İçeriğe geç
Anasayfa » Enver BAYTAN Hocaefendi ile KUR’ÂN-I KERÎM üzerine… (Mülâkat)

Enver BAYTAN Hocaefendi ile KUR’ÂN-I KERÎM üzerine… (Mülâkat)

– Muhterem Hocam, bir ilahî kelâm olması itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in hususiyetleri nelerdir?

Eûzü billâhi mineş’şeytânir’racîm, Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülil-lâhi Rabbilâlemîn ves’salâtü ves’selâmu alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, Allah (c.c) tarafından, peygamberlik halkasının sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz vasıtasıyla bu dünya dershanesine gönderilmiş en son ilâhî kitaptır. Okunmasının fazileti yüksektir. İnsan bunu tam manasıyla, hakkıyla ne derece takdir edebilir, pek kolay bir şey değil tabi ki. Zira bir şeyin kıymetini bilmek, ona göre seviye ister. Ona göre anlayış, ona göre iman, ince noktalara ona göre dikkat etmek gerektirir.

Sizin En Hayırlınız…

Kur’ân-ı Azîmüşşân, her mümin için hem kendine hem başkalarına hayırlı olmak için öğrenilir, öğretilir. Bunu gösteren hadîs-i şerîf şudur; “Sizin en hayırlınız Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı öğrenen ve onu başkalarına öğreten kimsedir.” Mü’min, bir yandan talebedir; bir yandan da muallimdir. Kaç yaşında olursa olsun, fark etmez. Dinimize göre ilim, beşikten başlar, mezara kadar tahsili devam eder. Bir yandan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı güzelce öğrenmeye çalışacak, ehlinden öğrenecek; diğer yandan da ehil olduğu kadar, öğrenebildiği kadar Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı başkasına da öğretecek. Böyle bir kitaptır Kur’ân.

Bu dünya da bir dershanedir hakikatte. Bu dershanedeki bütün kitapların reisi Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır. Diğer bütün kitaplar Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın emrinde okunursa hayırlı olur, zikri geçen hadîs-i şerîfin müjdesine dâhil olur. Kur’an-ı Kerim’in emrinde okunmazsa, kendi yoluna, kendi anlayışına göre diğer kitapları okursa insan hiç şüphesiz Kur’ân’ın emrinde okuyan gibi hayırlı olamaz. Kendisi de olamaz ilmi de olamaz. Bir doktor düşününüz… Bir yandan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okuyor,  onu güzelce öğreniyor bir yandan da okulunda tıbba dair kitapları, okuyacağı kitapları, hepsini ilk olarak başladığı Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın emrinde okuyor. Onun doktorluğu hayırlı olur mu? Olur elbette. Başkasının uzvunu ne kendisi çalar, ne çalıp getiren kimsenin getirdiğini alır, para kazanacağım diye. Şimdi bazı doktorlar hırsızlama alınmış bir takım insan uzuvlarını, insanın kalbi, gözü gibi uzuvları alıp başkasına naklediyorlar değil mi? Neymiş, para kazanacağım diye. Hâlbuki Kur’ân-ı Azîmüşşân’a uygun değil. Uygun olması için öyle bir şeyi yapmaması lazım. Hasta geldiği zaman, doktorun ilk düşüneceği şey, hastaya zararlı olmamaktır; faydalı olmak değil, hastaya zararlı olmamak. Anlamamışsa, hastalığın teşhisini yapamamışsa, ona diyecek ki “Ben senin hastalığını tam anlayamadım, sen git, filan doktora kendini göster. Senin hastalığını o benden daha iyi anlar.” deyip gönderecek. İllâ da para kazanacağım diye tabâbet ücreti almayacak. Çünkü ona faydası olmadı. Yine bu şekilde Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın emrinde yetişen mühendis çürük bina yapmaz, hırsızlık yapmaz; demirini, çimentosunu çalmaz. Gereken manada, yerli yerinde bunları kullanır. Yaptığı bina da kolay kolay çökmez. Kimsenin canına kıymaya da sebep olmaz. Yani dünyadaki bütün insanlar bunu böyle bilmek mecburiyetindedir. Sadece bize gelen bir kitap değildir ki bu, insanlığın tamamına gelmiştir.

Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı Ezberlemek.

Ümmetin en şereflilerinden olmak için yapılması gereken bir husus da Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı ezberlemektir. Bu hususu, Rasûl-i Zîşân Efendimiz’in (s.a.v) buyurduğu şu hadîs-i şerîften öğreniyoruz: “Ümmetimin en şereflileri Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı yüklenenler, yani ezberleyenler, bir de gece namazına kalkanlardır.”

Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı herkes baştan sona ezberleyebilir mi? Ezberleyemez. Herkesin vakti de bir değildir, zekâsı da. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı ezberleyenler araştırılmış, hepsi zekî, keskin zekâlılar… Bazıları bırakır, biraz ezberler yarıda kalır. Duraklar, tamamlayamaz öylece orada kalır. Bazıları da her gün üzerine düşen kısmı ezberleyerek tamamlar, şerefin tamamına erer. Buna hâfız-ı Kelâmullâh, Allah kelâmının hâfızı (ezberleyip koruyanı) denir. Bu yolda çalışan hocaefendiler vardır, kendileri hem hâfız olmuşlardır hem de başkalarını hâfız yapmak için çalışmışlardır. Bunlardan birisi Gönenli Hocaefendi mesela, Allah rahmet eylesin. Çok kimsenin hafız olmasına sebep olmuştur. Onlara Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın mehâric-i hurûf vesaire gibi gerekenlerini öğretmiştir. Bir yandan hâfızlığını bitirmişler bir yandan da Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı tecvîd üzere, aynı zamanda talim üzere nasıl okunur, bunları da Hocaefendiden öğrenmişlerdir. Artık kaç bin talebesi var onu bilemiyorum. Kendisi yetiştiremiyorsa güvendiği kimseye, “Sen, şunu şunu, buna okut, öğret.” der bu şekilde havale eder, onu derssiz bırakmazdı. Maddeten de yardımda bulunurdu. Biri de biz olduk. Her gün bize 30 kuruş yevmiye verirdi. İstanbul’da onunla biz bir gün geçinirdik. Yardımından çok faydalandık. Daha o yolda olan herkesi saymak mümkün değil. Hocaefendiler, hâlâ hayatta olanlar da var, bunlar hayırlı, şerefli bir iş yapıyorlar. Hem hayırlı olmuşlar, şerefli olmuşlar hem de hayırlıları da şerefli olanları da yetiştiriyorlar.

Kur’ân-ı Kerîm’i Okumak İbadettir.

Kur’ân-ı Azîmüşşân ibadet olarak okunur. Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v) bunu şöyle haber veriyor: “Ümmetimin en makbul ibadeti Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okumaktır.” Başta namaz kılarken okumak. Mesela bir kimse namaz kılarken Kur’ân-ı Azîmüşşân’dan bir miktar okumazsa namazı olur mu? Olmaz. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okuyacak.

Kur’ân-ı Kerim’i rastgele okumak değil tabi ki maksat. Onu okumakta üç mertebe vardır. Son zamanlarda hele terâvîh namazlarında bu mertebelere riâyet etmeyenler oluyor. Nedir bu üç mertebe?

Evvelâ, tertîl mertebesi. Her harfin hakkını vererek ve durulacak yerlerde durarak, ağır okumaktır. Mesela namaz kılındıktan sonra mihrapta hoca vardır, geriye dönmüştür cemaate karşı, tesbihler çekiliyor, duası yapılıyor. Dua bittikten sonra hemen eûzü besmeleyi çekiyor, mesela yatsı namazında “Âmerrasûlü…” diye başlıyor aşr-ı şerîf okuyor değil mi? İşte bu en ağır okunuş orada kullanılıyor. Harflerini sayabilirsiniz. Her harfin hakkını vererek, durulacak yerlerde durarak ağır okumak. Tertîl mertebesi budur. Biri harfleri saymaya kalksa sayabilir, kelimeleri saymaya kalksa sayabilir.

Bir de tedvîr mertebesi vardır, bu da orta okuyuştur. Bu kıraat nerede kullanılır? Daha çok terâvîh namazını kılarken orta okuyuş kullanılır. Mesela yatsı namazının farzını kıldırırken ağır okuyuş kullanılır. Ama terâvîh gibi uzun namazda orta okuyuş kullanılır.

Bir de (üçüncü olarak) hadr mertebesi vardır. Hızlı okumaktır. Hızlı okumak deyince, bazılarının zannettiği gibi hemen, eûzü besmeleyi çekip de bir nefeste hem Fâtiha’yı hem de zamm-ı sûreyi okuyuvermek değildir. Kıraat biraz hızlı olabilir ama harfler, kelimeler birbirine karışır halde olmamalıdır.

Hz. Ömer (r.a) Efendimiz’in tertîl ayetinde şu sözü kaydediliyor, Keşşâf tefsîrinde. Şöyle buyurmuş: “Ata binmenin ve yola gitmenin en şerlisi, atı ter içerisinde bırakacak kadar hızlı sürmektir. Kıraatin de en şerlisi, harfler, kelimeler birbirine karışır vaziyette hızlı okumaktır.” Bu ne demek oluyor? Üç mertebede Kur’ân-ı Azîmüşşân okunur, öyle 4. bir mertebeye hiçbir zaman geçilmez. Ne aşr-ı şerîfte geçilir, ne farzı kıldırırken biraz hızlıca olanda geçilir ne de hatim indirirken daha hızlı olandan oraya geçilir. Bunun dışında okuyan, o zaman okuyorum demesin.

