midir, kâfir midir? Yahut diğer ifadeyle Müslüman mıdır gayri Müslim midir? El cevap Müslümandır. Örnek insanı Müslümandır. Ahlak sahibi olan Müslümandır. Medeni olan insan Müslümandır. Gayri Müslimler de medeniyet olur mu, olmaz, niye kitabı mani. Vahşeti emrediyor zulmü emrediyor. Kitabı böyle. Onun için Medeniyet İslam’da, Müslüman’da, vahşet ve zulüm gayr-i müslimdedir. Tarih hep buna şahittir.
Mesela gayrimüslimden idareci olur mu Müslümanların başına. Olmaz. Caiz değildir aslında. Peki, öyleyse koca dünyayı nasıl düşünmek lazım. Dünyayı şöyle düşüneceğiz. Ya Müslümanlar tamamen dünya idaresini ellerine alırlar. Ve Dünyayı idare ederler hem Hıristiyanlar rahat eder hem Müslümanlar rahat eder. Niçin, kendilerine gelen kitap adalet kitabıdır. Onun için böyle bir çare var.
Bu olamıyorsa bütün insanlar iman ederler. O zaman zaten hep kardeş olurlar din kardeşi. Kimse kimseye zulmedemez. Ama Hıristiyanlar hâkim olursa niye böyle olmaz adalet olmaz. Onların elindeki bugün uydurarak yazdıkları kitap zulüm kitabıdır. Adalet kitabı değildir.
Hal-i hazırda dikkat buyrulursa Peygamber-i Zişan efendimiz zamanında mesela Peygamber Efendimize uyanlar uydu. Ahlakı düzeldi medeni oldular. Peki, o devre ne deniyordu cehalet devri, vahşet devri deniliyordu. Peygamberimize uyanlar vahşetten kurtuldu ilim yolunu tuttular. Çünkü ilk gelen Âyet-i Celîle “Oku!”, öyle gelmiş ve okudular, okuma yazmayı öğrendiler peygamberden de yetişmeye başladılar. Ve ilme uydular. Hem cehaletten kurtuldular hem vahşetten kurtuldular. O zaman onlar faiz alıp vermediler, tevbe ettiler ona. İçki içmediler, tevbe ettiler. İnsan öldürmediler, tevbe ettiler.
Şimdi efendim, insan iman etmeyince vahşetten kurtulabilir mi? Kurtulamaz. Kurtulamadılar. Günümüze kadar vahşetle zulmeti, cehaleti devam ettiren gayr-i müslimlerdir. Müslümanlar değildir. Yahut da gayr-i müslim kafasını taşıyan adı Müslüman olanlar, bunlar da onlara benzer ne de olsa. Onlar devam ettirdiler bu kötülükleri. Hiçbir zaman Kitaba uygun yolda, mümin olan, Müslüman olan kimseler diğerlerine zarar vermemişlerdir. Tarih ortada tetkik etsinler.
Mesela şimdi biz İstanbul’dayız. Sultan Fatih ordusuyla ve fevkalade bir kudretle Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği kudretle şu İstanbul şehrine girdiğinde ilk işi ne oldu. Şükür secdesine kapandı. İlk işi secdeye varmak oldu. Allah’a hamd u senâlar olsun cümlesini kullandı. Askerini tebrik etti. Peygamber müjdesine nâil oldunuz buyurdu. Ve şöyle hitap etti:
Hiçbir binanın bir tek tuğlasını çekmeyeceksiniz. Kendi halinde olan mesela yaşlılar veya kiliselerde kendi ayini ile meşgul olan kimselerin hiç birine dokunmayacaksınız talimatını verdi.
Öyleyse devrimizin insanları, eğer kurtulmak istiyorlarsa, insan insanın kasabı olmasın, insan insanı öldürmesin bunu istiyorlarsa, o zaman bunun bir çaresi var: Son peygambere iman. O zaman sıkıntı kalmaz. Hem iman eden kurtulur. Hem de daha önce mümin olan onun zararından kurtulur.
Saadet Ancak O’na Tabi Olmakla Mümkündür
Emin SARAÇ Hocaefendi
Rasûlullah – sallallahu aleyhi ve sellem – Efendimiz Rabbimizin biz kullarına en büyük lütfudur. Onsuz hiçbir şey olamaz. Rasûlullah Efendimizden bir lahza olsun ayrılmak bize dalaletin ta kendisidir. O (s.a.v)’nun; sözleri, fiilleri, her şeyi bizim için meşaleyi ilâhiye-i nûr-u sübhâniyedir. Allah Teala bizi bu nûr-u sübhâniyeden mahrum eylemesin. Habîbinin şefaatine nâil eylesin.
