Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla…
Ebedî ve sonsuz hamdler Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’ya mahsustur.
Bizleri, Senin kelâmınla, Senin lisanınla Sana hamd edenlerden eyle.
Bizleri, Senin emrine itaat edip senin hitabınla Habîbine salât ü selâm getirenlerden eyle.
Selâmlarımızı, Selâm ismine mazhar olanlara ulaştır.
Bizleri selâmlarının iâdesine mazhar olanlardan eyle.
Allah’ın izniyle Reyhan’la sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim.
Reyhan hâl lisanı ile der ki:
Mevsimler gelip giderler… Bizler de geliriz ve gideriz. Neticede aslımız yine aslımıza döner.
Bizler bir gün bâtında, bir günde zâhirde oluruz. Sizlerle ancak zâhirde karşılaşır ve bâtından size selâmlar getiririz.
Allah’ın rahmeti, bereketi ve selâmı üzerinize olsun.
Sohbetimizin başında şunu iyi bilmeliyiz ki; âşık yıllarca maşukunun hasretini çeker. Maşukuyla baş başa kalabilen âşıkların sohbetlerindeki zevk birbirlerine olan muhabbetleri seviyesindedir. Dolayısıyla hiçbir âşık bir diğerinin maşukuyla muhabbetinden aldığı zevki gerçek manada anlayamaz ve anlatamaz.
Reyhan hâl lisanı ile sohbetine devam ediyor;
“Bana bakma! Bana ihsan edilen cevhere bak.”
Cevher denince mâsivânın kıymetli mücevherleri aklınıza gelmesin.
Bu işaret edilen cevher, “Bizlere, bizleri Hakk’a kavuşturmak için işaret edilen bir hâl veya sohbettir.”
Dergimizin ilk sayısında âlemleri; Mâdeniyat âlemi, Bitkiler âlemi, Hayvanlar âlemi, Cinler âlemi, İnsanlık âlemi ve Melekler âlemi şeklinde ifade ederek, bu âlemlerdeki varlıkların akıl sahibi olmayanların tamamının, akıl sahibi olanlar için yaratılmış olduğunu da beyan etmiştik.
Akıl sahibi olmayan bu varlıkların her biri, akıl sahipleri için Allah’ı tanıtan birer eserdir.
İşte ben de o eserlerden biriyim. Hâl lisanımla ucu bucağı ve nihayeti olmayan marifetullahın eserlerine bir kapı olduğumu ve benden, beni yaradana bakınca; hâlimden sana, değerine paha biçilemeyen ilim cevherlerini bağışlayan bir bitkiyim.
Benden Hakk’a doğru, fikrinle bakışın ve tefekkürün nispetinde Allah Teala’yı sana tanıtan ilimleri öğrenirsin.
Benden Hakk’a doğru götüren bakışa; tasavvuf düşüncesinde “Tarikat” denilmiştir.
Benden Hakk’a doğru, fikren bakarak tefekkür etmeye başlayınca, tasavvufta “seyr-i sülûk” denilen yola yani eserden Hâlik’ı tanıma yoluna girmiş olursun.
Ben, tarikatı ve ondaki seyr-i sülûk denen yolu, hâlimle size izah etmek için yaratılmışım. Çünkü benim tarikatım; yokluk âleminden varlık âlemine, varlık âleminden de tekrar yokluk âlemine doğru gider. Bu akıl sahibi olmayan varlıklar için tesbit edilen bir yoldur.
Bizler yokluk âleminden varlık âlemine çıkınca size hâlimizle “Dikkat! Bizi var eden O büyük varlığa bakın!” diye sesleniriz. Tekrar yokluk âlemine dönünce de “Bizleri yok eden O varlık, bir gün sizleri de yok edecektir.” diye sesleniriz.
Bitkiler baharda “Ya Mubdiu!” diye zikrederek varlık âlemine gelirler. Tekrar yokluk âlemine dönerken de “Ya Muîd!” diye Rablerini tesbih ederler.