Bir de tertîb-i selef adı verilmiş hatim indirme usûlü vardır. Yeri gelmişken bundan da bahsedelim.  Şimdi efendim, hafta da bir hatmetmek isteyenler için selefin misal alınacak bir tertibi vardır. Selefin (geçmiş ulemânın) tertîbi ne idi? Kitapta aynen şunları bildiriyor. O zaman mesela ashâb-ı kirâm (r.anhüm) zamanında başlamış, daha sonraki zamanlarda devam edenler olmuş. Tabi vakti müsait olanlara göre bu. Müsait değilse bu şekilde hatimi her zaman indiremez herkes. Ayda bir indirir. Şimdi bunu arz edelim. Cuma gecesi sûre-i Fâtiha’dan sûre-i Mâide’ye. Cumartesi gecesi sûre-i En’âm’dan sûre-i Hûd’a. Pazar gecesi sûre-i Yûsuf’tan sûre-i Meryem’e. Pazartesi gecesi sûre-i Tâhâ’dan sûre-i Kasas’a. Salı gecesi sûre-i Ankebut’tan sûre-i Sâd’a. Çarşamba gecesi sûre-i Tenzîl’den sûre-i Rahmân’a. Perşembe gecesi Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın sonuna kadar okuyarak hatim etmektir. Şimdi bunları hafta gecelerinde hep okumuş oluyor. Haftada bir ne oluyor, hatim indiriyor. Herkes yapabilir mi? Yapamaz. Hâfız olanlar yapabilir. Ama herkes bunu yapamaz. Ne yapacak o zaman? Günde iki sayfa okuyabiliyor, o kadar okur. Hatim sürsün, biraz geç insin, biraz erken insin ama o ünsiyyeti, ona olan bağlılığı kesilmesin. Elden geldiği kadar. Bir sayfa okuyor, olsun iki sayfa okuyor olsun… Mesela açtı şu sayfayı, bu sayfayı okudu, vakti o kadar, kapattı. Ertesi gün yine açtı devamında olan bu sayfayı okudu, kapattı. Bu şekilde böyle devam eder, hatim indirince arkadan bir de duasını yapar. Mesele böyle bağlanmış olur. Evet. Bu az evvelki şekilde hatim indirmeye tertîb-i selef dendiği gibi tertîb-i Osmânî de denir. Çünkü ilk başlayan zat O. Selef de onu görünce, öyle hatimi benimsemiş ve onlar da onun gibi hatim indirmeye başlamışlar. Esasen ilk başlayan Hz. Osman (r.a). Evet efendim.

– Hocam, bir de hatmi bitirdikten sonra baş tarafa dönüp ‘Fâtiha’ ile ‘Elif Lâm Mîm’i okumak var, bu bir hadîs-i şerîften mi mülhemdir?

Hadîs-i şerîften mülhemdir ve Rasûl-i Zîşân Efendimiz’in sünnetidir. Rasûl-i Zîşân Efendimiz hatim indirdikten sonra ne yapardı? Evvelâ “Hatim indirdi.” demek için baş taraftaki besmeleden başlayarak “Mine’l-cinneti ve’n-nâs” oraya kadar okumak hatimdir. Bir kısa sûresi eksik olsa hatim midir? Değildir. Onun için hatimi tam indirecek. İsterse duasını yapsa olur mu? Olur. Mevtâya da gönderir. Amma Peygamber (s.a.v) sünnetine uymak için bir de onun gibi, ‘söz vermek’ üzere ne yapar? E’ûzü besmeleyi çeker, “Kulhuvallahuehad” diye sûreyi okur, ondan sonra onun altında yazılı olan “Kul eûzu birabbi’l-felak” besmele çekerek tabi, sonra besmele çekerek yine “Kul eûzu birabbi’n-nas” son sureleri, üç sureyi tekrar okudu mu? Okudu. Baş tarafa geçti. Baş tarafta ne var ‘besmele’ var ‘Fâtiha’ sûresi var. Çekti besmelesini Fâtiha sûresini de okudu. Şimdi “Mine’l-cinneti ve’n-nâs”daki o ayetle, o son kelime ile baş tarafa geçişi birbirine bağladı. Demek oluyor ki: “Ya Rabbi, esasen bu hatim indi. Amma ben ikinci bir hatime başlamış olmak için duamı yapmadan son sûreyi okuyorum, bırakmıyorum, baş tarafa geçip tekrarına başlıyorum. Ondan sonra duama geçeceğim. Hadîs-i Şerîfinde de Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Efdalu’n-nâsi el-hallu’l-murtehilü.” “Mümin insanların en faziletlisi, hatimi indiren hemen yeni baştan başlayandır.” Öyleyse ümmeti de böyle yapsın diye bu hadîsinde yol göstermiş oluyor efendim.

