İmam Süfyan b. Sa’îd es-Sevrî (rh.a), döneminde muhaddislerin arttığından söz edildiğinde “Denizciler çoğalınca gemi batar” der.[1] Siz bu sözü, günümüzde sayıları artan müftüler hakkında da söyleyebilirsiniz.
Vahyin inişine şahit olan ve din ilmini doğrudan Hz. Peygamber (s.a.v)’den alan sahabe (Allah (c.c) hepsinden razı olsun) fetva vermekten çekinir ve hataya düşme korkusuyla kendilerine sorulan bir soruya cevap verme işini birbirlerine havale ederlerdi.
Sahîh-i Müslim’de rivayet edildiğine göre Ebu’l-Minhâl, Zeyd b. Erkâm (r.a)’a sarf akdi konusunda bir şey sormuş, o, “el-Berâ b. Âzib’e sor” demiş, [ona gittiğinde] o da “Zeyd’e sor” demişti…”[2]
El-Muhaddisu’l-Fâsıl adlı eserin sahibi Ebû Muhammed er-Râmehürmüzî de Abdurrahmân b. Ebî Leylâ’nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bu mescitte Ensar’dan 120 kişiye yetiştim. Onlardan, hadis rivayetinde bir kardeşinin kendisinin yerine geçmesini arzu etmeyen hiç kimse yoktu. Yine onlardan birine bir fetva sorulduğunda, kendisinin yerinde bir kardeşinin olmasını arzu etmeyen kimse de yoktu.”[3]
Yine er-Râmehürmüzî anlatıyor: “eş-Şa’bî’ye soruldu:
- Size bir mesele sorulduğunda ne yapardınız?
- Tam da bilene sordun: Birisine bir şey sorulduğu zaman arkadaşına, “Onlara sen fetva ver” der, ama sonunda iş döner dolaşır, ilk sorulan kişiye gelir, cevap vermek yine ona kalırdı.”[4]
Büyük imamlardan biri de şöyle demiştir: “İlmin zayi olmasına sebebiyet vermekten dolayı Allah Teâla’nın azabına çarptırılmaktan korkmasaydım, hiç kimseye fetva vermezdim. Çünkü soru soranın ihtiyacı giderilmiş olurken işin sorumluluğu benim sırtımda kalıyor.”[5]
Eğer selef, ilmi gizlemenin günahından korkmasalardı, kesinlikle fetva vermeye kalkmazlardı. İslam’ın ilk asırlarından yaşayanların fetva vermenin sorumluluğundan ne derece sakındıklarını gösteren pek çok rivayet mevcuttur.
Ancak günümüz insanlarında, bunun tam aksi bir tavır görüyoruz. Onlar, fetva vermek için kuyruğa giriyor ve sorumluluk üstlenmek için birbirleriyle yarışıyorlar! Zira hiçbir ülkede yayımlanan hiçbir gazete veya dergi yok ki, sayfalarında, muhtelif meseleler hakkında verilmiş fetvalar yer almış olmasın. Aynı şekilde mezhepsiz grupların hiçbir vaaz veya nasihat meclisi olmuyor ki, tevhid ve fıkıh konusunda başına buyruk davranmasınlar! Hatta sıradan bir yazar bile, en çetin ve karmaşık meselelerde insanlara fetva vermekte bir beis görmüyor ve elinde Ferecullâh el-Kürdistanî’nin[6] veya eş-Şeyhu’l Harrânî’nin[7] Fetâvâ’sının bulunması yeterli oluyor. Bu eserlerden, mesela ta’lîk-i talak[8] konusunda iki sayfalık bir nakil yapıyor ve bu eserlerde yer alan görüşleri gazete ve dergilerde yayıyor; hem de o eseri basanın güvenilirliğinden, bastığı kitabın ifadeleri üzerinde ekleme çıkarma veya -kendi görüşüne göre- düzeltme şeklinde bir tasarrufta bulunmadığından ya da hevâya kapılarak hareket etmediğinden emin olma ihtiyacı hissetmeden; kitapta yer alan görüşlerin vakıaya uygunluk derecesini, müellifinin sıdkını ve çoğunluktan ayrıldığı meselelerde hatadan ve doğru yoldan sapmaktan uzak bulunduğunu tahkik etme gereği duymadan!..
Bunlar, ufak tefek kalem erbabı şöyle dursun, ilim ehlinin büyüklerinin bile tahkikinde hataya düşebildiği konulardır. Kaldı ki bir meseledeki fetvaların bu muhtelif kaynaklarda şeriat adına tashih, iptal, tahlil ve tahrîm açısından ihtilaf etmesi; yekvücut, güvenli ve mutmain halkın tefrikaya düşmesine, hatta şeriatı küçümsemesine yol açar! Sonunda ümmetin kalbinden fetva vermenin azameti, şeriatın yüceliği ve ulemanın hürmeti yok olup gider.
(…)
İlim ehli hakkında şurada burada söylenen şu sözleri duymak ağırımıza gidiyor: “Biz bu zevatın, maaş alıp oturmaktan veya her önlerine gelenin dümen suyuna girmekten başka bir şey yaptıklarını görmüyoruz. Oysa bunların, Müslümanların, birbirlerini seven, yardımlaşan ve birbirlerine destek veren kardeşler olmak yerine, birbirlerine saldıran ve birbirlerini boğazlayan gruplar halinde bölük pörçük olmalarını engellemeye çalışmaları gerekirdi.”
(…)
Müsteftîye (fetva soran, avam) gelince, ya Ehl-i Sünnet’in görüşü uyarınca, kendilerine tabi olunan imamlardan birinin tabilerinden, ya da mezhepsizler takımından olacaktır; başka bir alternatifi yoktur!
