İçeriğe geç

FIRKA-İ NACİYE KİMLERDİR?*

[1]Bir müslümanın ahirette, ehl-i necât (kurtuluşa erenler) içinde yer alabilmesi onun Ehl-i sünnet ve’l cemaat akidesine mensup olmasıyla mümkündür. Kurtuluşun ancak bu akide anlayışına nasib olmasının bir takım sebepleri bulunmaktadır.

Bunlardan birincisi Âl-i İmran Sûresi’nde yer alan şu ayet-i kerimedir:

“(Habibim) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok mağfiret ve merhamet edendir.”[2]

Ayet-i kerime’de ifade edildiği gibi Allah Teâlâ’nın muhabbetine nâil olabilmek Rasûlü’ne tabi olmakla mümkündür. Bir kimsenin Cenab-ı Hakk’ın muhabbetinden nasibi onun Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e olan ittibaındaki ciddiyetiyle irtibatlıdır. O kimsenin Peygamber Efendimize muhabbeti ne derece fazla ise Cenab-ı Hakk’ın da o kimseye muhabbeti o derece fazla olur.

Biliyoruz ki; Ümmet-i Muhammed içerisinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin hadis-i şeriflerine tâbi olmak ve sünnetini ihya etmek hususunda hiç bir cemaat Ehl-i Sünnet mensupları kadar hissedar olamamıştır. Bu sözlerimizin bir şahidi de bu cemaata mensub olanlara ehl-i hadis, ehl-i sünnet isminin verilmesidir.

Bu cemaatin Fırka-i Nâciye (Kurtuluşa erenler) ismini almasının diğer bir sebebi ise Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e yöneltinen “Ya Rasûlallah fırka-i nâciye (Kurtuluşa erenler topluluğu) kimlerdir?” sualine “Benim yolum ve ashabımın yolu üzere olanlardır.” şeklinde verdiği cevaptır.

Bu vasıf da ehl-i sünnet cemaati için tahakkuk etmiştir. Zira Rasûlullah Efendimiz’in  hadis-i şeriflerini ve Ashab-ı Kirâm’ın mübarek sözlerini yeni nesillere nakletmek, rivayet etmek onlara nasib olmuştur. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v)’in mübarek ashabına ta’n da bulunan Haricîlerin, Râfizîlerin ve kaderi inkar eden bidatçilerin bu kurtuluştan hisseleri bulunmamaktadırlar. Zira Ashab-ı Güzîn’i reddedenlerin ve onlara ta’n da bulunanların, sahabî efendilerimizin yolundan gitmedikleri, onların sîretini rehber edinmedikleri âşikar bir hakikattir.

Peygamber Efendimiz’in aynı manada bir suale verdikleri “(Fırka-i nâciye) cemaatle birlikte bulunanlardır.” cevabı da ehl-i sünnetin fırka-i nâciye olduğunun diğer bir işaretidir. Zira bu sıfat sadece ehl-i sünnet mensublarına aittir. Bunun en büyük delili de bütün fırkaların onları bu şekilde (Ehl-i sünnet ve’l cemaat) isimlendirmesidir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin verdiği bu müjdeye İslâm ümmetini bir cemaat olarak göremeyen hâricîler, râfizîler ve icmayı reddeden mutezile nasıl layık olabilir ki?

Edille-i şer’iyye olarak bildiğimiz Kitabullah, Sünnet-i Rasûlillah, icmâ-i ümmet ve kıyası, şer’î ahkâmın tesbitinde kullanmaları ve bu delillerin bütününü hüccet olarak kabul etmeleri de Ehl-i Sünnet mensublarının fırka-i nâciyeden sayılmalarının bir sebebidir. Ehl-i Sünnet anlayışı dışındaki fırkalar bu delillerden bazılarını red etmekte ve bu sebeple kurtuluşa erenler zümresinde yer alamamaktadırlar.

Ehl-i Sünnet inancına mensub olanların fırka-i nâciye olmalarına diğer bir sebep de aralarında birbirlerini tekfire götürecek ihtilaflı mevzuların olmamasıdır. Bu durum onların Hakk üzere olduklarını gösterir ve Cenab-ı Hak şu ayet-i kerimesiyle Hakk’ı muhafaza edeceğini bildirmektedir: “Muhakkak ki Kur’an’ı biz indirdik, onu muhafaza edecek olan da şüphesiz, and olsun ki;  biziz.”[3] Müfessirler bu ayet-i kerimede muhafazadan maksadın tenakuzdan korunmak olduğunu ifade etmişlerdir.