Bizi çok seven ve bize en güzel şeyleri öğreten, bize saadetler bahşeden o güzel peygamberimize, o müşfik peygamberimize iman edip onun sözlerine ittiba etmek O’nun getirdiği sünnetini yaşayarak yeni nesillere aktarmak, evlatlarımıza öğretmek, komşularımıza, sevdiklerimize öğretmek bizim için en büyük vazifedir tabiî ki.
Ashab-ı Kiram – radıyallahu anhüm – Rasûlullah Efendimize muhabbeti kendi nafislerinin, ailelerinin önüne taşımışlardı. Hepimiz bu kıvama gelebilmeliyiz. Bakın Allah Teala Efendimiz vasıtasıyla insanlığa neyi ilan ettiriyor: “(Ey Habibim!) De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olacaksınız.” (Âl-i İmrân, 3/31) Ancak Rasûlullah Efendimiz’e tabi olduğumuz takdirde esas maksut ve gaye olan Allah’ın sevgisi tahakkuk eder. İnsan hakikî mümin ve müttakî vasıflarına ancak o zaman sahip olabilir, ancak o zaman Allah’ın emirlerini elimden geldiğince yerine getiriyorum diyebilir. Yani bir kimse Rasûlullah’ın sünnetini reddedecek de sonra ben ubudiyet içindeyim diyecek, hayır, böyle bir şey olamaz. Sünneti kabul etmeyen kimseleri Allah da kabul etmez, bu şüphe götürmez biz hakikattir.
Bizim için tek yol Rasûlullah Efendimize ittiba edip onun öğrettiği gibi ibadet etmektir. Az evvel de dediğimiz gibi Rasûlullah Efendimizin dediklerini yaptığımız takdirde Allah bizi sevmiştir.
Ben sofraya oturduğum zaman “Bismillah” diyeceğim, sağ elimi uzatacağım önümden yiyeceğim. Niye; Rasûlullah Efendimiz’in talimatıdır bu. Her işimizde böyle. Küçük büyük işlerimizde, hepsinde böyle. Basit değil, her şeyin en mükemmeli O’nun yaptığıdır. Saadet ancak O’na tabi olmakla mümkündür. Zaten bir insan ne kadar iddia ederse etsin, Rasûlullah’tan gelen haberler, hadis-i şerifler olmazsa namaz da kılamayız oruç da tutamayız. Kur’an’ın esas tefsiri Rasûlullah’ın sünnetleriyle anlaşılmıştır.
Efendim; O’nu bizim gibi âciz insanların anlatmasının gayr-i kâbil olduğunu bilelim. O aczimizi bilirsek bize yeter. Zira, O Allah’ın övdüğü kimsedir. “Ve inneke le ala hulukın azim” (Hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin. Kalem, 68/4) “Ve ma erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn” ((Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. Enbiya, 21/107) Bu iki vasıf Rasûlullah Efendimiz içindir ki en yüksek vasıflardır. Hiçbir peygambere nasip olmamıştır. Yalnız peygamberimizindir bu nasip.
Efendim binaenaleyh biz Rasûlullah Efendimiz’e bu kadar perişanlıktan sonra biraz tekarrüb etmeye gayret etsek O’nun bize şefkat ve merhameti bizimkiyle mukayese edilmeyecek kadar büyüktür. Biz o zaman Rasûlullah Efendimiz’in sayesinde büyük bir saadete ereriz. Günümüzde O’nun yolunu takip etmek ondan hissedar olmaktan başka çaremiz kalmamıştır. Dualarımızın kabulü de zaten onun namına salât ü selam getirmekle olmuyor mu?
Tekrar edelim, bugünkü musibetlerden kurtulmanın çaresi Rasûlullah Efendimiz’e tekrar dönmekle olur. Rasûlullah Efendimiz’in her şeyi bizim için rahmettir, mağfirettir, berekettir. O’nun ameliyle amel etmemiz O’nun güzel ahlakıyla, o mümtaz, müstesna ahlakıyla ahlâklanmak bunlar ne büyük huzur ve saadet vesilesidir.