Eğer kendilerine tabi olunan imamların tabilerinden olup, mesela Malikî veya Şafiî ise, kendisine mezhebindeki sahih müftâ bih bir tek kavil (fetvaya esas hüküm) ile fetva verilir ve mezhepteki ihtilaftan söz edilmez. Çünkü müseftîye cevap verilirken ihtilafların beyan edilmesinin, onu şaşkınlığa düşürmekten başka bir faydası yoktur! Nitekim bu husus, mezheplerin uleması tarafından Resmu’l-Muftî ve Edebu’l-Kadâ kitaplarında açıkça belirtilmiştir.
Dolayısıyla müftünün müsteftîye, sorduğu soru hakkında, “Bu meselede İmam eş-Şafi’î (rh.a)’den gelen iki görüş vardır, bu meselede İmam eş-Şafi’î (rh.a)’in kavl-i kadim’i ve kavl-i cedid’i vardır” ya da “bu konuda İmam Malik (rh.a)’den, İbnu’l-Kasım, Eşhep, İbnu’l-Mâcişûn, el-Leysî, Abdülmelik b. Hâbib ve el-Utbî tarikiyle gelen altı görüş vardır” veya “Bu meselede zâhiru’r-rivâye, gayr-i zâhiru’r-rivâye, İmâm Ebû Yusuf’un görüşü, İmâm Muhammed’in görüşü ve İmâm Züfer’in görüşü olmak üzere İmâm Ebû Hanîfe (rh.a)’in mezhebinde 5 görüş vardır” veyahut da “Bu meselede er-Ri’âyetü’l -Kübrâ’da İmam Ahmed (rh.a)’den gelen 10 görüş bulunmaktadır” gibi şeyler söylemesi caiz değildir. Çünkü bu imamların ashabı, asırlar boyunca mezheplerindeki sahih görüşü diğerlerinden ayıklamışlar ve her mezhepte, kendisiyle fetva verilecek bir tek görüş tayin etmişlerdir.
(…)
Eğer müsteftî mezhepsizler taifesinden ise, bunların, çeşitli ülkelerde muhtelif grupları vardır. Kimileri tasavvuf adına ibaha inancını, kimileri selef adına tecsim inancını yayar, kimi hadisle amel etmek adına İsmailiyye mezhebini mezarından hortlatmaya çalışır, kimi de sünnet adına vahyinde Hz. Peygamber (s.a.v) ile rekabete girişecek derecede küstahlaşır!…
Bütün bu gruplar, imamlara başkaldırma ve mezhepleri terk etme dışında herhangi bir noktada ittifak etmeme konusunda ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla onların mezheplerinin, kabul gören mezheplerden olduğunu zannetmiyorum ki onlar için özel bir fetva kaynağı muteber olsun. Tersine yetki sahipleri, damlaları sel olmadan bunların kökünü kazımaz ve durumları kuvvetlenip şerleri büyüyene kadar onları kendi hallerine terk ederse, şüphe yok ki bu güvenli ülke –Allah (c.c) göstermesin- sonu hiç de hoş olmayan gelişmelere maruz kalacaktır! Ancak önde gelen ulema şu andan itibaren görevlerini yerine getirir ve iftâya dadananları iftâdan men ederler; hikmetleriyle, bu modern batıl inanç propagandistlerini doğru yola döndürür ve böylece -iftâ konusundaki bu anarşi ve İslam’da sonradan ihdas edilen bu yeni batıl fırkaları görmezden gelme nedir? diyenlerin sesini keserlerse o başka!
Not: Bu sözlerim, ümmete ehliyet ve liyakatle hizmet eden ihlaslı âlimler hakkında değildir.
[1] Bkz. Er-Râmehürmüzî, el-Muhaddisu’l-Fâsıl, 560. (Çev.)
[2] Müslim, “Müsâkât”, 86.
[3] Bu rivayeti el-Muhaddisu’l-Fâsıl’ın matbu nüshasında bulamadık. Rivayet için bkz. ed-Dârimî, “Mukaddime”, 19; İbn Hibbân, Kitâbu’s-Sikât, IX, 215. (Çev.)
[4] Bkz. ed-Dârimî, a.y.
[5] Bu Söz İmam Ebû Hanîfe’ye aittir. Bkz. el-Hatîbu’l -Bağdâdî, el-Fakîh ve’l Mütefakkih, II, 168. (Çev.)
[6] Ferecullâh Zekî el-Kürdî (1359/1940). İran’dan Mısır’a (Kahire) göç etti. Muhyiddîn Sabrî el-Kürdî ile birlikte 1907 yılında “Kürdistânu’l İmiyye” matbaasını kurdu. İbn Teymiyye’nin el-Fetâva’l -Kübrâ’sı ilk olarak bu matbaada basıldı. İmam el-Kevserî’nin zikrettiği Fetâvâ budur. (Çev.)
[7] İbn Teymiyye. (Çev.)
[8] Talakı şarta bağlamak. Bir kimsenin, eşine, “Şöyle yaparsan boşsun” gibi bir ifade kullanmak suretiyle, boşamayı, kasdettiği o fiile bağlaması. Böyle bir durumda, kastedilen fiil meydana gelirse, yani şart tahakkuk ederse talak da gerçekleşir. Şart tahakkuk etmedikçe talak gerçekleşmez. Konu hakkında geniş bilgi için bkz. Bilmen, Kamus, II, 232 vd. (Çev.)
[1] el-Kevserî, Muhammed Zâhid, Makâlâtu’l-Kevserî, Çeviren: Ebubekir Sifil, RıhleKitap, İstanbul, 2014, s.373-383; Bu makale ilgili bölümden ihtisar edilerek yayınlanmaktadır.