Kur’ân’ın Hattı Kur’ân’ın Dili

Sonra Kur’ân-ı Azîmüşşân kendi hattı ve kendi diliyle okunur. Buna da çok dikkat etmek gerekir. Bunun sebepleri vardır. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bazı kelimeleri yazı kâidelerine aykırı yazılmıştır. Mesela ‘mie’ kelimesi ‘mae’ şeklinde yazılmıştır; ama okunurken yine ‘mie’ şeklinde okunmuştur. ‘Ve le evdau’ kelimesi ‘ve lâ evdau’ diye yazılmıştır, ama okunurken yine ‘ve le evdau’ diye okunmuştur. ‘Ev le ezbehannehû’ bu da ‘ev lâ ezbehannehû’ şeklinde yazılmıştır. ‘ev le ezbehennehu’ şeklinde esas öyle olacak, öyle okunmuştur çünkü. Sonra mesela ‘Tâğâ’ kelimesi vardır, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da, fiil-i mâzî (geçmiş zaman kipinde)dir. Rasûlullah (s.a.v) vahiy kâtiplerine bu âyet-i celîleleri yazarken böyle öğretmiştir. Benim arz ettiğim o kelimeleri öyle yazacaksınız, ama böyle okuyacaksınız demiştir. Vahiy kâtibine mesela şu âyet-i celîleyi tebliğ ederken, vahiy kâtibi de yazacak: “İzhebâ ilâ fir’avne innehû tağâ” “Ey Mûsâ ve Hârûn, siz ikiniz gidin Firavun’a çünkü o pek azdı. (Ben Allah’ım demeye başladı, haddini aştı.)” Şimdi ‘tağâ’ kelimesi ‘tuğyân’ kökündendir sonu ‘ye’ ile yazılmıştır. Peki, ondan sonra el-Hâkka Sûresi vardır, orada da bir ayet-i kerime vardır ki, “İnnâ lemmâ tağa’l-mâu hamelnâküm fi’l-câriye” orda da ‘tağâ’ kelimesi var, o da ‘tuğyân’ kökündendir öteki gibi. Ama sonu ‘ye’ olarak değil ‘elif’ olarak yazılmıştır. Vahiy kâtiplerine böyle yazdırmıştır Rasûlullah (s.a.v). Peki, burada ne gibi bir incelik vardır? Mûsâ (a.s) ile Hârûn (a.s)’ı gönderirken kime gönderiyor? Mükellef olan insana. Cenâb-ı Hakk’ın emrine muhataptır o insan. Kabul eder, etmez o ayrı. Kabul ederse kâr eder, kabul etmezse zarar eder. Ama “Bana tebliğ yapılmadı.” dememesi için peygamberlerini gönderdi mi Firavun’a? Evet. İşte burada mükellef olduğu için ‘ye’ ile yazılıyor. Gönderilen kimsenin mükellefiyetini ne yapıyor? Göstermiş oluyor. Hâlbuki diğeri suyun taşkınlığından bahsediyor ‘Lemmâ tağa’l-mâu…’ ‘Su azdığı zaman, taştığı zaman…’ onun azmasından, taşmasından anlatırken sonu ‘ye’ ile yazılıyor. Esasen su, Firavun gibi peygamberlere muhatab mıdır yani ‘İman et!’ diye bir şey var mı? Yok değil mi? Suya böyle bir şey yok. Onun için mükellefiyet içinde değildir bu hususta. Bu sebepten onunkinde ‘elif’ ile yazılmış. Arap hattında böyle bir fark var mıdır? Yok. Arap hattında hiçbir zaman böyle, o tarihe kadar, bu ayeti kerimeler gelinceye kadar, hiçbir zaman aynı kökten olan iki fiil-i mâzîyi, birinin sonuna ‘ye’, diğerinin sonuna ‘elif’; bu farkla mükellef ve ğayr-i mükellefi göstersin, böyle bir şey olmadı. Onlar böyle bir şeyi yeni gördüler. Deminki arz ettiğim cümleleri de yeni gördüler. Allah Allah dediler, yahu ne demek istiyor? Nasıl şeydir?

Sonra şu pek câlib-i dikkattir: Başka harfler Kur’ân seslerini ifadeye el verişli değildir. Dürüst yazmak da mümkün değildir. Latin harfleriyle mesela Kur’ân-ı Azîmüşşân’daki harflerin sesini bulun. Çoğunu bulamazsınız. Farzediniz, “İnnâ e’taynâke’l- Kevser. Peltek ‘se’, bugünkü yazı ile yaz bakalım. ‘Sin’ gibi okunur değil mi? Peltek okurlar mı? Hayır. ‘Ke’l-Kevser’ diye (peltek ‘se’ ile) okusun diye harfte bir anlayış var mı öyle? Yok. Kur’ân’daki o sesi vermiyor, daha çok ‘sin’in sesini veriyor. Kaldı ki bir de ne var ‘sad’ var. Ayrı ayrı böyle. Se, sin, sad diye üç harf var Kur’ân-ı Azîmüşşân’da. Hâlbuki bugünkünde (Latin alfabesinde) bir harf var o da sadece ‘S’. Bir kimse zamm-ı sûre olarak Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okusa da “İnnâ e’taynâke’l-Kevser” diye ‘sin’ okusa, namaz bozulur. Niçin? ‘el-Kevser’ diye (Türkçe okuyuşla) Kur’ân-ı Azîmüşşân’da böyle bir kelime de yok ve mânâ da aynı kalmaz. Onun için, bu şekildedir (Arapça okunur). Sonra dürüst yazmak mümkün değil ki. Nasıl yazacaksın?

İzmit’te Seyyid Hoca adında bir zât vardı, hakikaten iyi bir âlimdi. Bu hocaefendi vaazında Latin harfleriyle Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın lafızları yazılamaz, diye vaaz etmiş. Bunu da tahsîli yüksek sayılan biri duymuş, canı sıkılmış. ‘Onlar da harf, bunlar da harf. Bu kadar da ifrat olmaz. Ne demek yazılamazmış bugünkü harflerle!’ Müftülüğe giriyormuş Seyyid Efendi. Hoca olduğu halinden belli, o beğenmeyen adam da onu görmüş, ‘Bu kim?’ demiş ‘Bu müftülüğe giren?’ ‘Seyyid Hoca.’ ‘Yaa!’ demiş, kibirli de bir adammış. Müftülüğün kapısına gelmiş. Hoca da daha önce girmiş içeri zaten. Kapı da kapanmış. Ayağı ile kapıya vurmuş. Tak tak, diye. Çok terbiyesizler vardı o tarihte, biz nelerini gördük onların. Dini tahkir için bir bahane ararlardı, öyleleri vardı. Vurmuş, içeriden ‘Buyurun!’ demişler. İçeri girmiş, karşı karşıya da tanımıyor müftüyü zaten. Görmemiş Seyyid Efendi’yi de böyle karşı karşıya. ‘Hanginiz Seyyid Efendi?’ ‘Bendenizim, efendim. Buyurun!’ Oturmuş ve demiş ki: “Sen Kur’ân bugünkü harflerle yazılamaz dedin mi?” “Evet, dedim.” “Sen söyle de ben yazayım bak.” demiş, “Yazılamaz, diyorsun, niye yazılamasın!” “Yaz!” demiş Hoca hemen “Mü’min yaz.” demiş. ‘Mümin’ yazmış. Almış hoca, bakmış: “Hemzesini de koy!” demiş… “Efendim demiş, sizin gibi sivri kafalılar ‘yazılır’ derler; benim gibi bu işi bilenler de mecbûren ‘yazılmaz’ derler. Aramızda bu kadar fark var merak etme.” demiş. Hocaefendi zaten onu senelerce okutur. Terbiyesiz adam, haddini bilmiyor ki. Bu şekilde bir şey olmuş o zaman…