Rasûlullah Efendimiz’e dönmek yani İslamî hayatı yaşamak hususunda birinci olarak yapacağımız iş ilmihalimizi bilmektir. Evvela farz ibadetlere dikkat etmeliyiz. Öncelikle şahsımıza daha sonra mesulü olduğumuz aile eframıza bu hakikatleri çok çok hatırlatmalıyız. Bunları ihmal ediyoruz. Mesela, günümüzde maalesef Müslüman ailelerin kızlarının kılık kıyafeti bugün için yürek yakacak bir hadisedir. Âyet-i Kerime ile sabit olan bir başörtüsü hükmü basit görülmeye başladı. Bu asla olamaz. Peygamberimizin ümmeti olsun da tesettüre gereken önem verilmesin bu mümkün değildir. Bunları basite almak doğru olmaz. Asla ve kat’a olmaz. Tesettüre gösterilmeyen önem neticesi evlerimiz yanıyor. Huzur kalmıyor. Unutmayalım, ruhumuz ibadetten zevklenir. İsyanın olduğu yerde huzursuzluk olur. Hem kendimiz huzursuz oluruz hem de etrafımızı huzursuz ederiz.
Eskiden evlerde Muhammediye kitabı okunurdu. Efendimizin hayatını anlatan ondan bahseden kitaplar artık okunmuyor.
Maalesef öyle günlere kaldık ki; geçen birisi bir kitab aldı geldi. Bu nedir, dedim. Bilmiyorum, dedi. Çöpe atmışlar orada buldum aldım geldim, dedi. Bir de baktım Muhammediye. Ahh, dedim. Ne günlere kaldık. Bu kitapların çıkarıldığı evlerde huzur mu olur. Saadet mi olur. Hal böyle iken hala gâfilâne davranmamız eslafımızın yolunu unutmamız bizim akıbetimizi köreltiyor. Derdimiz çok.
O’nun Bütün Hayatı Mucizedir
Ahmet Yaşar Hocaefendi
Bir insan bir varlığı sevecekse onu tanımaya ihtiyacı vardır. Bir insana tabi olacaksa muhakkak o insanı tanımaya ihtiyacı vardır. Tanımayınca onu sevemez. Sevmeyince de ona ittiba edemez.
Bir insanı sevmek için onun hareketlerini bilmek gerekir. Onu takdir etmek için araştırma yapmak gerekir. Bir insanın hareketlerinden hoşlanmadan onu sevemezsin. Bu sebeple evvela Peygamber Efendimizi iyi tanımaya gayret etmeliyiz.
İttiba onu tanımamıza bağlıdır. Peygamberimizin bazı mucizelerini anlatırlar. Rasûl-i Ekrem’in hayatında mucize olmayan ne var? Bakınız, Rasûl-i Ekrem Efendimizin her hali, hayatının bütün hepsi bir mucizedir. Rasûlullah’ın hayatını araştırın; hep aklın ötesinde, beşerin gücünün ötesindedir. Dolayısıyla mucizedir. Kitaplar hep başkalarından nakille geliyor. Aciz insan muktediri tam tanıtamaz. Tarih kitapları eksik bu noktada. Herkes kendi seviyesi kadar tanıtabilir. Nasıl tanıtalım ki! Peygamberimizin hayatı mu’ciz biz ise âciz. Âciz olan mu’cizi nasıl tanıtsın.
Bir şeyi düşünelim: Efendimiz emanetine ne kadar riayet ederdi. En dikkat çeken meselelerdendir. Peygamberimiz Emin ismini kazanmış. O devrin o zalim topluluğu içerisinde yaşayan bir peygamber Emin ismini kazanmış. Eşyalarını ona teslim ediyor müşrikler. En zor iş düşmana karşı emniyeti sağlamaktır. Alt tabaka seviyesinde değil. En zalimlerinin seviyesinde bu emniyet kazanılmış. Hicret edeceği zaman Hz. Ali’yi yatağına yatırıyor. Emanetlerin anahtarını ona veriyor. Hz. Ali’yi, canı seviyesindeki o insanı, ölümle karşı karşıya bırakıyor emanetler sebebiyle. Maddi yönüyle düşündüğümüzde bakalım bu beşer aklının ötesinde değil mi. Mu’ciz değil mi bu. Bu sebeple Peygamberimize ittiba ilk başta emaneti yerine getirmektir.
Emanetin iki yönü var. Allah’tan teslim almış olduğu bir tebliğ emaneti var. Bunda hiç eksiklik yapmış mı? Müşriklerin emanetini yerine getirmek için nasıl ki Hz. Ali’nin canını ortaya koymuşsa O da Allah’tan aldığı tebliğ emanetini yerine getirmek için her şeyini ortaya koymamış mı? Tabiî ki tebliğ görevini yerine getirmek için, ilk günden itibaren hayatının sonuna kadar beşeri gücün ötesinde çalıştığını akıl, ilim ispat ediyor. Sadece devrinin insanlarına değil kıyamet sabahına kadar insanlığa maddi ve manevi hayatlarında ne lüzumlu ise bunları insanlara duyurmak için her şeyiyle eksiksiz olarak çalışmış; mal, mülk, makam demeden tebliğ vazifesini yerine getirmiş. Eğer böyle olmasaydı İslâm dini yeryüzünde tamamen olduğu gibi yerleşmezdi.