Birbirlerini tekfir etmemek ve İslâm’dan ayrı kabul etmemek anlayışı da Ehl-i sünnet mensuplarına nasib olmuştur. Hâricî, rafizî, ve kaderiyyeden bir kaç kişiyi bir araya getirseniz yahudi ve hristiyanların şu şekilde birbirlerini tekfir etmeleri gibi münakaşaya kalkıştıklarına şahit oluruz:

“Yahudiler, Nasranîler (saymaya değer) bir şeye sahip değil, Nasraniler de Yahudiler (saymaya değer) bir şeye sahip değil dedi(ler).”[4]

Ehl-i sünnet akaidinin hak üzere olduğu kanaatine varılmasının diğer bir sebebi de Ümmet-i Muhammed arasında kabul gören ve dünyanın muhtelif yerlerinde yaygın olan fetvaların bu inanca sahip âlimler tarafından verilmiş olmasıdır. Bu fetva sahiplerinin ortak kanaati de râfizî, hâricî, kaderiyye gibi heva ve bid’at ehlinin yollarının reddedilmesi gerekliliğidir.

Abdullah bin Ömer (r.anhüma)’in  Âl-i İmran Sûresi’nde yer alan “O günde nice yüzler bembeyaz olacak, nice yüzler de kapkara kesilecek.”[5] mealindeki  ayet-i kerimenin tefsirinde Peygamber Efendimiz’den rivayet ettiği şu hadis-i şerif de ehl-i sünnet akidesi mensublarının kurtuluş ehli olarak isimlendirilmelerinin diğer bir sebebidir:

“O gün yüzleri ağarmış olanlar cemaat üzere olanlardır. Yüzleri kara olanlar ise heva ehli kimselerdir.” Bu hadis-i şerifte zikredilen heva ehlinden maksat kitab ve sünnete tabi olmayan kimselerdir.

“Dinlerini (bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr etmek sûretiyle) parça parça edenler, ayrı ayrı fırkalar olanlar (yok mu?) Sen hiç bir şekilde onlardan değilsin.”[6] mealindeki ayet-i kerime de açıkça beyan etmektedir ki; dinlerinden ayrılanlar ve onu parça parça edenler asla hak üzere değillerdir. Az evvel isimleri geçen ve aralarında büyük ihtilaflar bulunan bu fırkalar işte dinlerini parça parça edenlerin ta kendileridir. Ehl-i sünnet inancına mensub olanlara gelince onlar İslâm’ın sapasağlam kulpuna ve din halatına sımsıkı tutunmuş ve dinin usûl mevzularında ayrılığa düşmemiş kurtuluş ehli kimselerdir.

Müslümanların iftihar vesilesi olan bütün ilim ve fen dallarında da Ehl-i Sünnet ve’l cemaat akidesine mensub âlimlerin gayretleri ve katkıları görülmektedir.

Bu ilim dallarını sıralayacak olursak, ilk sırada insana dünya ve ahiret kazancı sağlayacak olan ve bütün ilimlerin tercümanı mevkiinde bulunan Arab edebiyatı gelir. Zira Arapçayı bilmeden Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in hadis-i şeriflerini anlamak mümkün değildir.

Kur’an-ı Kerim’i anlamak ve hadis-i şeriflerden istifade edebilmek niyetiyle Arapça’ya hizmet eden nahiv ve dil âlimlerine baktığımızda gerek Küfe’de, gerekse Basra’da bulunan âlimlerin bütününü ehl-i sünnet akidesi üzere, hadis ve re’y ehli insanlar olarak buluruz. Bu ilmin öncüleri arasında Râfizîler, Hâricîler, Kaderîler gibi bidatçıları göremeyiz. Halil b. Ahmed, Sibeveyh, Ahfeş, Zeccac, İbn Faris gibi Arap edebiyatı âlimleri; Kesâi, Ferra, İsmeî gibi nahiv âlimleri eserlerinde daima ehl-i sünnet taraftarı olduklarını hissettirmiş ve bid’at ehline reddiyelerde bulunmuşlardır.

Tefsir ilmine baktığımızda da aynı manzaraya şahit olmaktayız. Sahabe asrından günümüze kadar gelen ve tefsir bilgilerimizi kendilerine isnad ettiğimiz âlimlerden hiç bir tanesini Kaderiye, Hâriciye gibi bid’atçı fırkalara mensup görmemekteyiz.

Abdullah ibn Abbas, Abdullah ibn Mesud gibi sahabî efendilerimizden başlayan ve Said ibn Cübeyr, Katade, İkrime gibi tâbiîn ulemasından ve onların takipçileri olan İmam Vakidî, İmam Süddîlerden İmam Taberî’ye kadar gelen müfessirleri daima sünnet ehli âlimler olarak tanımaktayız.

Ömürlerini Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in hadis-i şeriflerine adayan, Rasûlullah’a isnad edilen sözlerin doğrularını uydurmalarından ayırmaya gayret eden muhaddisleri de bütünüyle ehl-i sünnet akidesine mensup görmekteyiz. Ulûmu’l-Kur’an âlimleri hakkında da söylenecek söz aynıdır. Kur’an-ı Kerim’de ziyadelikler noksanlıklar olduğunu iddia eden, ashab-ı kiram hakkında yaralayıcı sözler sarfeden insanların bu ilimlerden nasipleri olmaması en tabii bir şeydir.

