İçeriğe geç
Anasayfa » Hafız Olmak mı Yoksa Hafız Ölmek mi Daha Zor?

Hafız Olmak mı Yoksa Hafız Ölmek mi Daha Zor?

Efendimiz (s.a.v) “Kur’an-ı Kerim, bir ucu Allah’ın diğer (bir) ucu sizin elinizde olan bir iptir. Ona sımsıkı tutunursanız ebedî olarak sapmaz ve helak olmazsınız.” buyuruyor. Kur’an-ı Kerim’in nasıl ilahî bir mucize olduğunu bilen müminler, bir ucu Hz. Allah’ta olan bu ipi kendilerince tutmaya çalışırlar. O müminlerden bir grup da hafızlardır. Hafız, Arapçada korumak, muhafaza etmek ve ezberlemek manalarına gelen “hıfz” kökünden türemiş bir sıfattır. Kur’an-ı Kerim’i kalbine ve hafızasına nakşedip ilk muhafaza eden Rasûl-u Zîşân Efendimiz (s.a.v) olmuştur. Efendimizin, gelen ayetleri hemen ezberlemek için hızlı bir şekilde dilini hareket ettirmesini Kur’an-ı Kerim şöyle ifade eder: “(Ey Rasûlüm) Onu (Kur’an’ı) (hemen ezberlemek için) acele ederek dilini Cebrail ile birlikte hareket ettirme.”1

Cebrail (a.s), Hz. Muhammed’e Kur’an’-dan bir şey getirdiği zaman daha sonuna varmadan, Hz Muhammed (s.a.v) unutmamak için onu yeniden okumak isterdi. Bunun üzerine Allah (c.c) bu ayeti Efendimizin o hareketini önlemek için indirdi.2

“Muhakkak ki Onu (Kur’an’ı) toplamak (ezberletmek, kalbine yerleştirmek) ve okutmak bize aittir.” “Bunun için biz onu okurken (sen de) onun okunuşuna tâbi ol (uy).” Yani Cebrail (a.s) onu okurken sen yalnızca dinle. “Sonra şüphesiz ki onu (Kur’an’ı) açıklamak da bize aittir.”3

Bu açıklama iki şekilde olur:

1- Kur’an-ı Kerim’de geçen muğlak (kapalı) ve mücmel bir ayetin bir başka ayetle açıklanması gibi.

2-Efendimiz (s.a.v)’in Kur’an-ı Kerim’i hayatına tamamen tatbik edişi, hayatına uygulaması da beyandır. Çünkü Efendimiz (s.a.v)’in hayatı bizatihi Kur’an’ın kendisi idi.

Efendimiz (s.a.v)’den sonra Kur’an-ı Kerim’i ezberleyenler dört büyük halife Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali efendilerimizdir. Muhacirlerden; Hz. Talha b. Ubeydullah, Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas, Hz. Mus’ab b.Umeyr, Hz. Ebu Hureyre; Hanım sahabilerden; Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü Seleme validelerimizdir. Ensardan; Hz. Ubey b. Ka’b, Hz. Muaz b. Cebel, Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Zeyd el-Ensari, Hz. Ebu’d-Derdâ hazretleri meşhur hafızlardandır. Radiyallahu anhüm ecmaîn.

Efendimiz (s.a.v), Kur’an-ı Kerim’i ezberlemeleri için ümmetine sürekli tavsiye ve teşvikte bulunurlardı. Sahabe-i kiramdan bin kişi surelerin tamamını ezberlemişler, diğerleri ise Kur’an-ı Kerim’in bir kısmını ezberlemişlerdir. Sahabe-i kiram önce ayetlerin ihtiva ettiği manayı anlamaya çalışıyorlar, sonra hayatlarına geçiriyorlardı. Daha sonra da ezberliyorlardı. Böylece Kur’an’ın nuru ile rengârenk oluyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in rengi ile (boyasıyla) boyanıyorlardı. Kur’an-ı Kerim ayetleri onların yaşadığı bir ortamda nazil oluyordu. Onlar, kendi aleyhlerinde bir ayet gelir korkusuyla tirim tirim titriyorlardı. Hal ve hareketlerinde, fiillerinde ve icraatlarında Kur’an’ın ahlâkı, adab-ı muaşereti tezahür ediyordu. Onlar adeta yaşayan canlı birer Kur’an idiler. Onların hayatlarında Kur’an’ı canlı olarak müşahede etmek mümkündü. Onlar, Kur’an-ı Kerim’i hem ezberliyor hem hayatlarında tatbik ediyor hem de başkalarına nakletmek için bütün imkânlarını sonuna kadar kullanıyorlardı. Müminlerin de Kur’an-ı Kerim’e hizmet ederken izleyecekleri en emin, en kazançlı ve en doğru yol sahabe-i kiram efendilerimizin izlediği yoldur.

