İçeriğe geç
Anasayfa » EZHERLİLER VE BİZİM TALEBE-İ ULÛM – II – KAZANLI HALİM SABİT

EZHERLİLER VE BİZİM TALEBE-İ ULÛM – II – KAZANLI HALİM SABİT

Neşre Hazırlayan: Abdullah Taha İmamoğlu

Makalemizin baş taraflarında “bu lüzumu acaba Ezherliler kendileri mi takdir edebildiler?” diye bir sual irad ederek cevabını izah eylemiştik. Neticede bu teşebbüs kendileri tarafından vukua gelmeyip hayırhâhâne bir teklif suretiyle kabul ettirildiği anlaşıldı. İşte burada düşünülecek bir nokta var: Gerek efrad ve gerek cemaat kendi ihtiyaçlarını kendileri takdir edebilmeli. Mâ lehum ve mâ aleyhimi anlamalı fakih olmalı ki neticede muvaffakiyete mazhar olabilsinler. Bu kanun-ı menfaattir. Küllîdir. Müstesnası ancak birkaç tanecik olabilir.

Evvelce arzettiğimiz vechile Ezherlilerin kendi ihtiyaçlarını hakkıyla keşfedemedikleri anlaşılmıştı. Bu halde ihtimal ki Ezherliler de netice itibariyle muvaffakiyet-i matlûbeye vâsıl olamayacaklardır. Ben bu hususta bedbinim [kötümserim]. Zannederim ki öyle olur. Tam istedikleri gibi fayda elde edemezler. Kâriîn-i kirâmdan rica ederim. Bu davadan dolayı bendenizi tahtiede acele buyurmasınlar. Meseleyi azıcık izah edelim de me’mûldür ki haklı olduğum meydana çıkar.

Ben esasen talebe-i ulûm için bir lisân-ı ecnebî öğrenmenin lüzumuna çoktan kâniʻim. Asıl tenkit etmek arzu eylediğim nokta burası değildir. Belki hangi lisanı öğrenmeli, talebe-i ulûm için hangi lisan netice itibariyle faydalı olur? İşte burasını azıcık teşrîh etmek isterim.

Ezherliler, Fransızca lisanını kabul eylemişlerdir. Fakat ben bu noktada onlara muterizim. Fransızca lisanını öğrenmekte onlar için büyük  bir fayda ümit etmiyorum. Belki az çok ziyanları da olabilir. Arzu ettikleri neticeye vasıl olamazlar. Hele burası pek muhakkaktır. Bu noktayı ispat edebilmemiz için ibtida Fransızları tanımamız lazımdır. Fransızlarda en evvel göze çarpan cihet fikr-i dinî bulunmaması, maneviyatlarının bol boluna ifrat, tefrit ile tesemmüm etmiş olmasıdır. Ulema-yı me’mûrîn-i ricâl, erbâb-ı fünûn hep yanlış nazariyeleri takip ederek fikr-i dinîleri, maneviyatları sönmüş pestifratta sürünmekte bulunmuşlardır. Halbuki fen, ilim, felsefe hep bunların elindedir. Matbuatın sahibi de bunlardır. Zannederim ki vazifeleri maneviyata hizmet etmek olan erbâb-ı din, talebe-i ulûm, hocalar için bunlardan ders almak, yollarını takip yahut hiç olmazsa buna alışmak her halde netice itibariyle o kadar da ümitli görünmüyor. Burası esas meseleyi anlayanlarca hemen bedâhet derecesinde vazıhtır.

