İçeriğe geç
Anasayfa » FATİH CAMİİ’NDE GEÇEN BİR ÖMÜR – FATİH CAMİİ EMEKLİ BAŞMÜEZZİNİ HAFIZ AHMET AKTAŞ

FATİH CAMİİ’NDE GEÇEN BİR ÖMÜR – FATİH CAMİİ EMEKLİ BAŞMÜEZZİNİ HAFIZ AHMET AKTAŞ

Mülâkat: Ahmet ÇinarAhmet Doğru

Muhterem Hocam, mülakatımıza doğumunuzdan, aile efradınızdan, doğdunuz çevreden bahsederek başlayabilir miyiz?

1939 yılında, Temmuz’un 16’sında, Bursa İnegöl Kazasının Sulhiye Köyünde doğmuşum. On altı yaşına kadar köyde kaldım. İlkokulu orada bitirdim. Köy hocamızdan da yarım hafız olana kadar, bir köy imamlığı yapacak kadar okuduk. Ama ben arzu ettim ki biraz daha bir şeyler öğrenelim. O zamanlar radyolarda Cuma sabahlarında filan Kur’an-ı Kerîm okunmaya başlamıştı. Onları dinlerken de bir aşk, heves geldi. Nasıl yapmalı dedik; İstanbul’a yöneldik, geldik, elhamdülillah. 56 senesinde Gönenli Hocaefendi’ye talebe olduk. Kendisi o sıra Sultanahmet’te imamdı. Ona talebe olduğum zaman dedi ki, “Hafızlığını Dülgerzade’de yapacaksın, filan yerde kalacaksın. Orada Arapça okuyanlar var, onlarla Arapça okursan okursun, okumazsan önce hafızlığı bitir, Arapçayı sonra okursun.” Biz ikisini de beraber okuduk, elhamdülillah. Ordu Caddesi’nde bir daire tahsis edilmişti Hocaefendi’ye, orada on iki kişi kalıyorduk biz. Aşağı yukarı orada iki buçuk sene kalarak hafızlığımı bitirdim. Dülgerzâde Kur’an Kursu’nda merhum (kesik bacaklı) İsmail Efendi’den talim okudum. 59 senesinin Eylül’ünde Erzurum Pasinler’e askerlik için gittim.  İki sene er olarak askerliği yaptıktan sonra tekrar İstanbul’a geldim. Yine Gönenli Hocamıza talebe olduk. Bir sene filan sonra Beyoğlu Müftülüğünde müezzinlik imtihanı açıldı. İmtihana girdim, kazandık. Kazandıktan sonra müftülüklere dilekçe vermek gerekiyordu o zaman. Ben de Fatih Müftülüğüne dilekçe verdim. Hırka-ı Şerif Camii’nde 06.06.1962’de müezzin-kayyım olarak göreve başladım, elhamdülillah. 1967’nin Ekim Ayı’nda oradan Fatih Camii’ne naklen görevlendirildim, 2004 yılına kadar burada müezzinlik görevi yaptım.

Yani otuz yedi sene Hocam, maşallah.

Evet, otuz yedi sene Fatih Camii’nde, beş sene de Hırka-ı Şerif’te, toplam kırk iki sene.

İşte bu meyanda, hafızlık yaparken Arapça da okudum. Arapça okuyan başka talebeler de vardı. Emsile, Bina, Maksud, Avamil, İzhar. Zaten köyden gelmeden köyde de okumuştuk onları, köydeki hocamız okutmuştu. O hocamız çok meraklıydı, okuturdu. Kendisi İstanbul Fatih medreselerinin talebelerindendi. İsmi Abdullah Aşkı Müftüoğlu idi. Aslen Batumlu idi, yani Gürcü’ydü. Başka talebeleri de vardı hocamızın. Hatta ben geldim, Hocaefendi’nin talebelerinden üç tane daha talebeyi buraya getirdik sonra, buraya gelmesine vesile olduk, elhamdülillah. Birisi Draman’da müezzindi vefat etti; birisi dayımın oğlu Vefa’da müezzindi o da vefat etti; birisi de ticarete yöneldi, o da okudu ama. Hocamızdan Allah razı olsun.

Arapçayı burada kimden okumuştunuz Hocam?

Konyalı bir Selahaddin Efendi vardı, Ermenekli Hoca’nın talebesiydi. Tefsir falan okuyordu onlar, o da bize Arapça okutuyordu orada. En son Mehmet Açıkgöz ve Mahmut Kaya’dan Arapça okuduk. Mahmut Kaya şimdi profesör oldu.

Sonra, Gümülcineli Hocaefendi’ye talebe olduk, nasip oldu. Benim köyden bir arkadaşım da onun devamlı talebesiydi. Daha önce o benden bahsetmiş, demiş ki “Hem hafızlık yapıyor, günde bir yaprak ezberliyor hem de Arapça okuyor.” Netice-i kelam, bir gün geldim buraya Gümülcineli Hocaefendi’nin kendi talebeleri oturmuşlar halka şeklinde, Hocaefendi de oturmuş. Onun aynı zamanda güzel hattatlığı vardı. O gün bir yazı yazmış, “Bunu kim okursa ona vereceğim.” dedi. Talebelerine veriyor sırayla, bakıyorlar, deniyorlar, hiçbiri okuyamadı. Biz de onun talebesi değiliz ya halkanın içinde değilim o yüzden, dışında oturuyorum. Hocaefendi bana “Sen de okur musun?” dedi. “Hocam bir deneyeyim.” dedim ben de. Bir kelime vardı zor olan, öbür tarafı anlaşılıyor zaten. “حِمْيَة” (hımye) kelimesi, herkes “حَمِيَّة” (hamiyye) diye okuyor, olmuyor. Ben dedim -bilerek değil o da hikmet-i ilahi Allah’tan olacak- o kelimeyi değiştirip öyle okuyayım; “المِعْدَةُ بَيْتُ الدَّاءِ، وَالْحِمْيَةُ رَأْسُ الدَّوَاءِ” Hocaefendi, “Sen.” dedi “Biliyor muydun bu yazıları?” Dedim, “Hocam köydeki hocamız da bize yazıyı öğretmişti.” Allah rahmet etsin. Talebenin çoğu yazı yazmasını bilmez biliyor musun, eski Türkçeyi yani. Öğrenmiştik biraz, onun da faydası oldu. Öylece okuduk, onu bize hediye etti netice-i kelam. Hocaefendi “Kimsin?” diye sordu. Ben, “Nuri Hoca’nın hemşerisiyim.” deyince, “Hafız Ahmed sen misin?” dedi. “Benim.” dedim. “Sen.” dedi, “Bana talebe olabilirsin. Ben talebe kabul etmem ama seni tercihen alacağım. Çünkü kazandın sen bu ödülü.” Hocaefendi’ye bu şekilde talebe olduk. O yazıyı da verdi bana, bir Sarf kitabım vardı, onun içine koydum yazıyı. Birisine emanet mi verdim bilemiyorum, Hocaefendi’nin verdiği diğer şeylerle beraber o kitap da kayboldu. Arıyorum tarıyorum yok, üzülüyorum. Geldim ertesi gün bir de baktım güzel bir kâğıdın üzerine “tuğra” şeklinde bir yazı yazmış. “Okursan bunu da sana veririm, okumazsan vermem.” dedi. Evirdim çevirdim, “Ahmed Aktaş yazıyor.” dedim. “Aferin bunu herkes okuyamaz, nasıl okudun sen.” diyerek iltifat etmişti, Allah rahmet eylesin.

