Allah Zülcelal ve’l-Kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine celâl zâtına, kemâl sıfatlarına layık hamd ü senâlar ve şükürler olsun.
Bizlere sağlık, sıhhat ve afiyet bahşeden Rabbimiz, her birimize mahşerde Rasûlullah’ın sancağı altında, Arş-ı A‘lâ’nın gölgesinde bir araya toplanmayı, cennet âleminde de Rasûlullah’ın komşuluğunda bir araya gelip oradan da cemal-i ilâhisini müşahede etmeyi nasip ve müyesser buyursun.
Mü’minler olarak her birimizin öncelikli vazifesi, dalmış bulunduğumuz gaflet hastalığından sıyrılmak ve yaratılış gayemize doğru yola çıkmaktır. Bu gaye unutularak elde edilen servet, mal, makam ve mevkii gibi dünyalıkların bize hiç bir fayda sağlamadığına Kur’ân-ı Kerîm’in bütün âyetleri ve Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.v) hadîs-i şerîfleri şahittir.
Zikrettiğimiz bu şeylerden faydalanabilmemiz için öncelikle “doğru”nun ne olduğunu tespit etmek gereklidir. Bunun yolu da ilimden geçer. Günümüzdeki gibi ortalığın iyice karıştığı zamanlarda, ilimden mahrum olan toplumların doğruyu yanlıştan ayırması mümkün olamamaktadır. Mümkün olmuyor ama acayiptir ki hayat da devam edip gidiyor. Çünkü herkes kendisine göre bir doğrunun var olduğunu iddia ediyor ve ona göre yoluna devam ediyor.
Dünya üzerindeki yedi milyar insana sorsak; “Kalbim eğri.” diyene rastlamamız neredeyse mümkün olmaz, herkes kalbim doğrudur, der. Mutlak doğrunun ne olduğunu bilemeyen insanlardan da bundan başka bir cevap beklenmez doğrusu.
Kalbin doğruluğunu tespit için sağlam bir pusulaya ihtiyaç vardır. Dünya tarihine baktığınız vakit sağlam pusulaların gösterdiği istikamete doğru giden kişilerin muhakkak menzile ulaştığını görürsünüz. Ama pusulanız arızalanırsa bazen sağa bazen sola döner, bazen güneye bazen kuzeye döner durursunuz da varmak istediğiniz yere bir türlü ulaşamazsınız.
Bizim pusulamız kıblemizdir. Elhamdülillah, namaz kılarken döndüğümüz bir kıblemiz bulunmaktadır. Beytullah, namazımızın kıblesi olduğu gibi insan hayatının da bir kıblesi vardır. Eğer kalp pusulamız bize kıblemizi gösteriyorsa yaratılış gayemize kavuşuruz. Bu gaye uğruna önümüze çıkan engelleri aşarız. Ancak bu şekilde, hayat da hakkıyla değerlendirilmiş olur. Hayatımızı bu gayenin dışındaki değerlerin hizmetinde kullandığımız vakit felakete doğru sürükleniyoruz demektir.
Eğer kalbimizin pusulası bize Allah rızasını gösteriyorsa her sahada önümüz açık olacaktır. O zaman birlik ve beraberliğimiz sarsılmayacaktır. Bir vücut halinde yaşar, aramızdaki engelleri birer birer yıkabiliriz. Bu mutlak yöneliş manevî şeytanların yolumuzu kesmesine de mani olur. Rabbimizle aramızdaki engeller ancak bu şekilde aradan kalkar. Böylelikle samimiyetimizi de tesis eder dünya ve ahiretin saadetine erebiliriz.
Allah rızasının dışındaki her şey insanları çekişmeye, tartışmaya, samimiyetsizliğe sürükleyen engellerdir. Dünyalık boş bir makama dikilen gözler fitne ve tartışmaların ortaya çıkış sebebidir. Çünkü makam tek, elde etmek isteyenler ise çoktur.
