İçeriğe geç

EZHERLİLER VE BİZİM TALEBE-İ ULÛM – I – KAZANLI HALİM SABİT

              Neşre Hazırlayan: Abdullah Taha İmamoğlu*

Son dönem Osmanlı eğitim tarihi açısından önemli olan bu makaleyi medrese talebeleriyle Ezher talebelerini kıyasladığı için neşretmeyi uygun bulduk. Bu yazı 1883 ilâ 1946 yılları arasında yaşayan Kazanlı Halim Sabit (Şibay) tarafından kaleme alınmış ve 9 Temmuz 1325/22 Temmuz 1909 tarihinde Sırat-ı Müstakim [Sebilü’r-Reşad] dergisinde yayımlanmıştır.[1]

Mısır gazetelerinden birinde -sonra da Türkçe bir gazetede- galiba Tanin’de o kadar hatırımda kalmamış. Ezherlilerin Fransızca öğrenmeye başladıklarını okumuştuk. Biz tabii bunu bütün arkadaşlarımızla beraber alkışlamış, sevinmiştik. Fakat bu alkış bu sevincimiz Fransızca öğrenmeye başladıklarından değil belki bir lisan-ı ecnebi öğrenmeye merak ettiklerinden ve bunun lüzumunu hakikaten takdir eylediklerinden ileri geliyordu. Asıl istediğimiz, sevindiğimiz nokta da burasıdır. Yoksa bilhassa Fransızca öğrenmeye başladıklarından değil. Bizim bu hususta ayrıca bir düşüncemiz vardır.

Şimdi ibtida nazar-ı mütalâya alacağımız  bir cihet vardır ki o da acaba Ezherliler bu lüzumu en evvel kendileri mi keşfettiler! Zannederim ki bu muvaffakiyete mazhar olamamışlardır. Zira Ezherlilerin nezdinde tıpkı bizde olduğu gibi böyle kendileri için şiddetli fakat hafî bir surette lazım olan şeyleri takdir edebilecek kadar küşayiş [açıklık, ferahlık] görülmüyordu. Bugüne kadar gördükleri terbiye, aldıkları ders mâ lehum ve mâ aleyhimi bildirecek dereceden daha da uzak bulunuyordu. Zaten bir şeyin lüzumunu, ehemmiyetini takdir edebilmek için en evvel o şeye olan ihtiyacı pek yakından olarak bilmek icab eder. Ezherliler için mesela bir ecnebi lisanının lüzumunu hissetmek henüz mümkün olmuyordu. Zira onlar on beş yirmi sene uğraşarak bildikleri daha doğrusu ezberledikleri bir çok kavaid-i sarfiye ve nahviyenin, öte beri ilm-i kelam ve mantık bahislerinin, ilm-i fıkıh ve usûl meselelerinin kuvvetiyle ve bunların mecmûʻ mürekkebinden hasıl olmuş bir meleke ile bütün mesail-i ictimaiye ve felsefiyeyi halledebilecek bir iktidarı haiz bulunduklarını zannediyorlardı. Dine karşı irad edilen bazı şüpheleri de öylece kendi kendilerine def edebileceklerini düşünüyorlardı.  Filhakika son günlerde bunun pek zor bir iş olduğunu yavaş yavaş hissetmeye başlamışlardı. Lakin yine lüzumu derecesine vardırmıyorlardı. Zira aralarında hamiyetli dinli, hakîmler filozoflar vardı. Ki bütün o hücümlara karşı göğüs geren onlardı. Ezherliler ise uzaktan uzağa ancak âsârı biliyor görüyorlardı. Asıl hücum onlara vasıl olmuyordu. Onun için ihtiyacı da yeknesak hissedemiyorlardı. Ancak sema-yı matbuata akseden bazı alâimini müşahede ediyorlardı.

Birkaç satır evvelisi ‘tıpkı biz de olduğu gibi’ diyerekten kendimizi Ezherlilere teşbih etmiştim. Filhakika o noktalarda bizim Türk talebesiyle Ezher talebesi arasında büyük bir müşahebet vardır. Fakat son noktalarda bizim zavallı Türk talebe-i ulûmu onlardan ayrılıyor. Fakat ayrılıyor da sağ tarafa doğru gidiyor değil belki sol tarafa doğru… İstenilmeyen bir tarafa doğru gidiyor…

Bu ayrılık birkaç cihetten göze çarpıyordu. Evet, bizim hissimiz kapalıydı. Yahut iptal edilmişti. Hariçten dâhilde maneviyatımıza doğru atılan okların cerahatlarını duymuyor, bilmiyorduk. Binaenaleyh biz o vakitler muhatap değildik. Zira uyuyorduk. Mükellef değildik. Çünkü bize hitap teveccüh etmiyordu. O cerahatler yakındı. Kendine iltiyampezir [yara kapanabilir iyi olabilir] oluyor yahut bazı tabipler tarafından tedavi olunuyordu. Bizim bundan da haberimiz yoktu. Biz tatlı tatlı uyuyor, bazen rüyamızda Adalılar,[2] Isamlar[3] bilmem neler ile uğraşır duruyorduk. Nasıl ki, uykumuzdan başımızı kaldırdığımız vakit uyku sersemliğiyle bizzat cerahat-i maneviyelerimizin emr-i tedavisini iltizam eden bir tabib-i hakîmi beğenmemezlik gibi bazı hatalarda bulunmuştuk.