Ben geldiğimde Hidaye okunuyordu. Gümülcineli Efendi Arapça okuturdu, Tefsir okuturdu, Akaid okuturdu, bilhassa Fıkıh üzerinde çok dururdu, özellikle Hidaye. Hidaye zor bir kitaptır, onu okuturdu talebelerine. Belirlenmiş talebeleri vardı, biz de onların yanında yamak olarak öyle devam ettik, elhamdülillah. Askerlik geldi çattı, askere gidip geldikten sonra yine Hocaefendi’yle biraz devam ettik. Görev aldıktan sonra, o zaman herkes kültür (ortaokul, lise) derslerine yönelmişti, ona özendik biz de. Velhasıl-ı kelam, ilkokul mezunuydum. Okul dışından hazırlandım. Ortaokul imtihanına girdim. Bir sene gibi bir zamanda bitirdim, iki dersim kaldı. Neyse, o iki dersten borçlu olarak liseye de devam etmeye başladım, o dersleri de verdik. Liseyi bitirmek üzereydim Fatih Camii’ne geldim. 71-72’lerde filan lise bitmiş oldu. Üniversite imtihanına girdik, şansımıza yüksek puan tutturduk. Bizi o zaman yaş tahdidinden dolayı Yüksek İslam Enstitüsü’ne almıyorlardı, oraya giremedik yani. Giremeyeceğim için de imam hatibe yönelmedim, düz lise okuduk. O zaman İşletme Fakültesi yeni kurulmuştu, oraya gittik. Üniversiteyi bitirdiğim sıralardaydı sanırım, 82 darbesi oldu 12 Eylül’de. O darbede ortalık karıştı. Üniversiteyi benden evvel bitirip de imamlığı, müezzinliği bırakıp başka yere gidenler olmuştu, pişman oldular sonra ama. Ben gitmedim, burada devam ettim. İşte ben liseye, üniversiteye başladığım zaman Hocaefendi’den koptuk. Hatta “Ne zaman geleceksin bana?” diye sorardı. “Hocam şu bitsin geleceğim, şu bitsin geleceğim.” diye cevap verirdim ama bizim bitmedi, Hocaefendi’nin ömrü bitti, gitti. Allah rahmet eylesin.

Emin Saraç Hocamızı da tanıdık burada. Gümülcineli Efendi’den o da okumuştur ama çok değil, kendi de öyle derdi. Emin Saraç Hocamız daha çok, Ali Haydar Efendi’den ders okumuş, sonra Mısır’a gitmiş, oradan dönünce kendisi burada ders okutmaya başlamış, Gümülcineli Hocamızın yerini almıştır. Biz de burada görevli olduğumuz için bizim de ünsiyetimiz vardı Hocaefendi’yle, saygımız sonsuz, hürmet ederdik. Bir gün burada oturuyordum, o da geldi, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın; “Sen bizim derslere niye devam etmiyorsun?  Gümülcineli Hocaefendi’den epey ders okumuşsundur. Bizim derslere de devam etsene.” dedi. Ondan sonra, Elhamdülillah, fırsat buldukça devam ettik derslere. Hiç unutmam, ben başladığım zaman İbn Kesîr’den Sûre-i Yûsuf okunuyordu. İbn Kesîr bittikten sonra Safvetü’t-Tefâsîr okuduk. En son Hâzin Tefsiri’ne devam ediyordu Hocaefendi, onu da hızlı hızlı okuduk. Ömrünün bitmesine yakındı, hastalandı ondan sonra. Allah rahmet eylesin. Hocamız Fatih hayranıydı, aşığı idi. Fatih Sultan da onu bırakmadı, kendi haziresine aldı onu.

Bizim hem böyle görevimiz hem kısmen de olsa okumamız dolayısıyla ömrümüz Fatih Camii’nde geçti. O zamanlarda dedim ki, “Ya Rabbi! Böyle mübarek bir yerde bize hizmet nasip eyledin. Bize öyle bir imkân ver ki Fatih Camii’ne yakın bir yerde de bir mesken edinelim de cemaat olalım Fatih Camii’ne.” Mevlam bir daire ihsan etti Haliç Caddesi’nde, elhamdülillah, oturduk. Şimdi de orada oturuyorum. Şimdi bana diyorlar ki, “Yahu başka camiye niye gitmiyorsun?” Diyorum ki “Mevla’ya söz verdim Fatih Camii’ne cemaat olayım diye. Mevla bana onu ihsan etti, şimdi ben başka yerlere gidersem sözümde durmamış olurum.” Geliyoruz Fatih Camii’ne, anahtar hala bende var, sağ olsun arkadaşlar da geldiğim zaman, “Hocam kayyımhane de senin mahfil de senin.” diyorlar.

Aklıma geldi şimdi; eskiden nöbetçi olduğumuz zaman burada yatardık, uyurduk, yorganımız filan vardı. Bir keresinde bir rüya gördüm: Mihrabın tam sağ tarafındaki pencerenin içerisinde, şöyle dizlerini de hafif toplamış sağ omzuna yatmış şekilde Fatih Sultan’ı gördüm, oradan bu tarafa bakıyordu. Bir keresinde de buradan çıktım, türbe sokağına doğru giderken türbeden bir projektör gibi bir şeyin, bir ışığın kapıdan çıkana kadar beni takip ettiğini gördüm rüyamda. Rüya bunlar ama rüyaların da hakikat payı vardır. Ben de diyorum ki Fatih Sultan Hazretleri bizi bağladı buraya herhalde, gidemiyoruz, Elhamdülillah da gitmiyoruz. Mevla’ya şükürler olsun. Hâsıl-ı kelam burada böyle istimrar-ı ömür devam ediyoruz, elhamdülillah. Mevla’ya şükürler olsun, Allah’a hamd ü senalar olsun. Çok arkadaşlarımız gitti. Bizim de yaş oldu 83.

