İçeriğe geç
Anasayfa » GEÇEN YILLAR FEYİZLİ ZAMANLAR – I

GEÇEN YILLAR FEYİZLİ ZAMANLAR – I

Trabzon’da mütedeyyin insanların oluşturduğu dernek faaliyetlerinde bulunduğumuz arkadaşlarla manevî mevzularda mütalaalarda bulunur, rehber insanların çevresinde ve yanında bulunmanın gerekliliğini dile getirirdik.

Talebelik yıllarımda da İstanbul’da manevî ağırlıklı faaliyetlere iştirak eder, konferanslara devam ederdim. Akademi binamız Sultanahmet Parkı’nın tam karşısında idi. Cuma namazlarını ders çıkışı Sultanahmet Camii’nde eda ederdim. Sultanahmet Camii’nin baş imamı, Şeyhulkurrâ Gönenli Mehmet Efendi (merhum) idi. Nuranî çehresi Dâvûdî sesi ile îrâd ettiği hutbeleri hala kulaklarımda çınlamaktadır.

Aziz cemaat, siz ne güzel insanlarsınız! Ne mübarek kimseler ne azimli müminlersiniz. Sizleri tebrik ediyor, kucaklıyor, gözlerinizden öpüyorum. Günün bu saatinde evinizi, işinizi, her türlü meşgalenizi terk ederek bu mabette toplanmışsınız. Ne güzel amel etmişsiniz! Ne güzel karar vermişsiniz! Ne mübarek niyet… Allah’ın huzurunda toplanmış, mağfiretini ve rızasını talep ediyorsunuz. Allah Teâlâ sizlerden razı olsun…

O yıllarda yayımlanan Bugün Gazetesi’nin sahibi ve Baş Muharriri Mehmet Şevket Eygi Bey (merhum) günlük makalelerinde, her ilde rehber manevî şahsiyetlerin bulunabileceğini, mutlaka onlara bağlanılması gerektiğini, onların rehberliğinde hayatın düzenlenmesinin ehemmiyetini dile getirirdi. O günlerde gerek buradan gerekse dernek faaliyetlerinden etkilenip arayış içinde olduğumuz bir ruh dünyamız vardı.

1972 yılının ortaları idi zannediyorum. Samimi münasebetimiz olan bir arkadaş, (çalıştığım işyerinde) bana uğradı, çıkarken de “Haydi seninle bir yere gidelim!”dedi. Beraber yola çıktık, Pazarkapı Camii’nin kıble tarafında, eski tip tek katlı, avlusu olan bir eve geldik. Evin avluya bakan, dışarıdan girilebilen salon şeklindeki odasına alındık.

Odada sedirde oturup beklerken, salonun ev tarafından açılan kapısından beklediğimiz, ismine farklı vesilelerle daha önceleri aşina olduğum[1] Muhterem Hacı Abdurrahman Beşikçi Hazretleri teşrif ettiler. Ayağa kalktık, elini öptük. Arkadaş, benim için “Ders alacak.” dedi.

Huzuruna oturdum, sağ elimi tutarak ders tarifi yaptı. İnsanı okşayan tatlı sesi, nurânî çehresi ve bembeyaz sakalları ile gönle sekînet veren siması hala gözümün önündedir. Ders tarifi bittikten sonra kısa bir sohbet oldu.

Tarîkat Allah’a 9 giden yoldur. Ehl-i tarîk de bu yolda gayret gösterendir. Nasıl ki sporcular müsabakadan önce çalışma, antrenman yaparlar, Ehl-i tarîk de ahiret eğitimini, antrenmanını yapandır… İnsan eğitimli, antrenmanlı olursa müsabakada başarıya ulaştığı gibi mümin de ahiret antrenmanını yaparak ahiretin sıkıntılarından kurtulur, cennet ve cemâlullah ile müşerref olur…

Bir tarihte Bağdat’ta bir hırsızlık olayı olmuş. Zanlı olarak iki kişiyi yakalayıp zindana atmışlar, ancak öylece unutmuşlar. Bir müddet sonra asıl hırsız yakalanmış. Suçsuz olanları zindandan çıkarmaya gitmişler. Bakmışlar ki zanlılardan birisi ölmüş. Ölen, açlığa tahammül edemeyip ölmüş imiş. Sağ kalan ise meğer bazı günlerini oruçlu geçiren birisi imiş. Açlığa antrenmanlı olduğu için tahammül göstermiş ve kurtulmuş…

İman, insanı harekete geçirmeli. Bakınız dünyalık hevesler için insanlar nasıl seferber olmuşlar! Aşk ile şevk ile koşuyorlar, yorulmak bilmiyorlar…[2]

Mü’min de koşuşturma ve coşkuyu imanının gerekleri için yapmalı. Yakın zamanda küfrün savleti kırılır, çok şeyler değişir, müminlerin rahat nefes alacağı günler gelir; amma gayreti olmayan ne kazanır!