Reyhan hâl lisanı ile:
“Bizim varlık âlemine gelişimiz var edenin (Muhyî); yokluk âlemine dönüşümüz ise var olanları bir gün yok edecek olanın (Mumît) varlığını sizlere hatırlatmak içindir.” der.
Yani bizler “Muhyî ve Mumît – öldüren ve dirilten” varlığı sizlere tanıtmaktayız.
Bizim hâl lisanımızla size ifade ettiğimiz bu manayı hakkıyla tefekkür edebilirseniz, her bitkinin hâl lisanıyla, dünyanın bütün cevherleriyle satın alınamayacak bir manayı sizlere bağışladığını görürsünüz.
Bitkilerin varlıkla yokluk arasında dönüp durmaları, düşünen akıl sahipleri için Hakk’ın varlığına delâlet eden bir işarettir. Bunların bu hallerine “tabiî tarikat”, başka bir ifadeyle kendileri için tayin edilen kanuna mutlak olarak itaat etme hâli denir.
Tefekkür edenler için varlıkların her birinde Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerini tanıtan, marifetullah ismiyle isimlenmiş yollar vardır.
Fakat bütün bitkileri gözleyip onlardan Hakk’a gidecek yolları tespit etmek herkes için mümkün olamayacağından bu bitkilerden birisini seçerek kişi eşyadan Hakk’a doğru yolculuğuna başlamalı, Allah Zülcelâl Hazretlerini ef’âl ve sıfatlarıyla tefekkür etmelidir.
Böylece kişi tasavvufta, seyr-i sülûk denilen marifetullah yoluna girmiş olur. O zaman eşyayı gören kişi, eşyada takılıp kalmayarak o eşyayı yaratanı düşünme mertebesine ulaşır.
Neticede bir bitkiden yola çıkarak Hakk’a giden yolda ilerleyip gayesine ulaşabilenler öyle bir hâle gelirler ki; bütün bitkilerden Hakk’a giden yollarda ilerleme melekesini elde ederler.
Evet, seyr-i sülûk; Allah Teâlâ’yı tanımak için bir tefekkür yolculuğuna çıkmak demektir. Bu düşünceye sahip olarak bu yola girenlere “tarikat ehli” denir.
Böylelikle Hakk’tan gelen kişi, kendisini Hakk’a kavuşturacak olan bir yola girmiş ve o yolda ilerleme gayretine başlamış olur.
Şunu kesinlikle ifade etmek isteriz ki; “tarikat” kişiyi Hakk’a götüren bir yol manasında kullanılmalıdır.
Tıpkı dünya hayatındaki kara, deniz hava veya değişik isimlerle ifade edilen ulaşım yolları gibi.
İnsanların, dünya hayatındaki bu yollarda değişik gayeler için değişik yönlere gittiklerini, dolayısıyla da değişik hedeflere ulaştıklarını bilmekteyiz.
Dünya hayatında varılan yerler, insanların yolculuklarının sona erdiği yerler değildir. Onların asıl yolculukları bitmemiştir.
Hâdiselere bu inançla baktığımızda; ezelden ebede doğru yola çıkıp değişik çile ve imtihanlarla süren yolculuğun maddî yönü bitince kişi için gerçek yolculuğun başlamış olduğunu görürüz. İnsan, dünyada dönüp dolaşmanın kendisine neler kazandırıp neler kaybettirdiğini öğreneceği hesap yerinden sonra, neticede ya cennete veya cehenneme doğru tayin edilen yolculuğuna devam eder.
Bu gruplardan biri yolculuğunu en güzel şekilde tamamlayarak cehennemden kurtulmuş ve cennetleri aşarak Allah’a (c.c) kavuşarak ‘‘innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’’ (Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz. [Bakara, 2/156]) Âyet-i Kerime’sinin sırrına erer. Böylece Allah’tan gelip Allah’a giden yolu tamamlamış olur.
