Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemin. Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlina Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Hz. Âdem (a.s) ile başlayıp Peygamberimiz Muhammed Mustafa’ya (s.a.v) kadar geçen zaman içerisinde kendilerine rasûl gönderilmemiş hiçbir kavim kalmamıştır. Bütün elçiler Allah’tan (c.c) aldıkları talimatları, canları pahasına, gönderildikleri kavimlere ulaştırmışlardır. Bunda hiç ihmalleri olmamış, zaten olması da düşünülemez; çünkü seçilerek gönderilmişlerdir.
Allah Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerle yalnızca kendisine imanı ve ibadeti emretmiş; zinayı, hırsızlığı, haksız yere can almayı, zulüm yapmayı, yeryüzünde fesat çıkarmayı yasaklamıştır. Hiçbir peygamberin içki içtiği vâki olmamış, böyle bir haber de bize ulaşmamıştır. Peygamberlerin şeriatları farklı olsa da temel inanç esasları birdir. Şeriatları da gelişip çoğalan insanlığın ihtiyacına göre Allah Teâlâ tarafından değiştirilmiş, İslam dini ile kemâl noktasına ulaşmıştır. Rasûlullah (s.a.v); “Bütün nebiler inanç soyundan kardeştirler. Anaları, yani şeriatları farklı, dinleri birdir, o da İslam’dır.”[1] buyurmuştur.
Bu mübarek insanların azimli çalışmaları sonucu dünyadaki bütün milletler; zina, hırsızlık, haksız yere adam öldürme, zulüm, fesat gibi hususları, çirkin ve topluma zararlı olduklarından dolayı, kanunlarına suç olarak koymuşlardır. Bu sayılan kötülükler kanunların baskısıyla o toplumlarca da kötü olarak bellenmiş ve tanınmıştır. Bunların kötülüğü mâşerî vicdanda kök salmış ve insanlığın ortak hassasiyetini temsil etmiştir.
Günahlar şahsî seviyede işlenirse bunun cezası o şahıslara ait kalır. Şayet günahlar ve isyanlar açık vaziyette çoğunluk tarafından işlenirse onun cezası şahsî olmaktan çıkar, umuma mal olur. Kıyamette verilecek olan cezaların yanı sıra, aciliyet kesbederek dünyada da cezalar verilir. Kur’ân-ı Kerîm bize nice kavimlerin helâk olup yer ile yeksan olduğunu haber vermektedir. Ankebût Sûresi’nin 14. ayetinden 40. ayetine kadar, Allah Teâlâ gönderdiği peygamberlerin, kavimleri ile olan kıssalarını anlattıktan sonra, “Nitekim onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.”[2] buyurmuştur.
Allah, kullarına zulmetmekten münezzehtir. Ama kullar hadlerini aşınca işledikleri isyan ve zulümler ilahî adalet olarak kendilerine döner. Bu, şuna benzer: Katil olan bir insan işlediği cinayetten dolayı muhakeme edilir ve misliyle ceza görürse bu zulüm değil adaletin ta kendisidir. Buradaki durum da aynısıdır.
“O fitneden sakının ki, o sadece sizden zulmedenlere mahsus kalmaz (herkese dokunur).”[3]
Rasûlullah’ın (s.a.v) zevcesi,Zeynep annemiz anlatıyor. “Rasûlullah (s.a.v) yüzü kıpkırmızı olarak uykudan uyandı, “Yaklaşan şerden dolayı Arab’ın vay haline. Bugün Ye’cüc ve Me’cüc’ün sur’undan –Rasûlullah (s.a.v,) parmaklarını halka ederek– şu kadar açıldı.” buyurdu. “Ey Allah’ın Rasûlü! İçimizde salih insanlar varken helak olur muyuz?” diye sordum. Rasûlullah da “Evet, şerli işler fazlalaştığı zaman olur.” buyurdular.”[4]
Haddizatında dünyada insanların başına gelen büyük felaketler kâfirlerin ve zalimlerin azgınlıkları sebebiyledir. Azap onlara gelince kurunun yanında yaş da yanar; mü’minler ve iyi insanlar da o azaptan paylarını alırlar. Ama sabreden mü’minler şehit olarak ölürler. Hz. Enes’in (r.a) naklettiği bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, “Taun bütün Müslümanlar için şahadettir.”[5] buyurmuşlardır.