İbn-i Abbas (r.a)’ın naklettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Ümmetimin en şerefli olanları Kur’an’ın hâmili olanlardır.”4 Hafızasında taşıdığı Kur’an’ın manasına aşina olanlar, hayatlarını Kur’anî prensiplere göre düzenleyenler, Kur’anî bir hayat yaşayanlar, Kur’an-ı Kerim’i konuşanlar (anlatanlar, yaymaya çalışanlar); Kur’an’ın hâmili ve hâdimi olan bahtiyar müminler, mümtaz şahsiyetlerdir. Bir başka hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “İnsanlardan ehlullah olanlar vardır.” Sahabe-i kiram, “Onlar kimlerdir ya Rasûlallah?” diye sorarlar. Efendimiz (s.a.v), “Onlar, ehl-i Kur’an’dır, ehl-i Kur’an ehlullahtır.” diye cevap verirler.5

Hafızlık sistemi ve Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek, Allah (c.c)’ın ümmet-i Muhammed’e lütfettiği en değerli mazhariyettir. Bu şerefli mazhariyet, sahabe devrinde bir zirve idi. Daha sonra ki dönemlerde ise hafızlık eğitimi sistemleştirildi. Mesela; Selçuklular döneminde Daru’l-Huffâz ve Daru’l-Kurrâların kurulması ile hafızlığın kurumsal hale getirildiğini söylemek mümkündür. Osmanlı döneminde sıbyan mektebini yani temel eğitimini tamamlayan bir öğrenci önce alt seviyedeki bir daru’l-huffâza gider, orada hafızlığını tamamlardı. Sonra kıraat vecihlerini ve okuyuş usullerini (aşere, takrip, tayyibe) öğrenmek amacı ile daru’l-kurrâya devam ederlerdi. Bu kurumların başındaki hocaefendilere reisu’l-huffâz ve reisu’l-kurrâ denirdi. Bütün dünya Müslümanları Kur’an eğitimine çok önem vermişlerdir. Hafızlık, İslam’ın ilk yıllarından itibaren hiç kesintiye uğramadan günümüze kadar gelmiş; hafızlık müesseselerinin sayısı devamlı artmıştır. Ülkemizde kayıt altına alınmış 89 binin üzerinde hafız mevcuttur. Kayıt dışı olanlar hariç. Bu sevindirici rakamın üzücü olan yönü de vardır. O da şudur: Bunlardan hıfzını koruyup hafız olarak ölebileceklerin veya Kur’an’la âmil olup Kur’anî bir hayat yaşayarak ölebileceklerin sayısı ne kadardır? İşte bu, işin üzücü olan yönüdür. Hafızlığı korumak hafızlığı yapmaktan daha zordur. Bundan daha zor olanı ise Kur’anî bir hayat yaşayarak ehlullah, ehl-i-Kur’an olarak ölmektir. Kur’an-ı Kerim’in ezberlenmesi, öğrenilmesi ne kadar teşvik edilmiş ve övülmüş ise, ezberlenen Kur’an metninin unutulması da o derece zemmedilmiş, yerilmiş ve haram kılınmıştır. Bu konuda birçok sahih hadis-i şerif mevcuttur. Hatta bazı müfessirler, Taha Suresi 124-126. ayetlerdeki serzenişlerin, Kur’an-ı Kerim’in gerek lafzını gerekse manasını unutanlara, ona gereken ehemmiyeti vermeyenlere ait olduğunu söylemişlerdir. “Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir ve biz onu kıyamet gününde (gözleri) kör olarak haşrederiz. (Artık o zaman) o: “Rabbim! Beni niçin kör (olarak) haşrettin? Hâlbuki ben görücü idim.” demiştir. (Allah da şöyle) Buyurmuştur: “Evet, öyledir. Sana ayetlerimiz geldi de sen onları unuttun. İşte bugün de sen öylece unutuluyorsun.”6