Tarikat “manevî yol” manasını ifade eden bir kelimedir.
Allah Teâlâ, Cin Suresi 11. Âyet-i Kerime’de cinlerden hikâyeten;
‘‘Bizlerden sâlih olanlar da vardır, inkâr edenler de vardır. Bizler ayrı ayrı yollarda idik.’’ buyurduktan sonra aynı sürenin 16. Âyet-i Celîlesi’nde:
“Muhakkak ki onlar tarikat üzere, istikamet üzere yaşasalardı onlara bol bir su içirirdik.’’ buyurmaktadır.
Tarikat olarak ifade edilen Kur’an ve sünnet yolu üzerine yaşayanlara Allah Teâlâ sonsuz ikramlarda bulunacağını vaad etmiştir.
Zikrettiğimiz bu Âyet-i Kerimelerin yanında Nisâ Süresinin 168 ve 169. Âyetlerinde ise:
“Muhakkak ki kâfir olanlar ve zulmedenler var ya, Allah Teâlâ onları asla affetmedi ve hiçbir kurtuluş yoluna da hidayet etmedi. Onları yalnız cehennem yoluna iletti. Orada ebedî kalıcıdırlar…” buyrulmuştur.
Bu Âyet-i Kerime’deki ‘‘tarîk” kelimesi ile Allah Teâlâ Hazretleri, tarikat kelimesinin şer yollar için de isim olarak kullanıldığını bize haber vermektedir.
Özetle diyebiliriz ki; Allah Teâlâ “tarikat” kelimesini tıpkı “sırat-ı mustakîm” gibi yol manasında ifade buyurmuştur. Ve yine diyebiliriz ki bu kelime yani tarikat ezelî ve ebedî bir kelimedir.
İnsanlar tarikatların belli bir tarihte meydana çıktığını iddia ederlerse de bu yanlıştır.
Bu gibilerin hatası tarikatı öğrendikleri kimselerden kaynaklanmaktadır. Onlar, ilimlerini mahlûktan öğrendikleri için tarikatın o insanla başladığını ve nihayete erdiğini düşünmüşlerdir.
Onlar, bir bitkiyi var eden ve o bitkiyi yok eden varlık arasında dolaşıp dururlar. Onlar, o bitkiyi var eden bir varlık olduğunu, bitkilerin varlığı ile ispat ederler. Ama o bitkiyi var eden Hâlik-i Zülcelâli hakkıyla tanıyamazlar.
Onlar, o bitkiyi yok eden bir varlığın olduğunu o bitkinin yok oluş sebebi ile bilirler. Fakat mahlûkâtı var eden, dirilten varlık olduğunu yani bir “Mubdi” olduğunu veya mahlukatı yok eden, öldüren bir varlık olduğunu yani bir “Mumît” olduğunu bilmekle, kişi var edeni ve yok edeni tanımış olmaz. Çünkü bilgi, bir varlığı kabul etmek demek değildir. Yani bir bitkinin dünyaya gelişine kadar gitmekle, Allah’a giden yol öğrenilmiyor.
Başlangıç tarafına bakınca ucu bucağı olmayan bir marifetullah fezâsı görülürken yok oluş tarafına bakınca da önümüze sonu bucağı olmayan bir marifetullah fezâsı açılır. O zaman kâinat insanın nazarında bir zerre haline gelir.
Bunu tefekkür edip Allah’ı tanımak için yol arayan insan, her tarafını kuşatan sonsuz fezalarda yol katetmek için bir manevî Burak’a ve Cebrail (a.s) misali yolu bilen bir rehbere ihtiyaç duyar.
İnsan için akıl bir buraktır. Ama yolu bilen rehber, Kur’an ve sünnete dayalı gerçek ilimdir.