Hocam, İslam harfleriyle eğitimin, Kur’an-ı Kerim taliminin yasaklandığı dönemin size etkisi oldu mu? Bu minvalde eğitim konusunda zorlukla karşılaştınız mı?

Bizim okuduğumuz zaman 50’den sonraydı. Ondan evvel hakikaten öyleydi de biz onu hissetmedik. Bu noktada, Allah rahmet eylesin, köydeki hocamın bir hatırasını nakledeyim:

Kendisi medresede okurken Çanakkale Harbi patlak veriyor. O zamanlar medrese talebesi askere gitmezdi. Ama bu sefer, İttihat Terakki iktidarda, “Çanakkale’ye dışarıdan büyük güç, kuvvet geliyor, önlememiz için askere ihtiyacımız var. İsteyen askere gidebilir.” diye savaşa iştiraki kişinin kendi ihtiyarına bırakmışlar. O zaman talebenin büyük bir kısmı da askere gitmiş oradan. Benim hocam da askere gidenler arasındaymış.

Çanakkale Harbi bittikten sonra Doğu’ya gitmiş. Kazım Karabekir Paşa’yla birlikte olmuş, Ermenilerle çatışmışlar bir süre de. Hocam şöyle anlatıyordu; “Ben bir müfrezenin kumandanıydım. Ermeniler ile çok mücadele ettik. İş bittikten sonra Kazım Karabekir Paşa beni Mustafa Kemal Paşa ile tanıştırdı, kendisiyle ufak bir sohbetimiz oldu, benim durumum onun hoşuna gitti, bize böyle adam böyle hoca lazım, dedi. Sonra Paşa, kendi el yazısıyla bir ferman yazıyor; “Hocaefendi istediği yerde vaaz edebilir, istediği yerde talebe okutabilir.” Allah’tan, “istediği yerde talebe yetiştirme” kaydını da eklemiş oraya. “Ne işime yaradı bu ferman biliyor musun?” diye sorardı Hocaefendi. O malum sıkıntılı zamanda İnegöl’de talebe okutuyordu Hocaefendi, hep köylere molla yetiştirdi. Hocaefendi’yi şikâyet ederlermiş talebe okutuyor diye. Hocaefendi “Mahkemeye çıktığımda fermanı koyardım hâkimin önüne, bakardı hâkim, “Hocaefendi fazla göze batma, hadi güle güle.” derdi. Hemen çıkardım.” diyordu. O muhitte, bilhassa Domaniç, Kütahya, Bursa çevrelerindeki köylerde çok imam talebesi vardı Hocaefendi’nin. Allah rahmet eylesin, çok gayretliydi. O bizim köye geldiğinde bizim köy, çocuklarımız okusunlar diye onu imam olarak tutmuşlar, işte kısmet bize denk geldi. O zaman ben ilkokulu bitirmiştim, iki sene orada okuduktan sonra İstanbul’a geldik.

O zamanlar köylere bu şekilde mi imam bulunuyordu Hocam?

O zaman maaş diye bir şey yok. Köylü kendi imkânlarıyla ayarlardı, mesela seneden seneye, harman zamanı yarım kile, bir kile buğday verirdi. Otuz kiloya bir kile derdik. Hane başına Hocaefendi’ye hak verilirdi; hak derlerdi, muhtara hak, hocaya hak… O zaman devlet sıkıntı içerisindeydi; devletin, ordusuna bakacak, askerine bakacak imkânı da yoktu. Öyle bir zaman geçirdi Türkiye. Biz o zamanları az-çok gördük işte. Allah Teâlâ bir daha da göstermesin kimseye.

Hocam burada gördüğünüz hocaefendilerden biraz daha bahsedebilir misiniz?

Kesikbacak İsmail Efendi çocuklukta biraz yaramazmış. Tramvay kazası geçirmiş, bacaklarını kaybetmiş sonrasında. Tedavi olduktan sonra, onun dayısı Serezli Hocaefendi vardı, Yavuz Selim Camii’nin imamıymış, talebe okuturmuş, o, “Artık bu bana yarar demiş.” İsmail Efendi’yi yetiştirmiş. Afyon’da Kur’an kursu açmışlar. Orada bir müddet okuttuktan sonra Dülgerzade’ye nakli yapılıyor. Vefat edene kadar Dülgerzade Kur’an Kursu’nda devam ediyor Hocaefendi. Hafız yetiştirdi, talim okuttu, kıraat okuttu, aşere takrib okuttu. Mukabele de okurdu. Mustafa Demirkan, İsmail Efendi’yi sırtında taşıyarak getirirdi; camiin arka tarafında dolapların yanında kadın cemaat olurdu, onlara okurdu. Hocaefendi’yi rahmet-i Rahman’a da Mustafa Hoca uğurladı.

Ben kendisine talebe olduğumda yüksek şekeri vardı, bundan dolayı gözleri de az görüyordu, sesi de bozulmuştu. Ezbere dinlerdi zaten, gençliğinde sesi de güzelmiş. Talim ettirirken makam istemezdi, herkes kabiliyetine göre okurdu. İlla şöyle okuyacaksınız, diye ısrar etmezdi. Kurallara uyuyor musun uymuyor musun ona bakardı. Hocaefendi’nin iki üç tane kalfası olurdu. Kendi başına herkesi dinlemesi mümkün değildi. Öğlene kadar bitirirdi. Öğleden sonra çok ekstra bir durum olursa okuturdu. Herkesi okutmazdı öğleden sonra.

Ben Mekkî Efendi’ye de yetiştim. İmam odasının önündeki direğin dibinde kürsüsü vardı. Galiba hoparlör sistemine geçince, tek merkezden olunca o dersler de kalktı. Hoparlörden vaaz başlayınca Mekkî Efendi rahatsız olurdu. Zaten çok değil dört beş tane cemaati vardı.