“Sonra biz o kitabı (Kur’an’ı) kullarımızdan seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kendilerine zulmeden var; muktesit (orta yolda giden) var; Allah’ın izn u keremi ile hayırlarda önde giden var. İşte (en) büyük lütuf budur.”7 İbrahim es-Sa’lebi ‘el-keşfu ve’l-beyân fî tefsiri’l-Kur’an’ adlı eserinde, mealini sunduğum bu ayetin tefsirini yaparken yirmi üçü aşkın müfessirin bu ayet hakkındaki görüşlerini ayrı ayrı nakleder. Bu müfessirlerden bir tanesinin görüşü şu şekildedir: “Bunlardan (Kur’an’a varis olanlardan) kendilerine zulmeden kimseler, Kur’an’a olan ilgisini kaybederek hıfzını unutup Kur’an’la amil olmayanlardır. Yani hafızdır ama zalim hafızdır. İkincisi muktesit (orta yolda gidenler) olanlardır. Bunlar bir şekilde Kur’an’la amel etmeye ve Kur’an’ı unutmamaya gayret gösterenlerdir. Üçüncüsü ise; hayırda yarışanlardır. “Ben bu Kur’an’ı nasıl muhafaza edebilirim, hıfzımı nasıl koruyabilirim, onun manasına nasıl vakıf olabilir ve onunla nasıl amel edebilirim, hayatımı Kur’an’la nasıl birleştirip süsleyebilirim.” endişesiyle var olan tüm imkânlarını sonuna kadar kullanan kimselerdir.” İşte Allah üçüncü sınıftaki hafızları methediyor; onlara maddesiyle, manasıyla, ahlâkî duruşlarıyla güzellikler ihsan ediyor. Bu güzelliğin sebebi de Kur’an-ı Kerim’e olan içten bağlılıklarıdır. Methe layık bir hafız olabilmek için Kur’an-ı Kerim’in sadece lafzını ezberlemek değil manasını da iyi anlamak, onu yaşamak ve yaşatmaya gayret göstermek gerekiyor. Hafız olmak mı, hafız ölmek mi zor? Hıfzını koruyup hafız olarak ölebilmek için;

1-Hıfzımızı tamamlayıncaya kadar çektiğimiz zorlukları sıkıntıları hiç unutmamalıyız.

2-Kur’an-ı Kerim’i öğrenmenin, hafızaya almanın başlı başına bir ibadet olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Oysa ibadetin devamlı olanı makbuldür.

3-“Hıfzı bitirdim.” deyip rehavete kapılmadan asıl görevin bundan sonra başlayacağını unutmamalı ve bu ruh, bedeni terk edinceye kadar hafızlık çalışmalarının devam edeceği hafızamıza kazınmalıdır.

4-Kur’an-ı Kerim’i unutmanın büyük bir günah ve büyük bir afet olduğu hususunda gafil olmamalıyız. “Her şeyin bir afeti vardır. İlmin afeti de unutmaktır.”8

Onca emekten sonra Kur’an’ı hıfzedip sonra da bitirdim havasına kapılarak Kur’an’ın yüzüne bakma ihtiyacını hissetmeyen; Kur’an’ı okuyamayacak, Kur’an’ın yüzüne dahi bakamayacak hâle düşen bir kimse için bundan daha büyük bir afet ne olabilir?

5-Bu konuda varit olan sahih hadis-i şeriflerin serzenişlerini hafızamızda sürekli tutmaya çalışmalıyız. Abdullah ibn-i Ömer (r.a)’den mervîdir ki Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kur’an sahibi (olan) hafızın benzeri bağlı devenin sahibinin misali gibidir. Deve sahibi, devesini gözetirse onu tutabilir (ona sahip olabilir). Şayet onu salıverirse kaçar, gider.”9

İbn-i Mes’ud (r.a)’un rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifin meali de şöyledir: “Kur’an sahiplerinden (hafızlardan) birisinin “Şu şu ayetleri unuttum.” demesi ne kadar kötü bir şeydir. Belki, “Unutturuldu.”(demek lazım). (Ey Kur’an sahibi hafızlar) Kur’an’ı daima okuyup müzakere ediniz. Çünkü Kur’an’ın (hafız olan kişilerin) gönüllerinden ayrılıp kaçması devenin boşanıp (ipinden kurtulup) kaçmasından daha zorlu (daha vahim, daha kötü) olur.”10