Bu Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı, ara sıra sorarlar, “Efendim, bugünkü harflerle basılmış Kur’ân alsak da ondan hatim indirsek olur mu?” diye. İndiremezsin ki nasıl indireceksin, tecvîd kâidelerini bir kere yok ediyor.“Elhamdülillâhi rabbi’l-‘âlemîn” orda ‘nûn’u cezimledin. Hâlbuki orda ‘nûn’un cezimi yok, görünüşte ne var? ‘Üstün’ü (harekesi) var. “Rabbi’l-‘âlemîne” değil mi? Üstünü var. Ama okurken duracaksak “rabbi’l-‘âlemîn” deyip cezimleyebiliyoruz. Mümkündür de. Ama geçeceksek “rabbi’l-’âlemine” diye harekeyi okuyoruz. Bugünkü yazı ile bunu yazsanız, ya cezim koyacaksınız ya da ötekini kaybedeceksiniz. Mümkün değil, yazılamaz. Soruyorum öylelerine. Ne kadar ömrünüz var onu bilemezsiniz. Amma ömrünüzde on gün, on beş gün ayırsanız, ömrünüz boyunca okuyacağınız bu Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı hakkıyla öğrenip okuyabilirsiniz. Niye bunu esirgiyorsunuz, ötede beride başka harfler arıyorsunuz!

Kur’ân-ı Azîmüşşân Kendisiyle Amel Etmek İçin Okunur.

Sonra mesela Kur’ân-ı Azîmüşşânın hükmüne uyulur. Bunun için okunur. Bir Ayet-i Celîle’de Cenab-ı Hakk azze ve celle, Rasûl-i Zîşân Efendimiz’e şöyle buyuruyor: “İnnâ enzelnâ ileyke’l-kitâbe bi’l-hakki litahküme beyne’n-nâsi bimâ erâkellâh.” Meâli nedir?: “(Ey Rasûl!) [Ey Rasûl ifadesi esas metinde yok amma parantez içinde manaca vardır.] Hakikat, biz sana kitabı Allah’ın sana gösterdiği vech ile insanlar arasında hükmetmen için hak olarak indirdik.” Yoksa “Oku oku, rafa koy. Oku oku, rafa koy. Amele gelince bildiğin başka yolda yürü.” buyrulmamış. Öyle şey olmaz. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okuyan kimse, onun hükümlerini mesleğine göre, kendi durumu ne ise, mesleği ne ise ona da dâhil olan hükümleri öğrenecek. Bir Allah’a kulluk için hükümler var, onları öğrenecek. Ondan sonra mesleği ile alâkalı hükümler vardır, onları öğrenecek. Bir de komşuluk hukuku vardır, oradan da üzerine düşeni öğrenecek. Arkadaşlık hakkı vardır, onları öğrenecek. Yani kendi hali durumu neyse haline göre lazım olan ne gibi ahkâm varsa bunları öğrenecek. O zaman ona uymuş olur mu? Uymuş olur.

Şimdi efendim, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın hükmü, hâkimiyyeti kendi lisânı iledir. Onun hükmü de, hakimiyeti de kendi lisânı ile, kendi Arapçası iledir. Esasen, görünüşte Arapça’dır zaten Kur’ân-ı Azîmüşşân’a bu ismi veren de Cenab-ı Hakk’tır. Bununla beraber o, Arapların zannettiği şekilde değildir. Zannedemez zaten. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı bir Arap dikkatli okuyacak da hâlâ “Kendi Arapçama uygundur, tam uygundur…” diyecek. Bu mümkün değildir. Katiyyen mümkün değildir. Şimdi âyet-i celîleyi okuyalım: “Vekezâlike enzelnâhu hükmen ‘arabiyyâ” “İşte böylece, biz onu yani Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı Arapça bir hüküm olarak indirdik.” Demek ki Arapça bir hüküm olarak indirilmiş. Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Azîmüşşân’da kullanmış olduğu o Arapça yine Arapça’dır; fakat “Arab’ın tam dilidir.” desen orada yanlışlık olur. Şimdi ne var bakın: Bir insanın söylediği söz ya nesir olur ya nazım olur. Yani ya düz bir konuşma olur yahut şiir halinde manzûm sözler olur. Ya odur ya odur. Başka türlüsü yoktur. Hâlbuki Kur’ân-ı Azîmüşşân’a bakınca hayret edersiniz. Ne nesirdir, ne nazımdır. Böyle bir şey yok. Nesir desen bir türlü, amma deyip diyecek yer var. “Len tenâlu’l-birra hattâ tünfigû mimmâ tühibbûn…”. Şimdi şiir midir? Değil diyemezsin, devamı var. Amma orda bir durak var yine. Yani bunlar, şöyle baktığın zaman ne düz bir konuşma ne de manzûm söz. Ona da buna da ihtimal veren şeylerle beraber olmak üzere okunuyor. Araplar bu lisanı gördükleri zaman dediler ki “Yahu, şair demeye kalktılar Rasulullah’a. Amma Kur’ân-ı Azîmüşşân’a bakıyorlar: “Ayıp oluyor, biz ona öyle diyoruz amma buna şiir desen olmuyor, değil, desen o da olmuyor. Nasıl bir lisandır bu? Şimdiye kadar aramızda, kabileler arasında böyle bir lisan görüldü mü? Görülmedi. Herhalde bu Muhammed (s.a.v) yepyeni, kendine has bir Arapça ortaya koymaya çalışıyor.” böyle dediler. Yani bu şekilde, bunu mecburen itiraf ettiler.