Bekir Haki Efendi de Cumartesi günleri hadis dersi yapardı, kürsüye çıkmaz, kürsünün dibine otururdu.  Cemaati de umumiyetle hocalardan oluşuyordu. İsmail Efendi gelir, tam karşısına otururdu. Bekir Haki Efendi yeri geldiğinde bir ayet-i kerime okurdu, “Azizim İsmail Efendi, kusurumu bağışla, ben hafız değilim.” derdi. İsmail Efendi kurra hafız olduğu için ona iltifatta bulunurdu. Ders sona erince cemaat hemen dağılmaz, burada sohbet edilirdi, sonra dışarı çıkar, çay içerdik. Yine bir gün burada oturuyoruz, cemaatten birinin ayakkabısı çalınmış, adam pürtelaş buraya geldi, “Ayakkabımı götürdüler, bulamadım.” dedi. Birini görevlendirdik ayakkabıyı belki yanlış yere koymuştur diye camiyi beraber dolaştılar, geldiler, bulamadılar tabii. Adam, “Haram olsun, şöyle olsun, böyle olsun…” diye söylenmeye başladı. Bunun üzerine Bekir Haki Efendi, “Azizim kardeşim, helal et, haram etme.” dedi. Adam, “Hocam nasıl olur?” deyince, Bekir Haki Efendi, “Beni dinle! Hakkını helal et, mahşerde hesaplaşacaksınız. O herifin yüzünü görme; o zaten Allah’ın lanetine uğramış, sen haram etsen de ayakkabının geleceği yok zaten.” diye cevap verdi. 

Gümülcineli Hocaefendi, nur içinde yatsın, Gümülcine’den gelmiş medreselerin aktif olduğu zamanlarda. Burada Fatih Medresesi’nde dayısı müderrismiş. Dayısının yanına gelmiş, medresede okurken medreseler lağvoluyor, o sıra dayısı da vefat ediyor. Ama Mustafa Efendi Hocamız Gümülcine’ye bir daha dönmüyor, kendisini Fatih Camii kütüphanesine kapatıyor, ömrü kütüphanede geçmiş Hocaefendi’nin. Medreseyi de iyi okumuş, yani çözemeyeceği bir ibare yoktu onun. Sonra hep burada talebe okutmuş; Şemsettin Yeşil, Muzaffer Ozak filan hep Hocaefendi’nin talebeleridir. Hatta İslam alfabesiyle okumanın, okutmanın yasak olduğu dönemlerde bile hünkâr mahfiline çıkar, orada okurlarmış. Ben geldiğim zaman da aşağı yukarı sekiz-on tane talebesi vardı, müezzin mahfilinde okuturdu. Burada da (şimdiki müezzin odasının ön tarafı) bir maksure vardı.  Bu maksure içerisinde sarkaçlı saatlerden vardı, Hocaefendi ikindiden sonra gelir o saatin dibine otururdu, vatandaşlara sohbet ederdi, soru sorana cevap verirdi.

Hocamızın hiç parası, pulu, medresesi yoktu. Bu çevreden üç-beş tane talebesi vardı, onlardan yer içerdi. O şekilde istimrar-ı ömür ederdi, Allah rahmet eylesin.

Onlardan birisi Mehmet Kayan Hoca mıydı Hocam? 

Evet, Mehmet Kayan Hocanın babası da burada hocaymış zaten. Onun bir bakkal dükkânı vardı, Gümülcineli Hocaefendi oraya gider, orada karnını doyururmuş. “Hocaefendi karnın aç mı?” Hemen bir peynir ekmek hazırlanırmış.

Sonra Sırrı Ayvazoğlu diye bir hoca hafız ağabeyimiz vardı. Onun evi de bu civardaydı, onun evine de çok gidermiş Hocaefendi, orada ders de okuturmuş. Sakıp diye bir talebesi vardı yine, şu yol üzerindeydi evi. Hocaefendi onun evinde vefat etti hatta. İşte bu evlere teklifsiz giderdi.

Ambarlı Salih Efendi vardı bir de. Evet, hocamızın en iyi talebelerinden birisi de oydu, saraç Salih Ambarlı. Mustafa Demirkan ile son zamanlarda, onun evinde çok ders okudular. Resmî bir vazifesi yoktu, kendisi derici idi. Bu caminin kapılarının perdelerinin onarımını hep kendi yapardı. Bunun için kimseden para almazdı. Sonra çocuklarına, ustalarına, ihtiyaç olduğu zaman o perdelerin hepsini hiç para almadan yapacaksınız, diye de vasiyet etmiş. Halen daha onun ustası yapardı ama o da rahatsızlanmış, şimdi nasıl oluyor haberim yok.

Hocam, Gümülcineli Mustafa Efendi’nin kimliği dahi yokmuş…

Evet, bak sen de biliyormuşsun, kimliği yoktu Hocafendinin. Hatta defin işlemlerinde sorunlar çıktı. Salih Ambarlı nur içinde yatsın, o bununla ilgili her şeyi yüklendi. Mezar yerini de kendi üzerine aldı, Hocaefendi’nin sanki varisi gibiydi. Kimsesi de yoktu, bir yakını filan. Ama bütün cami görevlileri de o sanki bu caminin bir elemanıymış gibi onu korurlardı.

Siz buraya geldiğinizde kimler vardı burada görevli olarak?

İmam olarak iki kişi vardı. Biri Mustafa Güneş diye bir hocamızdı. Uzun boylu bir zattı. Romanyalıydı. Romanya’dan gelmiş, okumuş, burada kalmış. Ayrıca müderris idi. Vaizlik de yapardı birkaç yerde. Kendisi her zaman öğleden ve ikindiden önce oturur, Tefsir okurdu, cemaati de vardı, dinlerlerdi.