Her sözü bir mucize, her hareketi bir mucize. Mesela sadık oluşunu alalım. Müşrikler ona bir isim verip onu küçük düşürmek istiyorlar. Ne isim vereceklerini bulamadılar. Çünkü Sadık ismini, Emin ismini Efendimiz (s.a.v)’e onlar vermişti. Yalancı diyemediler. Dünyaya gelişi ve ayrılışı arasında sadakate mani bir hal bulunmaz. Dünyada bir mislini daha arayın bakalım, bulamazsınız. Demek ki o da bir mucize.
Bir milleti değil, bir asrı kâinatı bütünüyle susturan bir peygamber. Kâinata rahmet olarak o gönderildi. Her peygamber bölgesel gönderildi. Onların güzel vasıfları bölgesinde sınırlıdır. Ama ahir zaman peygamberi “Rahmeten lil âlemin”dir. Ne kadar âlemler varsa hepsine rahmet için. Emanet yarışmasını, tebliğ yarışmasını, kulluk yarışmasını ne varsa hepsini kazanan bir peygamber. Onun için sünneti küçümseyemezsin. Cenab-ı Hakk O’na “Muhakkak ki Sen en yüce ahlâk üzeresin” (Kalem 68/4)buyuruyor.
Bizim Peygamberimizi kendi arayışımızla takdir etmemiz asla mümkün olamadığı için Allah bize O’nu nasıl tanıtmışsa, O’nu ancak o kadar tanıyabiliriz. Demek ki; O’nu tanıyabilmek için Kur’an-ı Kerim’e müracaat etmeye ihtiyacımız var. Kur’an-ı Kerim’in dışında Peygamber Efendimizi tanımak istersek, tanıtmak istersek yanılmışız demektir
Kur’an’ı tanımak da kolay bir şey değil. Kelamullah çünkü. Ama onunla biz Rasûlullah (s.a.v)’ı tanıyacağız, Peygamberimizle de Kitabı öğreneceğiz. Bunlar birbirlerinden ayrılmazlar. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatı da Kur’an-ı Kerim’di. Efendimiz (s.a.v)’in vefatından sonra Hz. Ayşe annemize geldiler Rasûlullah’ın hayatından bize bir şeyler anlatır mısın, dediler. “Bana ne soruyorsunuz, onun ahlâkı Kuran idi” dedi. Allah neyi emrettiyse onu yapar, neyi yasakladıysa terk ederdi. Elhamdülillah onun hayatı elimizde.
Kuran-ı Kerim de onun mucizesidir. Peygamberimizin döneminde yarışmalar şiir sahasında yapılırmış. O dönemin yarışması topu öteye beriye atmak değilmiş, akıllı imişler. En azından ilme değer veriliyor. En çok ilme değer veren Mekke toplumu. Ne yaparlarmış. Kâbe kapısında bir levhaları varmış, herkes gelir orada bir şiir yazar ondan sonra gelir başkası onun altına yazar. Eğer alttaki daha güzelse o üste alınır daha güzeli gelene kadar en üstte dururdu. İmra-ul Kays’ın şiirini 300 sene Kâbe’nin kapısında kimse aşağıya alamadı. Geldi Kuran-ı Kerim… Ne zaman ki Necm Suresi okunuyor, müşrikler kendilerinden geçiyor… Diyorlar ki ayıptır, gidelim bunu buradan kaldıralım. Şimdi onu Kur’an’ın karşısına getirirlerse mağlup olacaklarını biliyorlar. Bu mesele gündeme gelmeden hemen kaldırıyorlar.
Kur’an-ı Kerim mucize olduğu için dünya o gün onunla mücadeleye başladı. Belagat, fesahat hangi dalda karşısına dikildilerse ağızları mühürlenmiş gibi susup gitmekten başka bir yol bulamamışlardır. Onun için ilmi mücadele ile bu işin olmayacağını görünce savaş kapısını açtılar, kılıca sarıldılar. Rasûl-i Ekrem’in cephedeki savaşları da hep mucize değil mi?