Daha sonra bu salonda, her hafta Pazar günü akşamları yatsıdan sonra yapılan hatm-i hâcelere iştirake başladım. Bazı hatm-i hâcelere Osman Çataklı, Sabahattin Zaim gibi talebelik yıllarımdan âşinâ olduğum hocaların katıldığına da şahit oldum. O zamanlar KTÜ’de ders vermeye geliyorlardı.

12 Mart 1971 muhtırasıyla başlayan askerî vesayet dönemi sürüyor, dinî faaliyetler kısıtlanıyor ve baskıya tabi tutuluyordu. Ama Hacı Abdurrahman Hocaefendi Hazretleri derslerini -biiznillâhi Teâlâ- sürdürüyordu.

Çalıştığım işyerine yakın olduğu için Cuma namazlarını Çarşı Camii’nde eda ediyordum. 8 Ekim 1972 tarihinde Cuma namazı öncesi, vaazının sonuna doğru vâiz şu açıklamayı yaptı:

Muhterem cemaat! Şimdi sizlere üzücü bir haberim olacak. Trabzonumuz’un muttakî âlimlerinden (deyince, acaba dememe kalmadı, acı hakikati duyurdu) Hacı Abdurrahman Beşikçi Hocamız dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Aziz na‘şı, yarın öğle vakti, camimizde kılınacak cenaze namazından sonra aile kabristanına defnedilecektir. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci‘ûn.

Huşu ve huzurumu bir türlü toparlayamadığım bu hüzünlü Cuma gününü hayatım boyunca unutmam mümkün değildir.

Ertesi gün cenaze namazı için mü’minlerin fevc fevc Çarşı Camii’ine aktığı, çalıştığım (Semerciler Caddesi’nin sonundaki) işyerinden görünüyordu. İşyeri sahibi şaşkınlığını “Ne oluyor, nereye gidiyor bu millet?” diyerek dile getirdiydi.

Cenaze namazına (merhum) Erbakan Hoca da katılmıştı. Çarşı Camii’nin çevresi ve sokaklar cemaati almaya yetmedi…

Ahmet Yaşar Hocaefendi ile Kırk Dört Yıl*

Hacı Abdurrahman Efendi Hazretleri’nin vefatından sonra katıldığım ilk zikir halkasında, hatm-i hâceyi kim açacak diye düşünüyordum. Hacı Abdurrahman Efendi Hazretleri’nin mahdûmu (Faruk Beşikçi’in babası) Necmeddin Ağabey’e sordum. Halkanın ortasında oturan kişiyi işaret ederek “Ahmet Yaşar Hoca!” dedi. Hocaefendi’yi ilk defa orada görmüş oldum.

Pazar günü akşamları hatm-i hâcelere, Hacı Abdurrahman Efendi Hazretleri’nin evindeki odada devam ettik. Ahmet Yaşar Hocaefendi her Pazar günü Of’tan Trabzon’a geliyor, hatm-i hâcenin bitişinden sonra tekrar Of’a dönüyordu. Hemen hemen her Pazar, Hocaefendi’yi Of’a, o zamanlar dergâha devam eden Suat (Kurtuldu)[3] Ağabey, otomobili ile götürüyordu. Bu yolculuğa bende iştirak ediyordum.

Hocaefendi; köye, evine varınca, bize ikramda bulunmadan dönüşümüze müsaade etmezdi. Bir gün Suat Ağabey’e sordum: “Bu fedakarlığa nasıl katlanıyorsun? Bu kadar ihvân arasından yalnız sana düşüyor bu yük?” Cevaben dedi ki: “Beni Efendi Hazretleri görevlendirdi, ‘Ahmet Hoca’yı sen taşıyacaksın, başkasına bırakmayacaksın!’ diye emir buyurdu.” Hacı Abdurrahman Efendi bunu acaba vefat etmeden önce mi vasiyet etti, diye düşünerek “Hocaefendi ne zaman emir buyurdu?” diye sordum. Suat Ağabey, bunu Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’nin emir buyurduğunu söyleyince, bir an aklım durdu. Hikmeti kavrayamamanın verdiği şaşkınlıkla sarsıldım ve yöneldiğim yolun ulviyetini idrakten aciz kaldığımı düşündüm.