Diğer imam da Rizeli İsmail Kaba Hoca idi. İsmail Hocamızın buraya tayini şöyle olmuş: Gümülcineli Mustafa Efendi’nin talebesi, Rizeli bir bakan varmış, Mesut Yılmaz’ın amcasıymış. Buraya gelmiş bir gün.  Gümülcineli Efendi, “Buraya bir imam tayin edemediniz. Senin yetkin de var.” diyerek ona ilgilenmesini söylemiş. O da “Hocam hayhay, emredersiniz.” demiş, “Nedir durum?” diye sormuş. Hocamız anlatmış; “Enderunlu Hocamız vefat etti. Onun yerine daha tayin yapılmadı.” O bakan da “Tamamdır, hocam. Arpacılar Camii’nde iyi bir hafız var. Bizim hemşerimiz. Ne dersiniz?” diye sorunca Mustafa Efendi Hocamız “Tamam, iyi hafız olsun yeter ki.” demiş. Hocamızın onayıyla İsmail Efendi buraya geliyor. İsmail Efendi çok iyi hafızdı, hep hatimle namaz kıldırırdı. Ama kurra değilmiş buraya geldiğinde. Bundan dolayı dedikodu başlamış, kurra değil diye. Mihraba geçmek için kurra hafız olmak lazım. Bu sefer Dülgerzade Camii’ne İsmail Efendi’ye gitmiş, ona demiş ki; “Hocam ben kurra olacağım. Kıraat okuyacağım senden.” O da kabul etmiş. Tabi hafızlığı çok kuvvetli olduğu için ona o kadar zor gelmemiş. Kıraati bitirmiş. Bitirince İsmail Efendi şakadan, “Sen kıraati bitirdin. Ama hiç hoca tokadı yemeden olur mu?” demiş. Nur içinde yatsınlar, hepsi öyle muhterem insanlardı. İsmail Kaba Hocamız, aheste aheste yürürdü. “Evden çıkarım camiye gelene kadar yarım cüz okurum. Camiden eve giderken de yarım cüz. Gelip giderken bir cüz okurum.” derdi.   

Sonra Mustafa Efendi’nin yerine Baki Doğan Hoca geldi. Baki Hoca buraya önce hatip olarak geldi. Sonra hatiplikler kalktı; tevafuk, o günlerde Mustafa Efendi rahmetli olunca onun kadrosuna geçti. İsmail Efendi ile bir müddet devam ettiler. Ama Baki Efendi’den önce vekil olarak Hilmi Toros Hoca geldi. Mustafa Güneş vefat ettiği zaman oluşan boşlukta o vekil olarak imamlık yaptı. 12 Mart’tan sonra vekâlet kalktı, herkes kendi asli görevine döndü.  Hilmi Toros kendi görevine döndü. Mehmet Işıldak vardı, o da vekâleten görev yapıyordu, o da kendi camiine gitti.

1982’de İsmail Efendi yaştan dolayı emekli oldu. O zamanlar yaşlıları emekli etmeye yeni başlamışlardı. Kendisini bir Ramazan günü çağırıp ona görevinin sona erdiğini tebliğ ettiler. Haberi alınca, “Azizim mübarek Ramazan günü bildirdiler, bayramı da beklemediler.” demişti İsmail Efendi. Sonra onun yerine aynı tarihte Kazım Bayram Hoca geldi. Baki Hocayla epey devam ettiler.

Baki Hoca emekli olunca Osman Şahin Hoca geldi. Kazım Hoca emekli olunca da Esat Şahin Hoca geldi. Onlar da gitti şimdi, siz de biliyorsunuz zaten.

Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hoca vardı; burada fahri hatipti, Cuma ve bayram günleri hatipliği o yapardı.

Sonra resmi kadrolar geldi. Resmi kadrolar gelince Baki Doğan buraya resmen hatip olarak geldi, sene 68, yani ben geldikten bir sene sonra. Böyle olunca, Abdurrahman Şeref Hocanın esas görevi vaizlik ve murakıplıktı, o, görevine döndü. Sonra İstanbul müftüsü oldu derken Hocaefendi, Allah rahmet eylesin, vefat etti.

Gönenli Hocamız da Fatih Camii’ne vaaza gelirdi, vefat edinceye kadar da devam etti. Hatta Ramazan’da, burada sahur mukabelesi okurdu; yani sahurdan sonra gelir, mukabele okur, sonra Sultanahmet’e sabah namazını kıldırmaya giderdi. Tabii altında arabası vardı; Hocaefendi’yi takip edip ona hizmet edenler vardı cemaatinden, onlardan birinin arabası olurdu. Hocaefendi kendi hizmet ederdi, ona da hizmet eden vardı, elhamdülillah. Allah nur içinde yatırsın.

Ömer Efendi’ye yetişmediniz değil mi?

Hayır, yetişmedim. 1952’de trafik kazasında vefat etmiş. Memleketine giderken veya gelirken kaza geçirmiş.

Ömer Efendi hem imam, hem de Mushafları Tetkik Heyeti reisiymiş. O zamanlar iki görev birden yapılabiliyormuş. Böyle olunca bütün İstanbul dâhilinde yapılan tayinler onun elinden geçermiş. Hem ehl-i Kur’an hem ehl-i ilim, otoriter bir zatmış. Nöbet günleri ders okuttuğu da söylenir.

Bir de meşhur Arap imam varmış, ona da yetişmedim. Aslında Filibeli ama Arap derlermiş kendisine. Sabah namazından sonra müezzin mahfiline oturur, ezber dinlermiş, talebeler bitene kadar gitmezmiş. Gümülcineli merhum, “Ben de talim okumak istiyorum.” demiş. Zaten Gümülcineli merhum, kütüphane ve camiden başka yere gitmezmiş, caminin kuşu yani. Herkes tanırmış onu.  Arap Hoca da Gümülcinelinin, yüzüne talim okumasını kabul etmemiş, “Ben ezberden dinliyorum, sen de ezberle.” demiş. Gümülcineli “Her gün bir sayfa hem ezberledim hem talim yaptım Hocaefendi’den, hafızlığı öyle bitirdim.” derdi.

Kendisine yetişemediğim ama duyduğum hocalardan biri de Enderunlu İsmail Efendi. O vefat ettiğinde ben talebeydim. Hocaefendi camide vefat etmiş. İftardan önce, ikindi vakti imam odasında sağ maksurede iki üç kişi mukabele okuyorlarmış, en son kendi okuyormuş, sonra bitirip iftar ediyorlarmış. Hocaefendi abdest almış gelmiş imam odasında hazırlanırken kriz geçirip vefat etmiş. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.

Hocam, kriz geçirdiğinde Aziz Mahmut Efendi galiba burada müezzinmiş. Gelmiş, hocada vefat alametlerini görünce hemen “Hocam zemzem getireyim biraz için ferahlarsınız.” demiş. “Yok.” demiş İsmail Efendi, “Biraz evvel bayıldığımda Fahr-i Âlem Efendimiz teşrif ettiler, iftara beni yanına çağırdılar, ben bu orucumu bozmam.” demiş.

Doğrudur, olabilir. Ben ilk defa senden duydum. Bu olay 58’de oldu. Aziz Mahmut Efendi de 68’de vefat etti.

Siz Aziz Mahmut Efendi ile birlikte vazife yaptınız mı?

Ben geldiğimde o, raporluydu, rahatsızdı yani gelemiyordu camiye.

