İçeriğe geç

Bismillahirrahmanirrahim.

Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Bir insanın arkasından incineceği şekilde konuşmaya gıybet denir. Eğer o insan, yüzüne konuşulduğunda, bu konuşmadan rahatsız olacaksa arkasından böyle konuşmak günahtır. 

Rasûlullah (s.a.v), “Gıybet nedir bilir misiniz?  Kardeşinin hoşuna gitmeyeceği şekilde arkasından konuşmandır. Dediğin onda varsa gıybet; yoksa ona iftira olur.”[1] buyurdular.

Gıybet çok kötü bir ahlâk olup aynı zamanda da büyük günahlardandır. Haram oluşu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir:

 Allah Teâlâ, Hucurât Sûresi’nde, “Sakın bir kısmınız bir kısmınızın arkasından gıybetini yapmasın.”[2] buyurarak gıybeti yasaklamıştır.

İbn Ömer (r.a) şöyle rivayet etti: “Rasûlullah (s.a.v), minbere çıktı ve yüksek bir ses ile şöyle seslendi:

Ey dili ile iman edip kalplerine iman girmemiş olanlar! Müslümanların gıybeti yapmayın! Onların işledikleri ayıpları ifşa etmeyin! Onların gizliliklerini araştırmayın! Kim Müslüman kardeşinin gizli kalmış hallerini araştırırsa, Allah da (c.c) onun gizli işlerini ortaya koyar. Kimin de gizli işlerini ortaya koyarsa, evinin için de dahi olsa onu rezil eder.[3]

Aklen ve tecrübelerle de gıybetin kötü olduğu sabittir. Tecrübeler göstermiştir ki, gıybet insanlar arasında muhabbetin azalmasına, yaygınlaşması halinde dost ve kardeşliklerin ve güven ortamının bozulmasına, aileler ve kabileler arası nefretin meydana gelmesine, düşmanlıkların baş göstermesine, sonunda toplumsal barışın bozulmasına sebep olmaktadır.

Şa‘bî şöyle nakletmiştir: “İki kişi Allah için birbirini severken aralarında bir ayrılığın meydana gelmesi, ikisinden birinin işlediği günah sebebiyledir. Bunların da şerli olanı günahı işleyendir.”[4]

Gıybetin bu dünyadaki zararları sadece kardeşler arasına kin ve nefreti sokmakla, toplumsal barışı bozmakla da sınırlı değildir. Gerek gıybet gerekse diğer günahların işlenmesiyle içinde yaşadığımız şu dünyamızın mana cephesi de kirlenmektedir. Salih insanların yaşadığı, salih amellerin işlendiği çevrelerde insanlar ibadetlere karşı daha gayretli ve daha istekli olmalarına rağmen, günah ile kirlenmiş insanların bulunduğu ortamlarda ise durum tamamen bunun aksinedir. Bir defa, günah işlenen ortamlarda dinî hayat yerini heva, arzu ve heveslere terk eder.  İnsanlardaki ibadet kabiliyeti bu günah ortamı sebebiyle zayıflar. İbadetlerde tembellik, günahları işlemeğe cesaret ve istek artar. Dinî hassasiyet yerini vurdumduymazlığa bırakır.

Gıybetin Kötülükleri

1. Gıybet ölü eti yemek gibidir.   

Âyet-i kerîmede, “Bir kısmınız bir kısmınızın arkasından gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeği sever mi? (Bak bunu) kötü gördünüz. (Gıybet hakkında)  Allah’tan korkun. Allah tevbeleri çok kabul edendir. (Tevbeden sonra) merhametlidir.[5]

Zeyd (r.a), sahabeden birtakım insanlarla otururken onlara Rasûlullah’ın (s.a.v) evine hediye olarak et götürüldüğü söylendi.  Oradakiler de Zeyd’e, “Git Rasûlullah’a (s.a.v) bizden selam söyle, o etten bize de göndersin.” dediler. Zeyd,  Rasûlullah’a (s.a.v), ashabının et istediklerini haber verince, Rasûlullah (s.a.v) da Zeyd’e, “Onların yanına geri dön, onlar senden sonra et yediler.” buyurdu. Zeyd, Rasûlullah’ın dediğini onlara aktarınca, onlar da “Bu yeni bir olaydır, gelin Rasûlullah’a varıp soralım.” dediler. Rasûlullah’a vardılar, “Vallahi ya Rasûlallah, Zeyd’in zannettiği gibi değil, biz et filan yemedik.” dediler. Rasûlullah (s.a.v) da onlara, “Ben sizin dişlerinizin arasında Zeyd’in taze etlerini görüyorum.” buyurunca “Evet ya Rasûlallah,  doğrudur, bizim için istiğfar et.” dediler. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de onlar için istiğfar etti.[6]