Bu, sadece kâfirler suçlu da biz Müslümanlar sütten çıkmış ak kaşık gibiyiz, manasına gelmez. Kâfirlerin yol ve yordamlarını taklit ederek onlar gibi inanan, onlar gibi hayatı anlayan, onlar gibi yaşayan, toplum ve aile hayatını onlar gibi tanzim eden Müslümanlar var. Bu gidişat doğru bir gidişat, bu yol doğru bir yol değildir. Bu yol, sonu hüsrana varan bir yoldur.
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak,
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.
Rasûlullah (s.a.v), “Siz, sizden öncekilerin yoluna karış karış, adım adım uyacaksınız. Onlar bir kertenkele yuvasına girerse siz de oraya gireceksiniz.” buyurdu. Biz, “Ya Rasûlallah! Bizden öncekiler, Yahudi ve Hıristiyanların yoluna mı?” diye sorunca, “Ya kime olacak! (elbette onların yoluna uyacaksınız)” buyurdu.[6]
Kur’ân-ı Kerîm’in metni, Rasûlullah’ın (s.a.v) sünneti, ahkâm-ı şer‘iyyenin tamamı kitaplarda yazılı durmasına rağmen, bunlar milletin hayatında git gide azaldı. Hayatın her alanını düzenlemesi gereken İslam sadece kişilerin vicdanlarına mahkûm oldu. Toplumun az bir kesimi tarafından yerine getirilen namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerin de içi boşalıp ruhsuz, huşusuz hale geldi. Nafile ibadetlere verilen ehemmiyet farz olan ibadetlere verilmez oldu; soğan sarımsak yemek kerih görüldü ama haramlar ve faiz mubah sayıldı.
İslamî hassasiyetimizi kaybettiğimizden, işlediğimiz günahları umursamaz hale geldik. Günah ve isyanlara yavaş yavaş alışarak sonunda onları işlemeyi ahlâk haline getirdik. İnandığımız gibi yaşamadığımız için, sonunda yaşadığımız gibi inanmaya başladık. Dünyamızdan elimize geçenlerle yetinip dinimizden elden çıkanlara hiç aldırış etmedik. Şair ne güzel demiş:
Yamadık dünyamızı, yırtarak dinimizden;
Sonunda din de gitti, dünya da gitti elimizden.
Dahası da ahkâm-ı şer’iyenin yerini, heva u arzulara (keyfî, kişisel ve toplumsal tercihlere) dayalı, insanlığı manevî çöküşe götüren yapma dinler aldı. Adını verdiğiniz zaman kimsenin hoşuna gitmeyeceği bu yeni din ve bunun mezhep denilebilecek uydurulmuş versiyonları, insanlığın başına büyük bir bela oldu. Mü’minlerin arzu ve isteklerinin, dinlerine bağlı olması gerekirken, tam tersi dinleri arzu ve isteklerine bağlı, şahsî arzularına hizmet eder duruma geldi. İpe sapa gelmeyen bahanelerle helal olan nikâh karalandı ama gayr-i meşru, helal olmayan yollar teşvik edildi. Ortalık şehvet pazarına çevrildi.
“Lâ ilâhe illallâh (Allah’tan başka ilah yoktur) sözü, dinlerini dünyalıkları üzerine tercih edinceye kadar insanları Allah’ın gazabından korumaya devam eder. Ama dünya menfaatlerini dinleri üzerine tercih ederler de yine “Lâ ilâhe illallah” derseler, bu kelime onlara geri çevrilir ve Allah onlara, yalan söylüyorsunuz, buyurur.”[7]
“İnsanların üzerine bir zaman gelir ki, Kur’an (hayattan çekilir ve) yazısından başka bir şey kalmaz. İslam’ın yalnız adı kalır. Kendilerini Müslüman diye adlandırırlar ama insanların İslam’dan en çok uzak olanı onlardır. Mescitleri gayet mamurdur ancak hidayetten harap haldedir. O zamanın fakihleri (din bilginleri) sema gölgesi altındaki şerli olan bilginlerdir. Fitne onlardan çıkacak ve sonunda onlara dönecektir.”[8]
“İnsanlar kendi elleriyle yaptığı ifsadın (bozgunculuğun) bir kısmını dünyada tatsınlar da (isyandan itaate) geri dönsünler diye, karada ve denizde ifsat (bozgun) yaygın hale geldi.”[9]
İnsanlar hayatın akışı içerisinde işledikleri yanlışlardan vazgeçsinler diye Allah Teâlâ onlara birtakım afetler, belalar, hastalıklar, depremler verir. Bu yine o insanların dünyasını yaşanabilir hale getirmek, uyanmalarını temin edip yanlıştan dönmeleri ve tevbe etmelerine bir kapı aralamak içindir.