Nasıl bir insandı?

Halim selim bir zattı. Hem ilim sahibi hem musikişinastı. Hâzâ İstanbul beyefendisiydi. Birisi bir eksik görse de Hocaefendi’ye hatırlatsa “Azizim, o işi en iyi sen yaparsın.” diyerek o işi tevdi edermiş.

Onun buraya bir imam tayinliği de var herhalde?

Evet, ne zaman olmuş tam bilemiyorum ama. Enderunlunun vefatından sonra herhalde. İmtihan açmışlar, imtihanı o kazanmış. Bir namaz kıldırmış, bakmış olacak gibi değil, istifa etmiş; “Beni eski görevime alın, ben yapamayacağım, imamlık benim işim değil.” demiş. Hâlbuki kurrâ hafız idi, ilmi de vardı. Mesuliyetini kaldıramamış Hocaefendi galiba.

Sizin buraya tayininiz nasıl gerçekleşmişti Hocam?

Ben buraya gelmeden Mehmet Ünsal isminde biri vardı burada, buranın müezzinlerinden biriydi. Bekir Hâkî Efendi’nin talebesiydi. Hatta Bekir Hâkî Efendi ona, “Müftü olacak seviyeye geldin sen Mehmet.” demiş. O da “Hocam, müftü olursam beni başka yerlere gönderirler, ben buradan gitmek istemem.” diye cevap vermiş. Ama sonradan burada bir huzursuzluk yaşanmış, buradan dört kişiyi başka camilere göndermişler, dört kişiyi onlarla yer değiştirdiler. Mehmet Ünsal Hoca da Hırka-i Şerif’e imam olarak gelince ben de buraya müezzin olarak geldim. İşte buradaki görevim bu şekilde başlamış oldu.

Müezzin olarak burada biz dokuz kişiydik. Ama caminin başka işlerini de yine biz yapardık. Bir çalı süpürgesi vardı mesela onunla camiyi biz süpürürdük. Şimdi temizlikçiler ayrı, güvenlikçiler ayrı, müezzinler ayrı, imamlar ayrı, şimdi bolluk var, elhamdülillah, o zaman nerede!

O zaman bir müezzinin başka ne gibi vazifeleri vardı Hocam?

Kayyım nöbeti vardı mesela, beklerdik camide. Gece yatardık burada, nöbetçi olan burada kalırdı gece. Ama bir vakit kaymakam bey “Yönetmelikte öyle bir şey yok, yanlış yapıyorsunuz, size burada bir şey olsa hak da iddia edemezsiniz.” demişti. Sonra da zamanla o da kalktı.

Emin Saraç Hocaefendi buna hep esef ederdi. “Selatin camilerinde geceleri müezzinler kalır, ibadet ederlerdi, bu bir manevi nöbetti, şimdi kaldırdılar bu nöbeti.” derdi.

Evet. Ama eskiden müezzinlik ve kayyımlık ayrıydı. Kayyımların görevi camiyi beklemek ve temizlemekti. Müezzin de, namazla ilgili görevlerden mesuldü; ezan okumak, kamet etmek gibi. Sonra müezzin ve kayyımlık görevini birleştirdiler.

Ben Emin Hocamdan dinledim; Kayyım başı Süleyman Efendi varmış; Arnavutmuş kendisi, ayrıca muhaddismiş, hadis-i şerif okuturmuş. Gece burada kaldığı zamanlarda teheccüd namazı kılarmış. Öyle ki bütün cami sathında namaz kılmış; “Camide namaz kılmadığım yer kalmadı.” dermiş. Hem de hep yukarıda gusül abdesti alarak yapıyormuş bunu.

Müezzinin vazifelerinden bahsediyordunuz Hocam.

Evet; camiyi açma kapama, temizleme işleri de bize aitti. Ezan için minareye çıkardık. Biz iki minareye çıkar, çift ezan okurduk.

Ezan çıplak sesle mi okunuyordu?

Tabi ki, yalnız ben geldiğim zaman hoparlör teşkilatını yeni kurmuşlardı. Ondan önce çıplak sesle okunuyordu. Ama hoparlör teşkilatı da şerefeye kurulmuştu. Ezanı mikrofonla okurduk ama yine de oraya çıkardık. Orada sürekli rutubet almasından dolayı çok makine değiştirdik. Baktık olacak gibi değil, sonra makineyi aşağıya indirdik ama mikrofonlar yine yukarıdaydı. Diyanet reisi Tayyar Altıkulaç bilhassa bunun üzerinde dururdu, ezanların yukarıda okunmasını isterdi. Aşağıda okunması yakın zamanda olan bir şey.  

Her vakit mi çift ezan okurdunuz?

Yok, her vakitte değil. Öğle, ikindi yatsı çift ezan, sabah ve akşam tek ezan okunurdu. İhtiyaç gereği böyle okunuyordu. O zamanlar mikrofon yok malum. Bir tarafta okunan ezan diğer taraftan hiç duyulmuyordu. Sağda solda iki müezzin iki minareye çıktığımızı hatırlıyorum. İlk geldiğim zaman Kazım Hoca sağa, ben sola çıkardım. Sonra Kazım Hoca gitti; başka bir müezzinle devam ettik. Sonra iki tarafa da cihaz konuldu. Ama sesler mikrofonda farklı çıkıyordu, uyumlu değildi o yüzden. Dediler ki “İki mikrofona gerek yok, iki kişi aynı minareye çıksın.” Yani aynı cihazdan iki kişi okumaya başladık. Sonra bir ara, nasıl olduysa bilmiyorum, çift ezan bırakıldı, her vakitte tek ezan okuyorduk. Başta Emin Saraç Hocamız olmak üzere müftülüğe söyleyenler oldu, illa çift ezan okunsun diye. O zaman Hâkî Demir müftü idi, beni çağırdı, hiç unutmam, “Hiç olmazsa bir vakit okuyun, öğle vakti uzun, o vakitte çift ezan okuyun.” dedi. Sonra onu da bıraktılar. Müftü beni tekrar çağırdı, “Bak, yazı yazarım, üç vakit okumaya sizi mecbur ederim. Bir vakit olsun okuyun.” dedi. O şekilde öğlenleri çift ezan okunmaya devam etti.

Minarede ilk şerefeye kadar mı çıkılıyordu?

Evet, ilk şerefeye çıkılıyordu, ilk şerefede yüz kırk beş basamak var, siz hesap edin artık, bu minarenin basamakları yüksektir. Eski adamlar kendilerine göre yapmışlar. İlk şerefeden ikinci şerefeye de kırk basamak var.