Hangisine bakarsanız bakın. Saysak bitiremeyiz. Tek bir insan iken aynı düşüncenin dünyaya hâkimiyeti bir mucize değil mi. Orada silaha sarılanlar perişan olunca ne yaptılar baktılar ki tek çare bunların elinden Kur’an-ı Kerim’i almak. 1300 senedir bu niyetle çalışan topluluk mücadelesini sürdürüyor.
Onun için Peygamber Efendimizi tanımak için her sahada onu tanımamız gerekiyor. Birisi kalksın desin ki şu mucize değil. Konuşması, hareketleri, insanlarla teşriki mesaisi, iktisadı… Medine’ye hicret ediliyor. Medine’de kurulan bu devlet 15 senede Medine’de zekât verilecek kimse bırakmıyor. O mucize değil de bugünün dilenecek hale gelen memurlarının hayatı mı mucize! Tabi ki Allah onun hayatını her sahada mucize kılıyor. O yüzden beşeri aciz bırakan bir şeye tabi olmak, boyun eğmek yerine onun dışına gidince bir felakete doğru gidiliyor demektir.
O’nun hayatına ittiba Kur’an’ı hayata hâkim kılmaktır. O’nun hayatına uymamaksa Kuran’ı hayatın dışında bırakmaktır. Bu yüzden ehl-i ilim ne diyor: Küfür ve şirkten sonra en büyük günah bidattir. Rasûlullah’ın sünneti dışında yaşamaktır. Bu, günah-ı kebâirlerden evvel sayılmıştır. Çünkü sünnetin dışı bütün insanlığı felakete sürükler. Bir insan günah-ı kebâir işlerse kendine ait bir ferdi günah var. Ama sünnet hayatı dışında bir şey yerleşirse bütün insanlık felakete gidiyor. Basit bir örnek verirsek, bir insanın motor imal ettiğini düşünün. Ama motorun parçalarından birini yerine koymazsa o motor çalışır mı? Veya başka bir motorun parçasını o da motor bu da motor diyerek, ona getirip takarsa hepsi mahvolmaz mı?
Sünnet hayatının dışındaki dünyayı düşünün, Sünnet hayatı başladıktan sonraki İslam hayatını bir düşünün, sonra da Sünnet hayatından ayrıldıktan sonraki dünya hayatını bir düşünün. Ne başka bir şey sormaya ihtiyacınız kalır ne de başkalarının size bir şey anlatmasına ihtiyacınız kalır.
Onun için Peygamberimiz de “Ümmetim fesada gittiğinde benim sünnetimden birine yapışana Allah yüz şehid sevabı verir.” buyurmuştur. Sünnet hayatı insanlığa hayat veriyor. İffet, namus, vicdan, din hürriyet onunla yaşanıyor. Sünnet hayatına uygun günlere bir bakalım bir de sünnet hayatından ayrıldıktan sonraki günlere bakın.
Rasûlullah’a ittibada evvela nerden başlayacağız. Allah emrediyor. Allah’ı seviyorsan Rasûlullah’a ittiba edeceksin. Dikkat edelim. Başkasına değil Rasûlullah’a ittiba edilecek. İnsanlar burada kaybediyor. Çok defa ibadet zannettikleri şeylerde isyan seviyesine geliyorlar. Tevhid akidesi sarsılıyor. Birlik beraberlik aradan kalkıyor. Peygamberi tanıtmayı, Allah’ı tanıtmayı bırakıyor insanlar. Bir bidat başlıyor, insan tanıtmaya başlıyorlar. Biri birini metheder dururlar. Biz yeryüzüne Allah’ı ve peygamberini tanımaya geldik. Ahmet’i Mehmet’i tanımaya gelmedik ya. Dünya Ahmetlerle Mehmetlerle dolu. Paramparça olmuş gitmiş insanlık. Bir araya gelseler Kuran ve sünnette birleşmeleri gerekir.
Birisi kalkar bir adamı metheder. Zanneder ki şeyhi büyük adam oldu mu kendisi de büyük olacak. En büyük Allahtır. O’na kul ol da en büyük kul ol da! Allahın azametinden başka Allahın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v) var. Tanı onu, Ona tabi ol. Onu öğrenememiş toplum. O yüzden de sapıklık her gün artıp gidiyor. Bu felaket büyüyüp giderken gerçek müminin Rasûl-i Ekrem Efendimizi tanıyıp sünnet hayatına dönmesi gerekir. Tabi ki o tevhid akidesidir. Birlik beraberlik oradadır. Başka kurtuluş yolu yoktur.
Mülâkat: Abdurrahman KAYA – Murat USTAKURT