Allah Teâlâ Hazretleri Şura Suresi 52. Âyet-i Celîlesi’nde:
“Ey Rasûlüm! Sana da, evvel ki nebilere vahyettiğimiz gibi emrimizden bir ruh indirdik. O ruh inmeden sen de imanın ve kitabın ne olduğunu bilmezdin. Biz onu bir nur kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla sırat-ı müstakîme hidayet ederiz. Ey Habîbim! Sen de onunla sırat-ı mustakîme hidayet edersin.’’ buyurmuştur.
Bu yol, yani sırat-ı mustakîm diye isimlenen yol, tevhid yoludur. Marifetullah ile Allah Teâlâ’yı tanıma yoludur.
Bizler de aklımızı burak, Kur’an ve sünnetten aldığımız ilmi Cebrail (a.s) gibi rehber kabul edip yola çıkabilirsek; önümüzdeki cehalet sahralarını aşar veya aşmak için ilerlemeye başlarız.
Allah’a gidilen bu yolculukta kimileri yolda kalır. Yahut yolda iken nefsin hevâsına veya şeytanın vesveselerine kapılarak dalâlet yollarına döndürülür.
Bu yolda kalanlar sayılamayacak kadar çok olduğu için Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hz. Ali (k.v)’ye şöyle buyurur: ‘‘Evvela arkadaş, rehber; sonra, yola çıkmak gerekir.” Miraç yolculuğunda Cebrail (a.s) Rasûlullah’a rehberlik etmiştir. Hicret yolculuğunda Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz yolu bilen birisini rehber olarak yanına almıştır.
Bu yolculukta bize ışık tutacak, Kur’an ve sünnetten beslenen, ilmimiz yoksa Kur’an ve sünnet nuru ile bize ışık tutacak bir rehbere ihtiyacımız vardır. Onların bize gösterdikleri yolun sonunda tarikat yine nihayete ermemiştir. Zira marifetullah yolunun ucu bucağı ve sonu yoktur.
Cebrail (a.s) bile Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimize Sidre-i Müntehâ’ya kadar yol gösterebilmiştir. O noktaya gelince ‘‘Ya Rasûlallah! Ben sana ancak buraya kadar rehberlik yapabilirim. Bu makamdan ileri geçemem.’’ buyurur. Bunun üzerine Rasûlullah (s.av):
“Ey Cebrail! Beni buraya kadar sen mi getirdin zannediyorsun. Beni bu makama getiren Rabbime olan muhabbetimdir. Sen beni başka tarafa getirmek isteseydin bunu zaten başaramazdın.’’ buyurmuştur. Yunus (k.s)’un dediği gibi:
İbrahime’m Cebrail’e
Hiç ihtiyacım kalmadı.
Muhammede’m, dosta gidem
Ben tercümânı neylerem.
Konuyu hülâsa etmek gerekirse:
Tarikat yolunun varlığı belli bir tarihe bağlanacak bir husus değildir. Tarikat, marifetullah yoludur.
Tarikat yolunu tarihî bir sürece bağlamak, o yolu bilmemekten meydana gelir.
Maalesef insanlar, ârifleri tanıdıkları tarihleri tarikatın başlangıç tarihi olarak zannetmiştir. Çünkü insanoğlu tarikatı âriflerin eserlerinden okuyup öğrenmiştir.
Dolayısıyla tarikatın; sünnet, müstehap ve sâlihlerin hallerinden meydana geldiğini zannetmişlerdir.
Bu yanlış anlayış tevhid akidesinin sarsılıp bozulmasına sebep olmuştur.
Bir insanın hayatı öğrenilir ve eserleri okunursa, onu tanıyanlar tarikatı ona bağlamaya başlarlar. Birileri de başkalarının eserlerini ve hayatlarını okuyarak tarikatı ona bağlamaya çalışır.
Bu vesile ile insanlar âriflerle tanışırlar. Onların eserlerini ve hallerini örendikçe kendilerini o makam ve hallerde görürler ve başkalarına da o şekilde görünmek isterler.