Dokuz tane müezzin var demiştiniz Hocam, hatırladıklarınızı sayabilir misiniz?

Aziz Mahmut Kutlu, Ahmet Diler, Mehmet Emin Kayan, İbrahim Alyanak, Süreyya Özcan, Ahmet Aktaş, Hüseyin Uçar, Münir Uysal, bir de şimdi Marmara İlahiyatta profesör olan Hasan Elik vardı, onunla da dört beş sene beraber müezzinlik yaptık.

Son zamanlardaki müezzinler de Mehmet Beşli, İbrahim Gündoğan, Şerif Duman, Zekeriya Yıldız idi. Onlarla da görev yaptık yani. Mehmet Beşli hâlâ devam ediyor.

Selâtin camilere müezzin olmak o zaman hangi şartları gerektiriyordu?

İmtihan açarlardı müftülükler, imtihanı kazanan girerdi. Hafız olma şartı yoktu ama hafızları tercih ederlerdi. Hafız olma şartını sonradan koydular. Sese de bakıyorlardı tabii.

Ders okutan var mıydı aranızda?

Kazım Bayram Hoca vardı, bak onun ismini söylemeyi unuttum, ben geldiğimde o da burada müezzindi, bir sene beraber görev yaptık. O ders okuturdu. Sonra imam oldu, başka bir camiye gitti, sonra tekrar buraya geldi imam olarak. Hala ders okutmaya devam ediyor, Fatih Camii Kur’an Kursu’nda.

Müezzinler arasında bir kademe var mıydı?

Tabi, belli bir yaşın üzerinde bir tane ser-müezzin olurdu. O, minareye çıkmazdı, nöbet tutmazdı ama her gün camiye gelirdi temizliğe nezaret ederdi.

Ben geldiğimde Aziz Mahmut Kutlu diye baş müezzinimiz vardı. Ama o hastaydı, raporluydu, o haldeyken birkaç ay sonra vefat etti. O raporlu olduğu için vekâleten Ahmet Diler vazifeyi devralmıştı, sonra İbrahim Alyanak baş müezzin oldu. Onlardan sonra Dağıstanlı Mehmet Abi (Mehmet Emin Kayan) oldu. O emekli olunca da Münir Uysal geçti. O da 89’da emekli olunca ben baş müezzin oldum ve emekli olana kadar devam ettim.

Hocam şimdi dört müezzin vazife yapıyor, bu şekilde nasıl azaldı?

Diyanet, tensikat diyorlar yani azaltma kararı aldı; A sınıfı yani selatin camilerinde altı müezzin olacak dedi; ölen ve emekli olanın yerine müezzin vermedi. Bizi altıya kadar indirdiler, gidenin yerine yeni birini yollamadılar. Sonra efendim, altı da fazla deyip beşe indirdiler, beş de fazla deyip dörde indirdiler. Şu anda da resmî kadro sayısı budur. Bunları indirirken Diyanet bir hizmet kadrosu kurdu camilere. Bu kişiler haftada iki sefer gelip temizlik yaparlardı camilerde. Baktılar ki öyle de olmadı bu sefer temizlik vazifesi için sabit iki kişi ayarlandı. Vaktinde dokuz müezzinin görevlendirilmesi ihtiyaçtan dolayıydı yani.

Siz Hırka-i Şerif Camii’nde iken görevli olarak kaç kişiydiniz, kimler vardı?

İki imam, altı müezzin görevliydi. İmam olarak Niyazi Bilge ve Fevzi Mısır vardı. Bir de hatib olarak Ali Yekta (Sundu) Efendi vardı, Allah rahmet eylesin.

Fatih Camii’ne has vazifeler de vardı değil mi Hocam, mesela sabah namazından sonra Fetih Suresi’nin okunması…

Şimdi, ben yetişmedim de çok eskiden sırf Cuma ve Pazartesi günleri sabah Yâsîn okumak için ayrı, diğer günlerde de Fetih Suresi okumak için ayrı kadrolu görevli varmış burada. Kadroya cihet denirdi önceden. Bu cihetlerin hepsi yok olunca, Dağıstanlı Mehmet Abinin babası vaizmiş burada, sonra emekli olmuş, o demiş ki “Yakın oturuyoruz burada, geleneklerimizin ihyası için imamlarla devam ettirelim bu işleri. Ömrüm oldukça Sure-i Fetih’i ben okuyacağım, Yâsîn-i Şerîfi de siz imamlar nöbetçi olduğunuz zaman okuyabilirsiniz.” O şekilde görev almışlar imamlar, fahri olarak devam ettiler buna yani. Şimdi Sure-i Fetih’i müezzinler, Yâsîn-i Şerîf’i imamlar okumaya devam ediyor. O gün bugün bu şekilde devam ediyor.

Ben geldiğim zaman yoktu ama daha evvel Buhârî-i Şerîf okunurmuş Fatih Camii’nde. Bunun için bir oda da ayrılmış burada, “Buhârî Odası” denir.

Cuma günleri mesela Hocam, her camide vaaz edilir ama burada hatim takip ediliyor…

Evet, o da Fatih Sultan’ın vakfiyesidir; her Cuma, 10 tane hafız, bir yaprak olmak üzere, şeklindeymiş. Böylelikle Kur’an-ı Kerim’den bir cüz okunurmuş. Vaktinde bunun için cihet de konmuş. Ama bir ara kaldırmışlar bu uygulamayı, vaaza çevirmişler. Müftü vaaz ederdi. Emin Hocam, “Vakfiyeyi nasıl ihlal ediyorsunuz, sen başka zaman vaaz et.” demiş müftüye, kendisi anlatırdı bunu. Allah rahmet eylesin, Emin Saraç Hocamızın gayretiyle yine eski halini aldı, hatime devam edildi. Camide vazifeli olanlar üstlenir bu görevi o zamandan beri. Genelde biz gençler okurduk o dönemde. Dülgerzade Kur’an Kursu hocası ayakları kesik İsmail Efendi gelip oturur, dinlerdi.

Fatih Camii Ramazan-ı Şerif’te nasıl olurdu?

Fatih Camii’nde, Ramazan-ı Şerif’te minelkadim (eskiden beri) “Enderun Usûlü”[1] uygulanırdı. Müezzinlerin hepsi o konuda ehillerdi. Her 4 rekâtta bir makam değişirdi.