Fıkıh ehli arsında da Rafîzilerden, Haricîlerden, kaderi inkar edenlerden birini görmek mümkün değildir.  Ahkâm mevzuunda, diyanet mevzuunda kendilerine uyulan hiç bir imam yoktur ki; zikrettiğimiz bu bidatçı mezbeplere mensub olsun.

Ve nihayet kendilerini zühde vermiş, rahattan zevkten uzak kalmayı tercih etmiş tasavvuf ehlinin arasına da kaderi inkar eden veya Haricî itikadına sahip olan kimselerin karışmadığını görürüz. Abdurrahman Sülemi gibi yüzlerce âlimden, meşayıhtan istifade etmiş bulunan bir tasavvuf ehlinin “Hocalarım arasında bid’at ehli bir kimseyi görmedim.” ifadesi bizim bu kanaatimizi desteklemektedir.

Ehl-i Sünnet mensuplarının bir diğer husussiyeti de ortaya koymuş oldukların asâr-ı İslâmiyyedir. İslâm beldelerinde gördüğümüz ve bütün Müslümanlar arasında şöhret bulmuş  camilerin, ribatların hiçbirinin bid’at ehli tarafından yapıldığına şahit olmamaktayız. Mısır’da bid’at sahibi bazı kimseler bu gibi eserler yapmaya çalışmaktadırlar. Fakat sahip oldukları kötü itikadları varoldukça bu eserlerin hiç bir değeri bulunmamaktadır.  Zira Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde şöyle şekilde buyurmaktadır:

“Müşrikler kendi inkârlarına bizzat kendileri şahit olup dururken, Allah’ın mescidlerini imar etmelerine (ehliyetleri) yoktur. Onların (hayır namına) bütün yaptıkları boşa gitmiştir.”[7] , “De ki: “İster gönüllü, ister zoraki verin, verdikleriniz hiçbir zaman kabul edilmeyecektir, çünkü siz yoldan çıkmış bir güruh oldunuz.”[8]

Ehl-i sünnet mensuplarının en mühim vasıflarından biri de Cenâb-ı Hakk’ın onları bu ümmetin eslâfı hakkında kötü söz söylemekten muhafaza etmesidir. Onlar selef hakkında hiç bir ta’nda bulunmamışlardır.

Ne muhacirler ne ensar, ne de İslam’ın önderleri hakkında, Bedir ashabı, Uhud ashabı, rıdvan bey’atine iştirak edenler hakkında ehl-i sünnet mensublarından medh u senâ haricinde hiç bir söz duyulmamıştır.

Onlardan, Rasûlullah’ı görme şerefine nâil olup cennetlik olan ashab-ı güzin efendilerimiz hakkında, Ezvac-ı tahirat ümmühatü’l mü’minin hakkında, Peygamber Efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hüseyin ve onların torunları hakkında hiç bir menfî söz işitilmemiştir.

Hülefa-i Râşidîn efendilerimiz için ehl-i sünnet akidesine mensub bir kimsenin kötü bir ifade kullandığına hiç bir zaman şahit olunmamıştır. Bu söylediklerimiz aynı zamanda onların tâbiîn ve tebe-i tâbiîn âlimlerine karşı da takındıkları tavırdır. Ehl-i Sünnet akidesine mensub bir kimsenin müslümanlardan herhangi birine –küfre girdiği kesin olarak tesbit edilmedikçe – kâfir şeklinde hitab ettiğine rastlayamazsınız, onlar insanların ikrar ettikleri imanlarını esas kabul eder ve onları asla kolayca tekfir edip İslam dairesi dışına atmazlar. Onlar Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in şu hadis-i şerifini tasdik etmiş kimselerdir:

“Ümmetimden yetmiş bin kişi bilâ hisab cennete girecektir. Ve onlardan her biri de Muzar kabilesi mensupları kadar kimseye şefaat edeceklerdir.”

Ve onlar geride bıraktıkları seleflerine dua etmeyi Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bir emri olarak kabul ederler. Zira Kur’an-ı Kerim’de buyrulmaktadır ki:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki; Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!»[9]

[1]* Bu makale, Merhûm Allâme Zahid el-Kevserî Hazretlerinin tedkik ve tahkikiyle neşredilmiş,  İmam Ebu Muzaffer el-İsferânî (h.471)’ye ait “et-Tebsira fi’d-Dîn” isimli eserin 114-121 sahifeli arasının muhtasar bir tercümesinden ibarettir. Tercüme eden: Murat MOLLA

[2]  Âl-i İmran, 3/31.

[3]  Hicr, 15/9.

[4]  Bakara, 2/113.

[5]  Âl-i İmran, 3/106.

[6]  En’âm, 6/159.

[7]  Tevbe, 9/17.

[8]  Tevbe, 9/53.

[9]  Haşr, 59/10.