Dolayısıyla kimisi Hallâc-ı Mansur, kimisi İbn-i Arabî, kimileri Bayezid-i Bistâmî makamına çıktıklarını sanarak onlar gibi davranmaya gayret ederler.
Ehl-i hâl olan ârifler de yoldadırlar. Onlar da ucu bucağı olmayan marifetullah yolunun sonuna varamamışlar.
Çünkü tarikat, insanı vuslat makamına doğru getiren yolun ismidir. Onlar da yolcudur. Allah’tan geliş ezelî olup başlangıcı olmadığı gibi Allah’a gidişin de sonu yoktur.
Bilmelisiniz ki; âriflerin eserleriyle, ancak âriflere kadar gidilir. Ama gerçek ârifler “Ya Rabb! Bizi, sana kavuşmak isteyenlerin yolunda engel kılma.’’ diye yalvarmışlardır. Bundan sonra da yalvaracaklardır.
Tarikat Allah’a giden ezelî ve ebedî yoldur. Tarikat sadece sâlihlerin halleri seviyesine indirilebilecek bir yol da değildir.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri dâr-ı bekaya irtihal ettikten sonra dostlarından biri âlemi manada onu görerek ona:
—Rabbin sana nasıl muamele etti, diye sorar. Cüneyd:
—İnsanlara, Allah’a kavuşmaları için, yaptığım vaazların hepsi yok oldu gitti. İbadetleri için, insanlara anlattıklarım da rüzgâra kapılan un tanecikleri gibi kaybolup gitti. Benim yanımda kalan ise bir gece ihlâs ile kıldığım iki rekât namazdı. Şayet o da olmasaydı helâk olmuştum.” buyurur.
Evet, marifetullah insanın içine ne kadar dolarsa önündeki fezânın ufku da o kadar genişler. O iki rekât gece namazını kıldığı vakit onun önünde marifetullah fezâsı ardına kadar açılmıştı. O, insanlara ilmi kadar işaret etmişti. Fakat neticede önünde açılan fezâdan, bildiklerinin bilmedikleri yanında bir zerre olduğunu gördü.
Evet, artık kendimize çekilip hâlimize dikkat edelim. Tarikat yoluna ciddiyetle yaklaşalım. O yolda ilerlemek için ilmimizi Kur’an ve sünnetle donatalım. O zaman azamet-i ilâhiye sahibi olan Allah Teâlâ’ya doğru çıktığımız yolda muvaffak olabiliriz.
Bundan dolayı tarikatın nasıl bir yol olduğunu öğrenme hususunda ihmâlkârlık yapmayalım. Çünkü nebiler ve sâlihler de şereflerini bu yolda ilerleyebildikleri derecede artırmışlar ve kazanmışlardır.
Evet, bu seyre reyhanla başlamıştık.
Tarikat ehli, bu seyre “seyr fi’l eşya” adını vermiştir.
Biz de reyhanla fikrimizi birleştirirsek, bir eşyadan marifetullaha kavuşabilirsek, Rabbimize ilmen ulaşırız. Sonra Rabbimizden eşyaya döneriz. O zaman her şeyi olduğu gibi tanırız, her şeyden reyhan gibi yine Hakk’a doğru gideriz.
Bizler de reyhanın gelip gittiği gibi, âlem-i emirden, âlem-i halk’e (yaradılış âlemine); âlem-i halk’den de âlem-i emre, ilmen yolculuğa başlarız. Yolun sonunda inşallah cemâl-i ilâhiyeye kavuşarak, yolculuğumuzu en güzel şekilde tamamlamış oluruz.
Allah lütfederse yazılarımıza devam edeceğiz.
Hakk’tan selâm ehl-i Hakk üzerine olsun.
Hakk’tan salât ü selâm ise Rasûlullah Efendimize, âline, ashâbına, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn ve onlardan sonra gelen ümmet-i Muhammed üzerine olsun.
Dualarımızın sonu da “Elhamdülillâhi rabbi’l âlemîn” olsun.