Ebu Musa el-Eş’ari (r.a)’nin naklettiği hadis-i şerif de şöyledir: “Kur’an’ı muhafazaya ihtimam (itina) gösteriniz. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki Kur’an’ın (hafızalardan) silinip kaçması (gitmesi) bağlı (bulunan) devenin (dikkatsizlik sebebiyle) kaçmasından daha zorlu, daha berbattır.”11

Enes İbn-i Malik de Efendimiz (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu ifade ediyor: “Ümmetimin ecirleri (sevapları) bana gösterildi; hatta bir kimsenin mescitten atmak için çıkardığı çer çöpe varıncaya kadar. Ümmetimin günahları da bana gösterildi. (Bunlar içerisinde) Kur’an’dan (bir) sure veya (bir) ayet kendisine verilip de onu unutan kimsenin günahından daha büyüğünü görmedim.”12

Hafızlık eğitiminde yaşın rolü de çok önemlidir. Gençlik ve ilk gençlik çağı (buluğa ermeden önceki dönem) hafızlık için en uygun olan zamandır. “Kim gençliğinde Kur’an’ı öğrenip hafızaya alırsa Kur’an onun etine ve kanına karışır.” buyuran Efendimiz (s.a.v), bu hadis-i şerifiyle gençlik çağında Kur’an’ı öğrenip ezberlemenin önem ve ehemmiyetine işaret buyuruyorlar. Çünkü bu dönem istekli olma, meşgalenin azlığı ve gönül huzuru açısından en verimli ve en bereketli bir dönemdir. Gençlik ve ilk gençlik çağında zihin berrak, meşgale az ve beyin tazedir. Dolayısıyla bu dönemde hafızlık yapmak hem daha kolay hem daha kalıcı hem de hıfz sürecinin daha kısa olması hasebiyle daha avantajlıdır.

1943-1951 yılları arası Kur’an öğretimi, bütün olumsuzluklara ve öğretim yasağının şiddetine rağmen İslam’a ve Kur’an-ı Kerim’e pek çok hizmetleri dokunan, şahsen kendilerinden çokça müstefit olduğumuz üç önemli şahsiyeti bu vesile ile yâd etmek istiyorum. Bunlardan biri sabrı, metaneti, cömertliği, merhameti, şuur ve şecaati ile temayüz etmiş bir hanımefendidir. Fâtıma Hanımefendi’nin eşi Hacı Şükrü Efendi, Çarşamba ilçesinin Turgutlu köyünde imam iken vefat eder. Fâtıma Hanım iki oğlunu da Mehmet Âşık Kutlu Hocaefendi’ye teslim edip onların birer ehl-i Kur’an olmalarını sağladıktan sonra evinin birini Kur’an eğitimine tahsis eder ve iki oğlunu da bu müessesenin başına getirir. Kendi de bu konuda uzman olduğu için alt yapıyı hazırlar. Yani hafızlık yapabilecek seviyeye getirdikten sonra bir üst seviye olan hıfz bölümüne teslim ediyordu. Kur’an eğitimi yasağının en şiddetli olduğu bu dönemlerde çevre köylerden gelen yüz elli öğrenci hıfz çalışmalarına devam ediyordu. İki üç yılda bir mezun veriyor ve o fetret döneminde yüzlerce hafız yetişiyordu. Jandarmalar tarafından baskın yapılacağı haberi ulaşınca öğrenciler ormana dağılıyor, ormandan evlerine gidiyorlardı. Ortam yatıştıktan sonra normal eğitimlerine devam ediyorlardı. Beni de hafızlığa hazırlayan hocam bu hanımefendidir. Mekânı cennet olsun. O dönemlerde okuyanın, okutanın, anne ve babanın ortak gayeleri vardı; o da sadece Kur’an’a hizmetti. O dönemde hemen hemen her evde bir iki veya üç hafız bulunuyordu. Trabzon’un Çaykara ilçesinden bahsediyorum.