Ankebût Sûresi’nde zikredilen kavimlere verilen belalara benzer, şimdi de dünyayı kasıp kavuran virüs (taun) salgını var. Gözle görülmeyecek kadar küçücük bir canlı ama şu anda bütün dünyayı tiril tiril titretiyor. Bu, Allah Teâlâ’nın ordularından bir ordudur. “Yerin ve göklerin orduları Allah’ındır.”[10]
“Rabbinin ordularını ancak O (Allah) bilir.”[11] Allah’a (c.c) karşı serkeşlik yapılamaz, Ona karşı kalkan başların akıbeti helak ile neticelenir.
Askerî güçlerine, füzelerine, nükleer silahlarına, ekonomik üstünlüklerine, güvenip Allah’a isyanı ahlâk haline getiren, mazlum milletleri ezen, suyu, toprağı, havayı, nesli, mahsulü, ahlâkı, edepli/iffetli yaşantıyı ifsat edip bozan, dünyanın mütekebbirlerine bu bir uyarıdır. İnşallah bundan ders alır, bu vesileyle hidayete ererler ve inşallah biz de bundan ibret alır, kendimize çekidüzen veririz.
İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, Rûhu’l-Beyân adlı tefsirinde sahih hadîs-i şerîflerden derleyip özetlediği bir hususu ben de sizlere arz etmek isterim:
“Bir toplumda fuhşiyatın ortaya çıkması, açıkça işlenmesi, taun ve acıların yayılmasına; ölçü ve tartıyı eksiltmek kıtlığa, geçim darlığına ve idarecilerin zulmetmesine sebep olur. Zekâtın verilmemesi bereket yağmurlarının kesilmesine sebeptir. Şayet hayvanat olmasaydı yağmur da yağmazdı. Allah ve Rasûlü’nün ahdini bozmak, düşmanların üstünlüğü ele geçirmelerine ve insanların ellerindeki malların alınmasına sebep olur. İdarecilerin Allah’ın kitabı ile hükmetmemeleri, insanların arasına silahın girmesine ve kıtallere sebeptir. Faizi yemek, depremlere ve yerin dibine geçişlere sebeptir. Bir kısımlarının yaptığı zararlar kendi şahısları ile sınırlı kalmayıp umuma sirayet eder. Bu bakımdan denmiş ki, bir kişi bir günah işlese insanlar, hayvanlar, yırtıcılar, kuşlar ve zerreler, mahlûkatın tamamı kıyamet gününde onun hasmı olurlar.
Kurtuluşun yolu, Allah’a tevbe ve itaat ve bozulup ifsat edilenlerin düzeltilip ıslah edilmesine bağlıdır. Muvaffakiyet ve kurtuluş sadece bundadır.”[12]
İnsanlık büyük bir aile; hepsi de Âdem aleyhisselâm’ın evlatları ve ahir zaman nebisi Muhammed aleyhisselam’ın ümmetidir. Bunlardan bir kısmı tebliği kabul etmiş icabet ümmeti, bir kısmı da henüz tebliği kabul etmemiş davet ümmetidir. Bugünün dünyasında basın-yayın yoluyla İslam’ın mesajını herkes duymuş, kimsenin de duymadım diye bir mazereti kalmamıştır. Bizim kimseye bir hıncımız yoktur. Bize düşen vazife; onların da hidayetlerine vesile olup hem dünya hem de ahirette rahmete nail olmalarını sağlamaktır. Aynı zamanda bu, her Müslümanın da dinî bir vazifesidir.
Ya Rab! Ümmet-i Muhammed’den hidayetini esirgeme, umumî merhametinle ümmet-i Muhammed’e merhamet eyle. Âmin Vessalâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî vesahbihî ve etbâihî ecmaîn. Ve âhiru da‘vânâ eni’l-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn.
[1] Buhârî, 4/167.
[2] Ankebut, 29/40.
[3] Enfâl, 8/25.
[4] Beyhakî, Sünen-i Kebîr, 20/263.
[5] Buhârî, 4/24.
[6] Buhârî, 4/169.
[7] Cem‘u’l-Cevâmi‘, 10/736.
[8] Suyûtî, Câmiu’l-Usûl, 13/308.
[9] Rûm, 30/41.
[10] Fetih, 48/7.
[11] Müddessir, 74/31.
[12] Rûhu’l-Beyân, 7/47.