Sonra Ramazan’da, burada mukabele konusunda büyük faaliyet olurdu. Camiin içerisinde, sekiz-on yerde mukabele okunurdu. Sahurda hafızlar gelirdi mesela, camiin her bir tarafına dağılırlardı. Kadınlar da gelirdi dinlemek için, kadın cemaat de vardı yani. O zamanlar radyo yok evlerde, televizyon yok. Şimdi o mecralarda da Kur’an okuyuşlarının yaygınlaşması camileri fakirleştirdi. Vatandaş evinde oturuyor, açıyor televizyonunu, oradan dinliyor, camiye gelmiyor. Eskiden öyle bir imkân olmadığı için camiye geliyordu dinlemek isteyen. O yüzden camiler yuva gibi kaynardı, kalabalık olurdu.

Ramazan günlerinde ikindi sonrasında güzel okuyan hafızlar müezzin mahfilinin altında toplanır, “aşır” okurlardı. Öyle kısa okumazlardı, bir-iki sayfa okurlardı, üç sayfa okuyan bile olurdu. Ben geldiğimde devam ediyordu bu uygulama. Onların içinde bir baş olurdu, baş hafız, ilk o okurdu. Süleymaniye’nin müezzini Niyazi Bey baş hafızdı. O vefat ettikten sonra Ali Rıza Altunbay olmuştu. O vefat ettikten sonra Bayram Ali geçmişti. Öyle devam etti.

Ramazan’da cami geceleri açık olur muydu?

Sadece Kadir Gecesi açık olurdu, sabaha kadar. 

Mevlid Gecelerinde de Sakal-ı Şerif ziyareti oluyordu herhalde değil mi Hocam?

Evet, Mevlid Gecesinin olduğu gün, ikindi namazından sonra Sakal-ı Şerif ziyareti yapılırdı. Yakın zamana kadar da devam ediyordu da bu pandemide kaldırıldı. 

Fatih Camiinin teberrukatından dedikleri rahleleri, kadim levhalar vs. var mıydı siz geldiğinizde?

Çok vardı çoğunu da, lüzumsuz külfet oluyor gibisinden, vakıflara iade ettiler. Çok levha vardı burada. Müezzin mahfeline asılı büyük bir levha vardı mesela; “إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ” yazıyordu, Yesârizâde Mustafa İzzet Efendi’nin yazısıydı. Onun karşındaki sütunun önünde kürsü var ya, onun üstünde “إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء”   yazılı, aynı ebatlarda levha vardı, ikisi kardeş levhaydı yani. Osman Hocaya sormuştum, ne oldu onlar diye. “Onları vakıflar müzesine iade ettik.” demişti. “Yahu” dedim ben de “Vaktinde onu buraya koyan boşuna mı koymuş, düşünememiş mi o(!)” Onlarla beraber çok levhalar buradan gitmiş. Şimdi onlar akılda kalmadı ki, şu levha şu levha, diyeyim. Ama yarısından fazlası gitmiş bir kere; şu an mevcut olan, o gidenin yarısı bile değil. 

Bir kasidenin, “Garîk-i bahr-i isyânım / Dahîlek yâ Rasûllallah” şeklindeki kısmını bir zât-ı muhterem levha yapmış. O da vardı burada. Sonra diğerleriyle beraber onu da topladılar, bir daha da asmadılar.

Akşemseddin Hazretlerinin tacı şeriflerini de siz muhafaza ediyordunuz burada, değil mi?

Evet, o da gitti ama. Daha eskiden mihrabın yanında sancak şeklinde asılıymış, dilimli dilimli bir muhafazası varmış. En son ben bakıyordum, emekli olunca iade edildi. İlk müezzin mahfilinde muhafaza ediliyordu, cümle kapısının üstünde, camiin orijinal müezzin mahfili orasıdır. Orası bütün camiye hâkimdir. Şu an müezzinlerin kullandığı mahfil camiin orijinalinde yokmuş. Cami, Sultan Üçüncü Mustafa zamanında, ikinci defa yapıldığı zaman şimdiki müezzin mahfili ve hünkâr mahfili de eklenmiş. Kubbe de bu kadar yüksek değilmiş. Cami yoğun olunca havadar olsun diye yükseltmişler. Eski müezzin mahfilini teberrukatı muhafaza etmek için kullanıyorduk. Tac-ı şerifi de tadilat esnasında topladık oraya götürdük ama şimdi nereye gitti bilmiyorum. Orada imamların yazdığı mushaflar, Abdülhamid’in hediye ettiği rahle filan vardı, onlar da vakıflara iade edildi burada ziyan olmasın diye.

Hocam cemaat nasıldı, dikkat çeken kimseler var mıydı?

Bakın ben Mustafa Efendi’den dinledim: Medreseler faal iken camiye cemaat giremezmiş, talebeyle doluymuş cami. Set üstü hep sarıklı hoca, arka taraf hep talebeyle doluymuş. Cemaat dışarda, şadırvanda olurmuş. O zaman direklerin arası camekânlı imiş, o kısım kapalıymış yani. Cemaat orada namaz kılarmış. Müezzinler kurnalarla tekbir alırlarmış.

Şimdi, vallahi, bizim dönemdeki o cemaat de kalmadı. Özel cemaati vardı. Ta Kocamustafapaşa’dan, Balat’tan devamlı gelen cemaat vardı. İlim ehli çoktu, müderrisler vardı. Mihrabı dolduracak kişiler vardı. Set üstünde hocalar olurdu hep. Mehmet Ali Hoca vardı mesela.

Sabah namazından sonra ikramlar eşliğinde sohbet, muhabbet olurdu, yaşlıları dinlerdik. Hiçbiri kalmadı şimdi, hepsi buhar oldu gitti sanki.

Hızır aleyhisselam’ın da Fatih Camii’ne geldiği söylenir Hocam.

Evet, haftada bir gün Hızır aleyhisselam’ın buraya uğradığını söylerler.

Nur içinde yatsın, Gümülcineli Hocamızdan naklen bir şey anlatayım bir de; cemaatimizden biri namazdayken, “Camiden veliler eksik olmaz, illa veli olur camide derler, acaba burada var mı?” diye aklından geçirmiş. Namazı bitirmiş, sağa selam vermiş, sola selam verince yanındaki adam omzuna dokunmuş, “Benden başka 7 kişi daha var.” demiş.

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.


[1] Müezzinlerin, teravih namazının tervihalarında (dört rekât aralarındaki dinlenmeler), değişik makamlarda eserler, ilahiler okuması ve salât u selâmlar getirmesidir.