Ahmet Yaşar Hocaefendi’nin Trabzon’da vazifeye başlamasına kadar, beş yıla yakın bu taşıma işi devam etti.

Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’ni ilk defa Ankara’da görmüştüm. 1973 yılının Şubat ayının ortaları idi. Ankara’ya MSP Birinci Kongresi için il başkanı (aynı zamanda mahalleden komşumuz) Süleyman Barutoğlu[4] ile birlikte gelmiştik. Her taraf bembeyaz, karla kaplı idi. Süleyman Ağabey: “Kongre yarın, bu akşam bir düğün yemeği var, biz de davetliyiz, gidelim.” dedi. Zannederim Fehim Adak ile Yahya Oğuz beylerin çocuklarının velîmesi idi.

Yemekte Mehmet Zahid Kotku Hazretleri, Lütfi Doğan Hoca, Yaşar Tunagür Hoca ve Erbakan Hoca da vardı.

Yemekten sonra Râmûzu’l-Ehâdîs dersi başladı. Yaşar Tunagür hadis metnini okuyor, Lütfi Doğan açıklıyor, Zahid Kotku Hazretleri de gerekirse daha geniş izahatta bulunuyordu. Ders bir saat kadar sürdü. Râmûz dersinin peşinden hatm-i hâcegân yapıldı. Mehmet Zahid Hazretleri hatmeyi tarif ede ede hatim dersini ifa eyledi.

Ders boyunca Erbakan’ı izledim. Boynunu bükmüş, dinliyor ne başını kaldırıyor ne de yerinden kıpırdıyordu. Ders bitene kadar sessiz ve hareketsiz öylece duruyordu. İçimden hayranlıkla “Demek gerçek mürîdin, mürşidine karşı edebi böyle…” diye geçtiydi.

Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’ni son görüşüm, vefatından bir ay kadar önce oldu. O sıralar Kamu İktisadi Teşebbüsü’nün Genel Müdürlüğünde İstanbul’da seminere katılmıştım. Seminer 6 Eylül’de başlayıp iki hafta sürecekti. İlk hafta tamamlandı. İkinci haftaya devam edemedik. 12 Eylül darbesi oldu. Trabzon’a döndüm.

Ekim ayında seminer tekrarlandı. Seminer bitince Trabzon’a dönmeden M. Zahid Kotku Hazretleri’ni ziyaret etmek istedim. İskenderpaşa Camii külliyesindeki ikametgâhına giderek yurt müdürü Ahmet İleri[5] Bey’den yardımcı olmasını istedim. Hocaefendi’nin rahatsız olduğunu, ziyaretçi kabul etmediğini ifade etti. Ben ısrar edince, o zaman M. Esad Coşan Hoca’yı görmemi, ancak onun ziyareti sağlayabileceğini söyledi. Bir müddet avluda bekledim, sonra Esad Coşan Hoca’yı görüp ziyaret talebimi arz ettim.  Hocaefendi’nin rahatsızlığı sebebi ile bunun mümkün olamayacağını ifade etmesi üzerine “Efendim, Trabzon’dan buraya kadar gelip Hocaefendi’yi ziyaret etmeden dönmem çok ağırıma gidiyor.” deyip ısrarımı sürdürdüm. Israrım üzerine çok kısa olmak şartıyla ziyarete izin verdi. Hocaefendi’nin huzuruna çıktım.

Bir sedire, sağ yanına kıbleye dönük şekilde uzanmıştı. Kendimi arz ettim. Kimliğimi sorguladı, sonra da “Gazeteci ne yapıyor?”diye sordu. Şaşırmıştım. Hangi gazeteciyi soruyor diye süratli bir değerlendirme yaptım. Suat Kurtuldu Ağabey’i kastettiğini anladım. “İyidir efendim, başbayilik işine devam ediyor.” dedim. Hayır duasını alıp huzurundan ayrıldım.

Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi, 13 Kasım 1980 tarihinde dâr-ı bekâya irtihal eyledi. Rahmetullahi aleyhi ve aleynâ ecmaîn.