Yâd etmek istediğim bir diğer hocaefendi de ömrünü Kur’an hizmetine vakfeden merhum Mehmet Âşık Kutlu Hocaefendi’dir. 1951-1953 yıllarında kıraat ve hıfzımı geliştirmek üzere yaklaşık iki yıl Hocaefendi’nin yanında kaldım. Binlerce Kur’an bülbülünün yetiştiği Kur’an Kursu 80 metrekarelik alana sahip tek katlı bir yerdi. Talebe mevcudu 400-500 civarındaydı. 15 yaşından küçük olan öğrenciler ailelere teslim ediliyordu. Aileler bunu büyük bir şeref kabul ederler, kendi evlatları gibi seve seve onların her türlü ihtiyaçlarını karşılarlar, onları canlarından fazla severlerdi. Büyük öğrenciler müstakil evlerde kalıyorlardı. Hocaefendi tek başına, asırlar boyunca devam edecek silsilenin tohumlarını atıyor; hafızlar ve kurralar yetiştirecek hocaların hocalarını yetiştiriyordu. Öyle yoğun bir eğitim ki; Kur’an eğitimine yeni başlayan öğrenciler var, hafızlığa çalışanlar var, talim terbiye ve tashih-i huruf dersi alanlar var, hıfzını güçlendirmek için gelenler var, aşere takrip dersi görenler var, Arapça dersi alanlar var, ferâiz (miras hukuku) dersi alanlar var, hat sanatı ile meşgul olanlar var. Bütün bu gruplarla birebir Hocaefendi ilgileniyordu. Hocaefendi aynı zamanda Of ilçe vaizidir. Bir saati aşkın yol yürüyerek göreve giderdi. Ayrıca belde merkez camiinde de imam hatiptir. Hocaefendi’nin sıhhiyeliği de vardır. Özel olarak öğrencilerin sağlık durumlarıyla da ilgileniyordu. O dönemde çevre köyler miras taksimini medeni hukuka göre değil, İslam’ın miras hukukuna göre yaptıkları için Hocaefendi bu görevi de fahri olarak yürütüyordu. Hocaefendi çok yoğun olduğu için kursta kalırdı. Haftada ya da 15 günde bir eve gitme imkânı bulabiliyordu. Bunca yoğun hizmeti sunarken bir kere bile sinirlendiğini, bir öğrenciye bağırdığını hatırlamıyorum. Suç işleyen öğrenciye en ağır sözü “Vay kerata” idi. Mekânı cennet olsun ve şefaatinden bizleri hisseyâb eylesin. ÂMîN.

Hatırlatmak istediğim bir başka hocaefendi de ömrünü İslam’a ve Kur’an’a hizmet için vakfeden müderris, Çaykara ilçesinin eski vaizi, merhum Hacı Hasan Rami Hocaefendi’dir. Evinin alt katı medresedir. Medresenin büyüklüğü 40 metrekaredir. Talebe mevcudu 300-400 arasında değişiyor. Talebeler 1-2-3 saatlik mesafeden, yaya olarak medreseye geliyorlar. Gruplar halinde derse geliyorlar. Grupların ders saatleri 1-2 saat arasında değişiyor. Yaş grupları 15-65 yaş arasındadır. Ders, sabah namazına müteakip başlıyor; yatsı namazına kadar devam ediyordu. Medrese aynı zamanda bir mescit idi. Namaz vakitlerinde, gelen farklı cemaatlerle namaz icra ediliyordu. Bu hızlı maraton yaklaşık yarım asır devam etti. Hocaefendi hasta yatağında bir ders halkasının derslerini takip ederken Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Hocaefendi’nin talebeleri müftü, vaiz ve imam hatip olarak Türkiye’nin her tarafına yayılarak hizmet sunmuşlardır. Binlerce ehliyetli ve icazetli hoca yetiştirmiştir. Allah, derecesini âlî, makamını cennet eylesin. Şefaâtlerinden de bizleri mahrum eylemesin. ÂMÎN.

1             Kıyâme, 75/16

2             Tirmîzî

3             Kıyâme, 75/17-18-19

4             Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3 /1209; Keşfu’l-Hafâ, 1/370.

5             Keşfu’l-Hafâ, 1 /768.

6             Tâhâ, 20/124-126.

7             Fâtır, 35/32.

8             Râmûzu’l-Ehâdîs, 11.

9             Buhârî; Müslim.

10           Buhârî; Müslim

11           Buhârî; Müslim

12           Mişkâtü’l-Mesâbîh, 2 /720.