Kitaplı Yaşamak

Şuna da dikkat gerekir ki insanın bir hak kitaba ihtiyacı vardır. İnsan kitaplı yaşamaya mecburdur. Mecbur olduğu nereden belli? İlk insan Âdem aleyhisselâm kitaplı mıdır, değil midir? Kendisi kitaplıdır. İmanlı mıdır? Evet. Öyleyse insanın dünyaya gelişinde aslolan küfür değil, imandır. İmanla geldi. Küfür sonradan bulaşmış pislik, hastalık ve temizlemek tövbe edip hemen ondan kurtulmak lazımdır. İmandan tövbe gerekir mi? Böyle bir şey yok. Ya bu adam mü’mindir amma tövbe etmiyor, denir mi? Bu adam günah işliyor, kumar oynuyor yahut içki içiyor amma tövbe de etmiyor, denir değil mi! Yani bu şekilde bunlara iyi dikkat etmek lazım. Kitapsız mahlûkât var mı? Var. Onlara kitap yerine, onlar insan gibi mükellefiyet altında olmadığı için sevk-i tabiî verilmiş. İçgüdü mü diyorlar şimdi. Sevk-i tabiî. Şimdi efendim, bir kedi yavrusunu daha dünyaya gelir gelmez anasının yanından alsanız. Anasını görmeden kediyi yetiştirseniz, bir sene besleseniz de büyüse, odadan dışarı çıkardığınız zaman bir fare görse, aynen anası gibi hücum eder. Peki, anne mi öğretti bunu sana? Yok. Peki, kitapta mı gördün? O da yok zaten. Bu şekilde, böyle sevk-i tabiî ile bunlar bunu öğrenmiş olurlar. Her hayvan kendi anasının cinsine göre böyledir, durumu budur

Şuna da dikkat gerekir. Bir yandan Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı böyle bu maddeler uyarınca okumalı; hayırlı, şerefli, faziletli bir kul olarak okumalı, devam etmeli bir yandan da şu gibi hadîs-i şerifleri göz önünde tutmalı. Nedir onlar? Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuş: “İkrai’l-Kur’âne ma nehâke.” “Seni kötülükten alıkoyduğu müddetçe Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı oku.” “Fein lem yenheke…” “Seni kötülükten alıkoymuyorsa…” yalan söylemekten mesela alıkoymuyor, içki içmekten alıkoymuyor, daha başka böyle bir takım kepazelik rezillik namına ne varsa hiçbirinden alıkoymuyorsa seni “feleste tekrauh” “Sen onu gereği gibi okuyamıyorsun.” demektir. Ne kadar yerinde. Ne kadar da lazım bakın. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okudu okudu, akşam gitti evde içki içti. Ya sen biraz önce Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okumadın mı, ayetleri görmedin mi? ‘Gördüm.’ ‘Bu içki ne!’ Derin düşünmeli insan. Diğer bir hadîs-i şerîfinde de şöyle buyuruyor: “Mâ âmene bi’l-kur’âni men istehalle mahârimehû.” “Kim Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın haram kıldığı şeyleri helâl itikat ederse, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı okumuş olamaz.” Şimdi bugün, başörtüsü meselesinde müzakereleri hep dinliyoruz değil mi? “Sorsan adama Müslüman mısın?” “Evet.” “Allah emretmiş, bütün hanımlar başlarını örtecekler. Buna ne dersin?” “Yook!” Ona gelince nesin sen bilmem. Neyim de, ona bağlıyım da, o zedelenir de onun için ona ‘evet’ diyemem. Bu adamda Müslümanlık var mı? Mümkün değildir. Şimdi o emir ne kadar mühimdir. Dünyada ne kadar kadın varsa bütün kadınlar ittifak etseler ne kadar erkek varsa onlar da ittifak ile onlara destek verseler. Deseler ki: “Cenab-ı Hakk’ın başörtüsü emrini yasaklıyoruz.” Bir hanım da sade bir hanım: “Yok. Ben öyle sizin gibilerin yasağını bilmem. Benim vazifem var, onu bilirim. Ben başımı örtmekle mükellefim, başımı örterim. Allah’ın emrine göre hareket ederim.” dese. Haklı olan hangisi? O bir hanım. Öbürlerinin tamamı haksız mı?  Haksız. Öyleyse haksızlık bir deliliktir, deliliktir. Hadîs-i şerîfle sabittir. Yani kâfir olan insan, âsî olan insan aslında delidir. Hadîsle sabittir bu. Bir nevi deliliktir zaten. O hanım tek olarak akıllıdır. Öbürleri karşı çıkanlar, Allah’ın emrine, tamamen deli cinsindendirler. Buna dikkat ederler, etmezler kendi işleridir. Ama Rasûlullah’ın verdiği haber bu şekildedir. Delilik etmesinler yani.