Rahipleri, papazları, mütedeyyinleri ise din olmaktan başka İslamiyetle hiç bir münasebeti olmayan Katolik mezhebine sâlikdirler. Şu yirminci asırda Katolik ruhanilerinden öğrenebileceğimiz –farz edelim- şeylerin de pek ziyade işe yaramayacağı meydandadır. Kaldı orta sınıf, bunlarda o iki tarafın bâr-tazyiki nüfuzu altında ezilmiş, ruhları sönmeye yaklaşmış bir kısım ahaliden ibarettir. İşte Fransızca şu arzettiğimiz sınıfların lisanıdır. Binaenaleyh bu lisandan talebe-i ulûmun hocaların istifade edebileceklerini katiyen ümit etmiyorum. Zannederim ki Ezherliler bu hakikate vakıf ola idiler Fransızca’ya hiç yaklaşmazlardı. Madem ki Ezherliler bir ecnebi lisan bilmenin lüzumunu hissediyorlar bu halde doğrudan doğruya İngilizce yahut Almanca öğrenmeli, öğrenmeye çalışmalıdırlar. Müteşebbisler onları bu yolda irşad eylemelidirler. Böyle yapmak icab ederdi.

Bu iki lisanın sahibi olan İngiliz, Alman kavimleri Fransızlara nazaran fikr-i dinîce, metanet-i ahlakça pek çok ileridirler. Terbiye-i ictimaîleri, ilim ve fenne olan intisapları da Fransızlardan eksik değildir. Hele fıtratça daha ciddi daha müteşebbislerdir. Şimdi zamanımızda bu cihet bir mesele-i hayatiye hükmünü almıştır. Halbuki bir kavmin lisanını öğrenmek, okumak, ahlak, adet vesaire birçok secâyâ-yı mıntıkalarına kapı açmak demektir. Bu kapıdan iyi kötü her türlü secâyâ girebilir. Bazen olur ki bu iki nevʻ-i seciyeden biri girmiş olduğu kavmin muhitini kendisi için daha müstaid bulur. Neşv ü nemaya başlar. İyi bir seciye ise pek güzel, fakat kötü ise… İşte işin fenası burada çıkıyor. Zaten kötülük insanların damarlarında kendisi için pek ziyade müstaid noktaları intihâba asla güçlük çekmez. Nefs-i emmarede kötülüğü kemâl-hâhişle istikbal eyler. “İnne’n-nefse le emmaretün bi’s-sui/ Şüphe yok ki nefis fenalıkla pek ziyâde emredicidir” (Yusuf, 12/53). İşte bunun için bir kavimden diğerine intikal eden secâyânın mukaddimesi daima kötülük olagelmiştir.

İşte bütün şu mülahazalardan anlaşıldığına göre bir lisan-ı ecnebi ihtiyarı hususunda son derece ihtiyatla riayet etmemiz icab eyler. Bilhassa biz de kavmimizde olduğu gibi doğrudan doğruya ahali ile millet ile temasta bulunan talebe-i ulûmun, hocalarımız için bu husus daha ziyade kesb-i ehemmiyet eyler. Binaenaleyh bu lisan kapısını mehmâ emken güzel bir cihetten açmaya gayret etmek nazar-i itibara alınacak daha bir cihet var. Esas mesele mevzû bahsedilirse arzedeceğimiz bu cihetin de büsbütün ehemmiyetten ârî bir şey olmadığı meydana çıkar zannederim. Bugün İngilizlerin, Almanların mezheb-i dinîleri Protestanlıktır. Bu mezhep çok tadiller neticesinde Katoliklik’ten taassuptan iyice uzaklaşmıştır. Bundan dolayı sâlikleri -ki ekseriyetle İngiliz ve Alman kavmidir- yazdıkları eserlerde de din, mezhep aleyhine o kadar hâme-rân [kalem oynatmak] olmamışlardır. İlimleri, fenleri, mezhepleri Katoliklik olan daha doğrusu büsbütün dinsiz olan Fransızlar kadar bütün bütün din maneviyat aleyhine sevk eylemişlerdir. Binaenaleyh zaten müstaid olan talebe-i ulûmumuz bunların matbuatından ilimde, felsefede, tarihte birçok istifadeler temin edebilirler. Diğer cihetten hocalarımız  Protestan papazlarının, misyonerlerinin etraf-ı âleme intişar ederek yüz bin zahmetlere katlanarak milyonlarca lira sarf ederek hilm, şefkat, mülayemet ile insanların damarlarına bütün varlıklarıyla nüfuz etmek istediklerini yakından temaşa edebilirler. Bu suretle bir hiss-i meşrû, hiss-i irtikâb uyanır. Ne kadar derin bir uykuda olduğumuz işte o vakit meydana çıkar. Biz de tedârikâtta bulunur, müdafaa-i meşrûʻamıza yol açarız…