Toparlanma ve Merkezîleşme

Vakfımızın (YSV) arsasını veren ve inşaatını büyük oranda yaptıran (Hacı Abdurrahman Beşikçi Hazretleri’nin dünürü) Hacı Abdullah Akıntürk (merhum), Trabzon’da Fatih semtinde cami yaptırıyordu. Cami inşaatı bitince, Ahmet Yaşar Hocaefendi’nin vazifesini bu camiye naklettirdik. Meşrutasını da Hocaefendi’nin iskânına tahsis ettirdik. Böylece Hocaefendi Trabzon’a yerleşmiş, faaliyetlerini de artık burada yürütmeye başlamış oldu.

Hocaefendi, Cuma akşamları fıkıh ve tefsir sohbetleri, pazar günleri ikindi namazından sonra da Râmûzu’l-Ehâdîs dersleri yapmaya başladı. Daha sonra caminin alt kısmını medreseye çevirdik. Burayı dergâh edindik. Toplumun bütün kesimlerinden bu sohbetlere iştirak edenler oluyordu. Çok bereketli faaliyetler oldu.

Vakıf binamızın inşaatı da ilerliyordu. Herkes canla başla çalışıyordu. Tuğla kum taşıyor, inşaatın biran evvel bitmesi için gayret ediyordu. İnşaat bitince faaliyetlerimizi oraya taşıdık. Daha rahat bir ortamda daha kapsamlı faaliyetlere başladık.

1979 yılına geldiğimizde ülkemizin siyasî ve sosyal durumu çok karışık bir vaziyet almıştı. Genç nesil bir kaosa sürükleniyordu. Aynı ideali taşıyanlar bile birbiri ile kavgalı idi. Hocaefendi: “Mevcut durum çok gergin ve karmaşık, faaliyetlerimizi bir yasal statüye bağlamamız lazım.” buyurdu. Bizleri vazifelendirdi. Yavuz Selim Vakfı tüzüğünü hazırladık, mahkemeye müracaat ettik ve vakfı tescil ettirdik.

1980 (12 Eylül) askerî darbesinden sonra sosyal ve siyasî faaliyetler askıya alınmış, dernekler kapatılmış, faaliyetleri yasaklanmıştı. Ama “Elhamdülillâh” vakfımız ayakta idi ve faaliyetlerimize devam edebiliyorduk.

Hocaefendimiz’in basiret sahibi ve ehl-i keşif şahsiyetine ayne’l-yakîn şahit olarak yolumuzun istikamet üzere olduğunu, nusret-i İlâhiyeye mazhariyetle idrak etmiş olduk.

Genel merkezimizi, Ortahisar’ın Zağanos Köprüsü girişinde bir binada açtık. Çok güzel faaliyetlerde bulunduk. Bu merkezin idaresini (rahmetli) Ali Soylu[6] yürütüyordu.

Faaliyetlerimiz ilerledikçe tecrübelerimiz artmış, vakıfçılıkta mahâret kazanmıştık. Öyle ki Vakıflar Haftası kutlamalarını, Vakıflar Bölge Müdürlüğü ile ortaklaşa yapmaya başlamıştık. Vakıflar Bölge Müdürlüğü kâğıt üzerinde iken, biz ise arazide idik.

1982 yılı ortalarıydı. Kamu İktisadî Teşebbüsü Trabzon Bölge Müdürlüğü’nde personel şefi olarak görev yapıyordum. Büyük Postahane’nin karşısında bulunan binanın üst katı Bölge Müdürlüğü idi, alt katında da satış mağazası bulunuyordu.

Mağazada çalışanların da bir kısmı memur statüsünde, bir kısmı ise işçi statüsünde idi. Bir gün mağaza müdürü ile işçilerden biri kavga etmişti. İşçilerin cezalandırılması, toplu iş sözleşmesi gereğince Bölge İşçi Disiplin Kurulu’nun kararı ile mümkün oluyordu. Ben de Disiplin Kurulu üyesi idim. Disiplin Kurulu’nun toplanmasından önce hemşehrim olan işçi beni ziyaret ederek yardım talebinde bulundu. Benim düşüncem, onun cezalandırılması yerine bağışlanması yönünde olduğundan, kendisine umut da verdim.

Meseleyi Hocaefendimiz’e danışmak düşüncesiyle ziyaretine gittim, olayı arz ettim. Hocaefendimiz’in de işçinin affından yana olacağını düşünüyordum. Hâdiseyi dinledikten sonra “Bu kimse, âmirine karşı gelmiş, suç işlemiş, cezasını çeksin.” dedi. Şaşkın vaziyette huzurundan ayrıldım.

Neticede Disiplin Kurulu’ndan cezalandırılma kararı çıktı. Karardan sonra hemşehrimle uzun süre görüşemedim.