Ebû Hureyre’den (r.a) şöyle nakledildi: “Maiz ibn Mâlik, Rasûlullah’ın (s.a.v) huzuruna gelip zina işlediğini birkaç kere itiraf etti. Rasûlullah (s.a.v), dördüncüde recmedilmesini emretti. Daha sonra Rasûlullah (s.a.v), ashabıyla bir arada iken biri, “Bu hain Rasûlullah’a (s.a.v) tekrar tekrar geldi. Her gelişinde Rasûlullah, onu geri çevirdi. Sonunda köpeklerin katledilişi gibi öldürüldü.” dedi. Rasûlullah (s.a.v) bu hususta susup bir şey söylemedi. Ta ki ayaklarını yukarı dikmiş bir eşek leşinin yanına gelince, “Bundan yiyin.” buyurdu. “Bu eşek leşinden mi yiyelim ya Rasûlallah?” dediler. Az önce kardeşiniz Maiz’in şahsiyeti hakkında söyledikleriniz (gıybet) bundan daha fazlaydı. Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o şimdi cennet ırmaklarından bir ırmağa dalmış orda yüzüyor.”[7] buyurdular.

Yine Rasûlullah (s.a.v), “Bir adam dünyada bir başkasının gıybetini yaparsa,  kıyamet gününde gıybeti yapılan kişi ölü olarak getirilir. Gıybet eden kişiye, “Bunun etini dünyada diri olarak yedin, şimdi de ölüsünün etini ye.” denir. O da onun etini yer ve yüzünü ekşiterek çığlık atar.”[8]

“Bir adamın doyuncaya kadar leş yemesi, gıybetle Müslüman kardeşinin etini yemesinden daha hayırlıdır.”[9]

Rasûlullah’ın (s.a.v) hayatında bu ve emsali birçok vakıa meydana gelmiştir ki, onların hepsini burada saymaya imkân yoktur. Ancak burada ibretâmiz bir meseleyi daha anlatmak faydalı olur kanaatindeyim:    

2. Gıybetin manevî kokusu leş kokusu gibidir.

  “Cabir (r.a) nakletti: “Biz Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte idik. Kötü bir leş kokusu ortalığı sardı. “Bu koku nedir, bilir misiniz?” diye sordu Rasûlullah (s.a.v); sonra şöyle devam etti; “Bu koku insanların gıybetini yapanların kötü kokusudur.” Başka bir rivayette, “Münafıklardan birtakım insanlar, mü’minlerden bazı insanların gıybetini ettiler. İşte bundan dolayı bu kötü koku ortalığı sardı.” buyrulmuştur. 

Soracağız ki; bu kokuyu biz bugün neden alamıyoruz? Şimdi insanlar birbirinin gıybetini yapmıyorlar da ondan mı? Günahlarla kirlenmemiş temiz bir havanın manevî kokusunu mu teneffüs ediyoruz da böyle pis kokular gelmiyor burnumuza?  Yoksa biz mana âleminin kokularını alması gereken öyle bir duygudan mı mahrum olduk? Maalesef bilinen bir şey var ki o da, insan neyle ünsiyet ederse ona alışır. Mezbahânede çalışan insanlar kötü kokuyu soluya soluya ona nasıl alışıyor ve onunla nasıl ünsiyet peyda ediyorsa bu da böyledir. Daima günahların ve gıybetin kirlettiği manevî havayı teneffüs eden burunların ve bu kötü kokuya alışan bedenlerin, bundan elbette ki haberi olmaz.

Her gün sadece cismine hizmetle yetinip gönül dünyasını tahrip edenlerle,  ruh dünyasının leşten daha fena kokular yaydığı kişilerle, nefsini harap edip gönül dünyasını ihya edenler, ruhundan gelen gül kokusuyla etrafındakileri mest u hayran edenler hiç bir olur mu?

3. Gıybet eden kişinin orucu, abdesti ve namazı bozulur (sakat olur).                       

Rasûlullah’ın azatlı kölesi Ubeyd naklediyor: “Rasûlullah (s.a.v) zamanında iki kadın oruç tutuyorlar ve insanların da gıybetini yapıyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) onlara bir kâse getirmelerini söyledi. Onlara, “Bu kâseye kusun.” diye emretti. Onlar da, irin, kan ve taze et kustular. Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.v), “Bu iki kadın, helal olan şeyleri yememek suretiyle oruç tuttular ama haram ile oruçlarını bozdular.” buyurdu.[10]  

Ebû Hureyre’den gelen bir rivayette Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular: “Gıybet, orucu yırtar, istiğfar ise onu yamar. Kıyamet gününde orucunu yamalı bir halde de olsa kim getirmek isterse istiğfar etsin.”[11]

Gıybetin, orucu ve abdesti bozduğunu, onlara halel getirdiğini Rasûlullah (s.a.v), “Gıybet, abdesti ve namazı bozar (sakat eder).”[12] buyurarak haber vermiştir.