Sonra mesela Kur’ân-ı Azîmüşşân insanlara dünyada lazım olduğu gibi kabirde, ahirette hatta lazımdır. Burasına da iyi bakmalı. Bazıları televizyona çıkıyorlar, güya Mehmed Akif Bey’in sözünü de okuyorlar:

“İnmemiştir hele Kuran bunu hakkıyla bilin / Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için” demiş.

Öyleyse mezarlıkta okunmaz. Bir kere sen bunu Mehmet Akif in yanına gidip söylesen, ‘Dur!’ der ‘Sende hiç akıl yok mu?’ der. Mezarlıkta okumadan olur mu? Ama sade mezarlıkta okuyup sade fal bakarken kullanıp da ahkâmına bakmazsan o olmaz. O olmaz.

Şimdi hadîs-i şerîfinde Rasûlullah (s.a.v) ne buyuruyor? “İkraû alâ mevtâkum Yâsîn.” “Mevtânıza ‘Yâsîn’i okuyunuz.” Hadîs sade bu değil ki daha başka hadîs-i şerîfler de vardır. ‘Yâsîn’i okuyunuz. Ne kadar açıkça bir emirdir bu. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e sahabeden bir zat geldi. “Yâ Rasûlallah, anam babam vefat etmiş. Böyle geçmişlerimiz için bizim yapacak bir şeyimiz var mı?” “Evet. Ruhlarına bir şey okur sevabını bağışlarsın yahut bir şey (sadaka) verir sevabını bağışlarsın.” Mesela bir çeşme yaparsın, bir kuyu kazarsın, o sudan mahlûkât, insanlar istifade ederler sevap kazanırsın, hediye edersin. Bu gibi şeylerle oraya hediye gönderilir. Böyle buyurmuştur.

Diğer bir hadîs-i şerîfte bakın, orada şunu buyuruyor Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz: “Men merra ale’l- mekâbiri fegarae ‘kulhuvallahuehad’ aşera merrât…” “Bir kimse kabristana uğrasa (kabirlere gitti orada onlara bakıyor, uğradı) ve ‘kulhuvallahuehad’ (ihlas) sûresini on kere okursa (besmele çekerek, birincide e’ûzü besmele çeker ikincisini üçüncüsünü okurken sade besmele çeker böyle okursa) “sümme vehebe ecrahû…” “Sonra ondan kazandığı sevabı ordaki mevtâlara hediye etse” “utiye ecruhû bi adedi tilke…” “Kendisine orada yatanlar sayısınca (daha fazla olmak üzere) sevab ihsan edilir.” Bakın, yine okumak lazım değil mi? Hani bunlar okunmalı. Peki, kabirde de böyle anlaşıldı. Ya ahirette? Efendim, ahirete gelince: Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın şefaati olur mu ahirette? Olur. Ne buyurmuş Rasûlullah (s.a.v): “el-Kur’ânu şâfiun müşeffeun.” “Kur’ân şefaati makbul olan bir şefaatçidir.” “Ve mâhilun musaddekun.” “Fakat şikâyeti de dinlenen, nazar-ı itibare alınan şikâyetçidir.” O da tasvip olunur yani şikâyeti makbul olur. “Femen cealehû emâmehû” “Kim onu dünyadayken önder yaparsa” “kadehû ile’l-cenneti” “Onu cennete çeker götürür.” Hem ahirette hem dünya hayatında cennet hayatı yaşatarak böyle cennet olan yere götürür. Dünyada da cennet hayatına benzer hayat vardır. Öyle yaşatır. Ahirette zaten cennet vardır, oraya götürür. Ama “Ve men cealehû halfe zarihî” “Kim de onu arkasına atarsa” “Kadehû ile’n-nari” “Onu cehenneme sürükler.” Demek ki ahirette de bu kitab bize lazım. Bunu böyle bilmekte büyük fayda var.

– Kur’ân-ı Kerîm’e gösterilmesi gereken tazim, hürmet ve âdâba dâir neler söyleyebiliriz? Çünkü bugün bazı kimselerden çok farklı fikirler ve de tavırlar aktarılıyor. Bu hususta Müslümanın tavrı nasıl olmalı?