Saniyen; bizim talebe-i ulûmun doğrudan doğruya temasta bulunduğu ilmiyemiz içinde öyle dâhî mütefekkir filozoflar yetişmedi. Bu cihetten de hariçten, dâhilden vürud eden sualler biz de dikiş tutturamıyor bir taraftan geliyor diğer taraftan uçup gidiyordu. Biz mükellef muhatap değildik. Sabî [çocuk] idik, onun için hiç bir şeyden haberimiz olmuyordu.

Salisen; semâ-yı matbuatımızda kesif bir sis, müthiş bir zulmet istila etmişti. Onun için bize dair aleyhimizde aramızda içimizde milyonlarca silsile-i havâdis tekevvün ettiği halde hiçbirinin alâimi semamızda inikâs etmiyordu. Biz böyle kapalı bulunuyorduk.

İşte bütün bu sebeplerden, bu farklardan dolayı bizim talebe-i ulûm velev Ezherliler kadar olsun o ihtiyacı hissetmediler.

Ezherliler ile bizim talebe-i ulûmumuz arasında şu hiss-i ihtiyaç noktasında bir fark tekevvün etti. Tabi bu pek hafi, pek gizli idi. Lakin âsârı pek ʻali, pek aşikar bir surette nümayan [görünen] oldu.

İnkılab-ı ahîrimizi müteakip İttihat ve Terakki Cemiyeti, talebe-i ulûmumuzun hâli perişanisini nazar-ı dikkate almıştı. Onları şu tevâli-i leyl ü nehar ile düşmüş bulundukları girîve-hâhiden [uçurum isteyen] kurtarmak istiyordu. Canımızdan vücudumuzdan sevgili mukaddes dinimizin imdadına yetişebilecek ve umûm kardeşlerimize nesâyih-i hayırhâhânede bulunabilecek maneviyatımıza karşı vukua gelen hücumlardan bizi bi-hakkın vikaye etmeye muktedir ulema yetiştirmek arzu ediyordu. Bunun meydana gelmesi için her türlü fedakârlığı, iyiliği de deruhte eyliyordu.

Düşünelim bu mühim teşebbüse karşı talebe-i ulûm, hocaefendiler vicdanlarında ne gibi his duymalıydılar. Yahut bu teşebbüsü nasıl telakki eylemeliydiler?

İlmiyemizde olan safvet ve vicdaniye ve selamet-i kalbiye nazar-ı itibara alınırsa ve teşebbüs-i mühimme karşı bir hiss-i ihtiram duyacakları, binaenaleyh bunu alkışlarla, istikbal-i memnuniyetle telakki eyleyecekleri tahmin ediliyordu. Hatta talebe-i ulûmun fıtratlarında olan ciddiyet ve gayretleriyle hiç mütenasip olmayan hayat-ı perişanileri buna rağmen de kıllet-i istifadeleri düşünülecek olursa herhalde onların bu teşebbüse peyrev [uyan] olmaları kuvveden fiile çıkması için de bütün kuvvetlerini diriğ [esirgeme] etmeyecekleri istintac olunuyordu. Filhakika aklın, mantığın vereceği neticede bu idi. Fakat mea’t-teessüf onlar öyle yapmadılar. Tahminler, neticeler büsbütün başka çıktı. Bu teşebbüs telʻîn olundu.

Filhakika müteşebbislerce bu hatanın birkaç zatın şahsiyetlerinden tecavüz etmediği yakinen malum  idiyse de ilmiye içinde böylelerinin bulunması kendilerini samimiyetle sevenler için teessüfleri mucib olmuştur. Tabii teşebbüs de sekteye uğradı. Ezherliler böyle yapmadılar. Bizim Türk talebe-i ulûmuna nisbetle fikirce ileride bulunduklarını gösterdiler. Bundan birkaç ay evvelisi idi. el-Ezher’in ıslahını gaye-i emel ederek teşekkül etmiş bulunan cemiyet işe başladı. Evrâk-ı havâdiste görüldüğü vechile Ezherlilere mahsus olmak üzere bir mektep açtı. Burada Fransız lisanı, ulûm-ı felsefeye, vesair dinle münasebâtı bulunan ilimler, fenler öğretilmek isteniliyordu. Ezherliler bu fırsatı ganimet bildiler. Mektebe her taraftan talebe-i ulûm koşuştu. Mektep doldu. Kemâl-i ciddiyetle okumaya çalışmaya başladılar. İşte Ezherliler böyle yaptılar. Biz hep şöyle kahvehanelerde serilip duralım. Bakalım işin neticesi ne olur? Bu hal bizi nereye doğru sürükler? [Devam edecek]

* Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Hadis Ana Bilim Dalı.

[1] Ezherliler ve Bizim Talebe-i Ulum, “Sırat-ı Müstakim [Sebilü’r-Reşad]”, 9 Temmuz 1325, c. II, sy. 46, s. 312-315.

[2] İmam Birgivî’nin (ö. 981/1573) Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulan nahiv eseri İzhâru’l-Esrâr’ın Adalı Şeyh Mustafa b. Hamza tarafından yapılan Netâicü’l-Efkâr isimli şerhidir.

[3] Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulan bir diğer nahiv eseridir.