Giresun, Rize, Artvin, Gümüşhane illerinin bağlı olduğu bölgemizde 30 civarında satış mağazası 200’e yakın personel vardı.

12 Eylül darbe idaresinin, kışla mantığı emirleri geliyordu: “Erkek personel her gün tıraş olacak, ütülü koyu renk elbise giyecek, ayakkabılar boyalı olacak, açık renk gömlek giyilecek, (yazın bile) kravat takılacak, bu hususlarda personel takip edilecek…” daha bilmem neler.  İşten ayrılmayı da düşünmekte idim. Bu kışla talimatları kararımı pekiştirdi. Haziran ayı sonunda memuriyetten ayrıldım.

 Meslekî (Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik) faaliyetime başladım. Bir zaman sonra Meydan’da Fatih Parkı’ndan geçerken hemşehrim olan o işçi arkadaşa rastladım. Merhabalaştık, mahcup vaziyette disiplin kurulu kararından üzgün olduğumu belirtince “İyi ki öyle olmuş. Allah razı olsun…”deyince alay ediyor düşüncesi ile özür dilemek istedim. Ciddi ciddi “Özre gerek yok, gayet ciddiyim.”diye tekrarladı. Ben şaşkın halde “Nasıl yani?” diye sorunca olayı özetledi:

Disiplin Kurulu kararı gereğince ceza olarak başka ile sürüldüm. Gitmedim, emekliliğimi istedim, emekli oldum. Şu karşıki binada sendikamızın şube başkanlığını yürütüyorum. Oradan da ücret alıyorum. Yani iki maaş alıyorum.

Sendika yasası değişti, emekli olan işçilere sendika başkanlığı yasağı getirildi (aktif işçi olması lazımmış). Fakat yasa değişikliğinden önce de başkan olduğum için kazanılmış hak saydılar. Eğer o zaman emekli olmasaydım, bugün sendika başkanlığı yapamayacak, dolayısıyla sendikadan maaş alamayacaktım. Onun için, üzülmene, mahcup olmana gerek yok. Allah sizden razı olsun.”dedi.

Rabbim, keşf ve basiret ehlinin kerametlerini idrakten aciz biz kullarına istikamet ve bu yolda sebat nasip eylesin! Âmîn.

Yazıda ismi geçen ve halen hayatta olanlara sağlık afiyet, hayırlı uzun ömür; başta Hacı Abdurrahman Beşikçi, M. Zahid Kotku ve Ahmet Yaşar Hocaefendiler olmak üzere dâr-ı bekâya irtihal etmiş bütün hocalarımıza ve ihvânımıza Allah Teâlâ’dan rahmet ve mağfiret diliyorum.


* Yavuz Selim Vakfı Mütevvelli Heyeti Azası.

[1] Zira o yıllarda mahalle camimizin imamı ile babam da hatm-i hâcelere iştirak ederlerdi.

[2] O tarihlerde Trabzonspor gurubunda liderdi. Deplasmanda (Ankara’da) PTT Spor ile son maçına çıkacaktı. Berabere dahi kalsa şampiyon olacak, birinci lige çıkacaktı. Günlerce sokaklar mahşere dönmüş, şehrin altı üstüne gelmiş, şamatadan geçilmez olmuştu.

*   Ahmet Yaşar Hocaefendimiz’le ilgili bu bölümü ayrı bir makale konusu yapmayı düşünmekteyim. Ancak deryadan bir katre kabilinden Hocaefendimiz’in feyzinden bereketlenme talep etmeden bu yazıyı bitirmeye gönlüm razı olmadı.

[3] Trabzon’da gazete ve mecmua başbayii olan Suat Kurtuldu Bey, tahsil yıllarında Mehmet Zahid Kotku Hocaefendi’ye intisâb etmişti. Allah Teâlâ kendisinden razı olsun, özel görüşmelerimizde tarikat, mürşid, mürîd edeb ve seyr ü sülûk mevzularında beni aydınlatırdı.

[4] Merhum Süleyman Ağabey de mahalleden komşumuz olup tam bir Osmanlı beyefendisi ve mütevazı bir dergâh mensubu idi.

[5] Ahmet İleri Bey, halen YSV Çarşamba Şubesi yönetim kurulunda görev yapmaktadır.

[6] Merhum Ali Soylu, Hocaefendimiz’e son derece bağlı, ihlaslı bir kardeşimiz idi. Resmî vazifesinden istifâ ederek Hocaefendi’nin hizmetine talip olmuştu.