Kur’ân-ı Azîmüşşân diğer kitaplar gibi midir? Değildir. Gerçi o kitapları okurken de buradan edep alınır. Ama Kur’ân-ı Azîmüşşân hakkında âyet-i celîle açıktır: “Lâ yemessuhû ille’l-mutahharûn.” “Ona temiz, pak olanlardan başkası el süremez.” Ezbere okur. Afedersiniz, cünüplük hali müstesnâ. Cünüb değilse, abdestsiz de olsa mesela yolda giderken abdesti yok, bir ‘Yâsîn’i okuyayım, diye aklına geldi ama el sürmüyor, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı ezbere okuyabilir mi? Okur. Yıkanma mecburiyeti varsa ezbere de okuyamaz. Bu gibi hudutlar vardır. Bunlara riâyet etmek farzdır, mecbûrîdir. Bunun ‘acaba’sı yok. Böyle açık bir şekilde emir buyrulursa böyledir. Hadîs-i şerîflerde mesela cünüb olan kimsenin Kur’ân okuyamayacağı açıkca bildiriliyor mu? Bildiriliyor. Bu âyet-i celîle de Cenab-ı Hakk’ın kitabında aynen var mı? Var. Onu da tefsir eden bir peygamber var mı? Var. Bu kadar sağlam bir şekilde sabit olan şeyleri çocuk oyuncağı gibi, kendine göre laflar ederek bunları hafife almak küfürdür. Bu kadar mühimdir bu. Şimdi bu güzel de, bu yabancılık nerden geliyor. Efendiler! Vaktiyle biz bazı hususlarda yazılar yazdık. Bir kere misyonerlerle alakalı yazılar yazdık. Ayrıca ‘ictihad fikri’, ‘yeni içtihad fikri ve müctehid taslakları’ diyerek yazılar yazdık. Bunları yakından böyle takip ettik. Yabancı eserleri erken okuyanlar bu hatalara düşüyorlar. Çünkü misyonerler usta. Nasıl söz edeceğini bilir. Bir kimsenin yanına vardığı zaman önce o ne gibi bir ağırlıktadır, hangi hususta bilgi sahibidir, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın hükümlerini ne derece bilir, bunları tam ölçmeden kolay kolay söz söylemez. Bunları ölçtükten sonra onu kandıracak öyle laflar söyler ki o, ilminde zayıfsa inanır. Ve müdafa etmeye başlar. Dr. Dozi bunlardan biridir. Müsteşriktir. Onun ‘tarih-i islâmiyet’ini okursa erkenden ve daha önce gereken bilgilere sahip olamamışsa, çıkar alimallah televizyonda, onu da kendisi söylüyor gibi satar, bi de yalan olur bu, kendisi söylüyor gibi. Peki anladık da birader… 22 madde hatırlıyorum, talebe bu maddeleri okusun diye yazı yazmıştık vaktiyle. Niyetimiz neydi? Hayra hizmet. Onları okursa ondan sonra malumatı evveliyyeyi sağlam bir şekilde yani ilmihal bilgisini sağlam bir şekilde aldıktan sonra bozuk kitaba da baksa olur mu? Olur. Rasûl-i Zîşân Efendimiz, Hz. Ömer (r.a) Efendimizi ve sahabeden bazılarını Tevrat okumaktan men etmiş miydi? Etmişti değil mi! Niye? Bir hikmeti var. Kur’ân-ı Azîmüşşân geldi fakat onları daha önce okursa, bi taraftan da Kur’ân-ı Azîmüşşân tamamlanmamış daha da geliyor. Daha önce onları öğrenirse ve bir de taraftar olursa, onu ordan caydırmak çok daha zorda olur yani. Öyle zararı da var. Hülasa, bunlarda hakk olanı önce bellemek bizim için, bizim durumumuz bu. Ondan sonra, ‘Batıl da ne demişlerdi?’ diye, eğer öldürecek vakti varsa baksın, şaşkınlığına hayret etmek için; öğrenmek için, yapmak için değil. Allah Allah desin, yahu ne biçim iştir. Yoksa Peygamberimizin aleyhinde o Dozi dedikleri adam öyle laflar ediyor ki daha önce Peygamberimizin o meselelerini güzel anlatan bir yazıyı okumazsa ona inanabilir, imanında şüpheye düşebilir. Kandırıcı çünkü. Böyle tarafları vardır. Onun için çocukları hocalar evvelce yetiştirirken korurlar. Koruma altında yetiştirirler.

Öylesini gördüm ki televizyonda, şu anda ilahiyat fakültesinde hoca. Açık saçık bir hanım karşısında, burada da bir sürü açık hanım. Bu açık hanım soruyor hocaya: “Ben diyor, hatim indirmek için ne dersiniz, mealden hatim indirsem, olur mu? Yoksa ille de bu Arapçasını mı okuyacağım?” “Canım, meali okursan daha iyi, anlayarak okumuş olursun.” diyor. “İşte secde ayetleri var, benim mesela abdestim de yoksa secde ayetini okuyunca böyle ne yapacağım? Mesela abdestim yoksa sonra mı secde edeceğim?” “Hemen secde yapabilirsin, çünkü abdest beş vakit namaz için lazımdır, öyle secde için lazım değildir.” Hiç mi görmedin! Hiç abdestsiz secde olur mu? Nerde görülmüş. Bu şimdi hala televizyonlarda ileri geri laf edip duruyor zavallı. Bunlar da var. Kimi ‘Horozdan kurban olur.’ dedi kimi başka bir şey dedi neyse. Hata olur… hata olur. Herkeste bir hata olabilir. İnsanız, unutulur, bişey olur karıştırma olur filan. Fakat onlarınki o değil. Bilerek yapıyorlar bunu. “Hâlif tu’raf.” “Muhalefet et ki tanınasın.” O kadar da ona hevesli. Bütün dünya insanları toplansalar, bu fetvayı veren adama ‘Çok büyük adamdır, tanıyoruz.’ deseler kırk paralık bir faydası olur mu? Olmaz. Ne bekliyorsun sen onlardan. Tanısalar da olur tanımasalar da olur. Hatta öyle günahlı işlerde hiç tanımasalar. Böyle yanlış fetvalarını hiç duymasalar daha iyi olur efendim. Bu meselelere çok dikkat etmek lazımdır.

  • Muhterem Hocam, bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Mülâkat: Abdulkerim MALKOÇ