Şurasını da unutmayalım ki bugün âlem-i İslamiyet doğrudan doğruya en ziyade Protestanlar ile daha doğrusu İngilizler ile hâl-i temasta bulunuyor.   Adeta bazı yerlerde müşterek bir hayat takip ediyor. Beraber dönüyor. Yüz milyon İslam’ı hâvî olan kocaman Hindistan ve hıtta-i Mısriyye [Mısır ülkesi] bugün İngilizlerin taht-ı istila ve nüfuz-ı siyasileri altında bulunuyorlar. Hülasa diyebiliriz ki bugün küre-i arzda olan nüfus-ı müslimîni irâe eden adedin hemen nısfına karîb bir yekünü İngilizlerin nüfuzu altındadır. Madem ki İngilizler ile bu kadar büyük bir mikyas üzere hâl-i temasta bulunuyoruz, bu halde onların lisanına olan ihtiyacımız pek vâzıh ve tabiî bir tarzda tezahür ediyor.

Filhakika bizim kardeşlerimizle anlaşabilmemiz için hamdolsun İngilizce’ye ihtiyacımız yoktur. Ulemâ-yı İslam’ı etrafına cemʻeylemiş olan Hz. Kur’ân’ın lisanı bu hususta bize kifayet eyler. Fakat İngilizlerin kardeşlerimize karşı tevcih eyledikleri vaziyeti kardeşlerimizin onlara karşı olan mevkilerini tayin edebilmemiz için şimdi bizde ahalinin pîşdârı menzilesinde olan ulemâ-yı dinin bu lisanı bilmelerinde birçok faideler olabilir. Zannederim.

Burası da dikkat olunacak bir noktadır: Bugün küre-i arzın en ziyade münteşir lisanı İngilizcedir. Burada İngilizce olarak çıkmış bir kelimenin sadası tâ Amerika’nın en hücrâ köşelerinde kâin maden kuyularında zir-i zeminde, en tenha orman içlerinde olan mezraalarda çiftliklerde aksendâz [devamlı akseden] olur.

Binaenaleyh bu cihetten de İngilizce’nin Fransızca’ya nisbeten rüchanı meydana çıkıyor. Bu da vârid-i hâtır oluyor. el-Ezher’i ıslah etmek emeliyle teşekkül etmiş olan cemiyet belki Ezherlilere İngilizce’yi öğretmekte bir mahzur-ı siyasi tasavvur etmiş olabilir. Pek güzel, İngilizce’de onlar için bir mahzur-ı siyasi vardır diyelim. Fakat Almanca’da ne var? Muhakkak değil midir ki erbâb-ı din için Almanca, Fransızca’dan daha da ileride yürütülebilr. Zaten şu arzettiğimiz mütalaâttan talebe-i ulûm için İngilizce’den sonra Almanca teayyün ettiği pek güzel anlaşıldı. Zannederim.

Şunu da ilave edelim ki Ezherlilerin İngilizce bilmesinde ne gibi mahzur olabilir. Şüphesiz bu bir hayaldir. Bir kavim, bir sınıf diğer bir kavmin lisanını bildiğinden onun nüfuz-ı siyasisi altında kalması yahut bu ciheti kolaylaştırması hiç lazım değildir. Bunu hiçbir mantık icab etmez. Tarih bunun yüzlerce misal-i münakızını gösterebilir. Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar hep Osmanlı Türkçesi bilirlerdi fakat bu hal onların kesb-i istiklal edebilmelerine bile mani olamadı. Bunun bir faide-i siyasisi görülemedi. El verir ki millet-i ruh-ı kavmiyet muhafaza edilsin de üzerine ancak bir kuvvet ilave olunsun. İşte bu her türlü nüfuzların, istilaların yegane müdafiidir. Kavmin yegane muhafızıdır. Binaenaleyh böyle tasavvurlara kapılarak doğru yol varken çıkmaz sokaklara girmek doğru olamaz zannederim.