Cümehî şöyle bir olay naklediyor: “Mizacı gevşeklikle, kadın gibi yumuşaklıkla itham edilen birisi bize uğradı. Orada bulunanlardan bazıları ona (peşi sıra) “muhannes” dediler, hoş olmayan laflar ettiler.  Daha sonra biz Hz. Atâ’ya varıp bu hususu sorduk. O da, “Bu sözü kim söylediyse, abdestini, namazını ve orucunu iade etsin.” buyurdular.[13]  

4. Gıybet yapan kişi kendine ve gıybetini ettiği kişiye eza etmiş olur.

Kendisine şöyle eziyet etmiş olur: Gıybet yapanların durumları hususunda Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki; “Miraca götürüldüğümde, bakırdan tırnakları ile yüzlerini ve göğüslerini cırmalayan bir kavme uğradım. Cebrail’e, “Bunlar kimdir?” diye sordum. O da “Bunlar insanların etini yiyip ırzlarına (şeref ve haysiyetlerine) dil uzatanlardır.” dedi.”[14]       

Yine başka bir rivayette şöyle buyrulmuştur; “Müslümanların gıybetini yapmayın. Kim Müslüman kardeşinin gıybetini yaparsa, kıyamet günü dili kafasına bağlı olarak haşredilir. Dilinin çözülmesi ya Allah Teâlâ’nın affına ya da gıybetini yaptığı kişinin affetmesine bağlıdır.”[15]  buyrulmuştur.

Gıybet eden kimse, gıybetini yaptığı kişiye de eziyet eder. Mürsel bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu; “Sizden biriniz kendisi haklı da olsa Müslüman kardeşine neden eziyet ediyor?” Kişinin kendisi haklı da olsa, Müslüman kardeşine eziyet etme hakkı yoktur. Bu ister yüzüne karşı isterse arkasından gıybet yapmak suretiyle olsun değişmez.

5. Gıybet yapanın amelleri elinden alınır ve gıybetini yaptığı kişiye verilir.

Gıybet yapan insanın hasenatı, elinden alınır.  İnsan namaz kılar, oruç tutar, hacca gider, zekât verir, envai çeşit ibadet ve ameller yapar. Bunlar, deftere Hafaza Melekleri tarafından eksiksiz olarak yazılır.  Eğer bu adam başkalarını çekemeyen hasetçi birisi ise, ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi, haset de onun amellerini öyle yakar kül eder.  İşlemiş olduğu hayırlar, hasenat, amel ve ibadetler, gıybetini yaptığı insanlara verilir. Muhtemelen de sevmediği birisine. Çünkü insan genelde sevmeyip çekemediği insanı arkasından çekiştirir ve gıybetini yapar. İşin acısı da bütün emekleri, kazandıkları ve biriktirdiklerinin sevmediği bu insanlara verilmesidir. 

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde kulun kitabı açılarak kendisine verilir. Kitabında yapmadığı amelleri görünce, “Rabbim bu hasenat ve sevapları ben işlemedim.” der. Allah Teâlâ da ona, “O ameller insanların senin gıybetini yapmalarından dolayı sana yazıldı.” diye cevap buyurur. Yine başka bir kulun da, kıyamet gününde kitabı açılarak kendisine verilir. Ve kul şöyle der; “Rabbim filanca günde şu şu hasenatı işledim ama onları şimdi burada göremiyorum.” Ona, “İnsanların gıybetini yapman sebebiyle onlar senin kitabından silindi. Gıybetini yaptığın kişilere verildi.” denir.”[16]

Gıybetin Tevbesi

Gıybet bir tarafı ile kul hakkına, başka bir tarafı ile de Allah Teâlâ’nın hukukuna girmektedir. Bir taraftan çiğnenen, gıybet edilenin şerefi, haysiyeti ve ırzı,  diğer taraftan çiğnenen Allah Teâlâ’nın hükmüdür.  Muhammed ibn Sîrîn’e, “Yâ Ebâ Bekir, bir adam senin gıybetini yaptı ona hakkını helal et.” dediklerinde, Muhammed ibn Sîrîn, “Allah’ın haram ettiği bir şeyi ben helal yapamam.” diye cevap vermiştir.”[17]

Sanki İbn Sîrîn, bu sözüyle gıybetin tevbesi için önce Allah Teâlâ’ya tevbe ve istiğfarda bulunulması gerektiğini, ardından da gıybeti yapılan kişiden helâllik istenmesinin gereğini bildirmektedir.

Öncelikle, Allah Teâlâ’ya karşı işlenen bu suçtan dolayı tevbe edilir, istiğfar edilir. Sonra, gıybeti yapılanın bu durumdan haberi olmuşsa ondan helâllik alınır. Haberi yoksa o zaman onun hakkında istiğfar edilmesi gerekir.

Rasûlullah (s.a.v), “Birisi bir adamın gıybetini yapar da sonra onun için istiğfar ederse, onun yaptığı gıybet mağfiret edilir.”[18] buyurmuştur.  

Başka bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “Muhakkak ki, gıybetin kefareti gıybetini yaptığın kişi için istiğfar etmendir. “Allah’ım! Beni ve gıybetini yaptığım insanı mağfiret et.” dersin.”[19]

Sehl ibn Saîd’den gelen merfû bir hadiste,  “Bir adam kardeşinin gıybetini eder de sonra onun için istiğfar ederse, bu istiğfarı ona kefaret olur.” buyrulmuştur.

Başka bir merfû bir rivayette, “Gıybet ettiğinin kefareti onun için istiğfar etmendir.” buyrulmuştur.

Birbirine yakın lafızlarla rivayet edilmiş bulunan bu hadîs-i şerîfler senet bakımından zayıf olsalar da, bunların ayrı ayrı kişilerden birbirine uyumlu lafızlarla nakledilmiş olmaları dolayısıyla her biri diğerini takviye etmektedir; bu da bu rivayetlerin mevzu (uydurma) olmadıklarını göstermektedir. Ayrıca ârif-i billâh olan Şâzelî hazretlerinden gelen bir haber de bunu takviye etmektedir. Hasan eş-Şâzelî hazretleri bir defasında birinin gıybetini eder ama bundan dolayı çok kederlenir.  Daha sonra Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i rüyasında görür ve bu gıybetten nasıl tevbe edeceğini ve ne yapacağını sorar. Rasûlullah (s.a.v) da, “İhlas, Felak ve Nâs surelerini oku ve sevabını gıybetini yaptığın kişiye bağışla.” buyurur. Şâzelî hazretleri de, (muhtemelen) gıybetini yaptığı kişi öldüğünden dolayı onunla helalleşmenin mümkün olmadığına kanaat getirmiş, bu sebepten kederlenmişti.[20]

Ayrıca sahîh bir hadîs-i şerîfte, “Bir araya gelinip oturulan meclislerden kalkarken,

(سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، لا إلهَ إِلاَّ أنْتَ، أَسْتَغْفِرُكَ وَأَتوبُ إلَيْكَ)

Allah’ım, Seni överek tesbih ederim. Senden başka ilah yoktur. Senden mağfiret talep eder, sana tevbe ederim.” derse, bu, o mecliste işlenilen günahların kefareti olur.[21] buyrulmuştur. Gıybet en az iki kişi arasında olur; o da bir meclistir. Dolayısıyla iki kişi de bir araya geldikleri meclisten ayrılırken bu duayı okurlarsa, o oturuşun kefareti olur.

Gıybetten Kurtulmak

Gıybetten kurtulmak için, gıybetin ayetlerle hadislerle haram edildiğini önce öğrenip sonra iman etmek gerekir. Haset, sû-i zan, başkasını hakir görmek, ayıp araştırmak, bunlar gıybete teşvik eden sebeplerdir. Abdullah Sehl et-Tüsterî Hazretleri, “Gıybetten kurtulmak isteyen kişi önce sû-i zan kapısını kendisine kapatsın. Çünkü zandan selamet bulan gıybetten selamet bulur. Gıybetten selamet bulan yalancılıktan selamet bulur. Yalancılıktan selamet bulan da iftiradan selamet bulmuş olur.[22] demiştir.


[1] Müslim, IV-2001

[2] Hucurât, 49/12

[3] Buhârî, XII-184

[4] el-Câmi‘ fi’l-Hadîs, II-297

[5] Hucurât, 49/12.

[6] Müstedrek, IV-299.

[7] Edebü’l-Müfred, I-398.

[8] Kenzü’l-Ummâl, III-590.

[9] Haraitî, Mesâviü’l-Âhlâk, I-97.

[10] Müsned-i Ebî Ya‘lâ, III-146.

[11] Beyhakî, Şuabü’l-İmân, V-246.

[12] Kenzü’l-Ummâl, III-586.

[13] Harâitî, I-316.

[14] Kenzü’l-Ummâl, III-587.

[15] Kenzü’l-Ummâl, III-590

[16] Harâitî, Mesâviü’l-Ahlâk, I-99.

[17] Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V-318.

[18] Keşfü’l-Hafâ, II-111.

[19] Harâitî, Mesâviü’l-Ahlâk, I-105.

[20] Fethû’l-Mennân, IX-575.

[21] Ebû Dâvud, IV-265; Mevâridü’z-Zamân, VII-395.

[22] Tefsîr-i Tüsterî,1-150.