Ortadaki bir servete de herkes gözünü diktiğinde yine tartışmalar, kavgalar, dövüşler meydana çıkacaktır. Ama Allah rızası için harekete geçen insanların önünde -niyetlerini bozmadıkları takdirde- böyle engellere rastlamayız.
Bakın halis niyetlerle dünyanın dört bir köşesinden Beytullah’ı ziyaret için yola çıkan değişik ırk, renk ve kültürdeki insanların orada kavga ve dövüşlerine rastlamamaktayız. Onların aralarında mü’min kardeşlik bağının nur tecellilerine ve samimiyete şahit oluruz. Çünkü bu yolculukta herkesin yegâne hedefi; Beytullah’a kavuşarak Allah’ın rızasını kazanmaktır. Demek oluyor ki Allah rızasını her zaman ve sahada rehber olarak önümüze alır ve onun gösterdiği yöne doğru yürürsek, kalb-i selîm sahibi olursak hem dünyamızın hem de ebedî hayatımızın saadetine ulaşmış oluruz. Bu durum Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere açıkça beyan edilmektedir:
“Allah’a ancak kalb-i selîm ile gelenler (o günde fayda bulur).”[1]
Mü’minlerin, Beytullah’ı ziyaret etmelerinin temel sebep ve gayesi de bu hakikati öğrenmektir. Hac vazifesi mü’minlerin kalb-i selîm sahibi olmaları için bir eğitim tatbikatıdır. Kişi bu seyahate Allah rızası için çıkar. Beytullah’ın etrafını Allah rızası için tavaf eder. Safa ve Merve arasında Allah rızası için gidip gelerek say yapar. Böylelikle bütün işleri Allah rızası için yapmaya alışkanlık kazanır. Fakat dediğimiz gibi orası bir tatbikat sahasıdır. Allah Teâlâ, kullarına kendi rızası için iş yapmanın sadece oraya mahsus bir davranış biçimi olmadığını, alıştıkları bu davranış biçimini orada bırakmayarak hac dönüşü de bütün işleri sadece Allah rızası için yapmaya gayret etmelerini emir buyuruyor.
Hac vazifesi bu hususta güzel bir örnektir. Nasıl ki hac ibadetini yerine getirirken karşılaşılan sıkıntılar için insanlara sabır ve tahammül tavsiye ediliyorsa oradan döndükten sonra da hayattaki sıkıntı ve ızdıraplara sabretmesi, maruz kalınan rahatsızlıklardan dolayı Allah’ın rıza yolundan ayrılmaması istenmektedir.
Şayet kalb-i selîm sahibi olarak düşünürseniz hakikatte insanların da sizden razı olması gerektiğini anlarsınız. Yani insanın hayatını Hakk’a yönlendirmesi için sadece namazda kıbleye yönelmek yeterli değildir. Bir insan namazda kıbleye dönmüş fakat onun dışındaki hayatını Allah’ın istemediği şekilde yaşıyorsa bu tarz bir kıbleye yönelişle ne kazanabilir ki? Hakikat böyle olduğuna göre akıllı bir insan olan mü’min, hayatına hükmeden düşüncenin a’dan z’ye kadar Allah’ın rızasına uygun olup olmadığını araştırmalıdır. O zaman gayemize uygun hayat yaşayıp yaşamadığımızı öğrenerek insanlar arasında gerçek bir samimiyet tesis etme imkânına sahip olabiliriz. O vakit evlerimiz ve toplum, huzur ve saadet yuvası haline gelir. O zaman evlerimiz dünyada iken de cennet bahçelerinden bir bahçe haline gelir.
Bir fert, küçüklerine karşı Allah rızası için şefkatli davranırsa, küçükler de büyüklerinin hizmetine Allah rızası için saygılarını takınarak koşarlar. Böyle bir evde ve toplumda nasıl bir huzur tesis edildiğini görürsünüz. Evinizden dışarı çıktığınızda Hakk’ın hâkim olduğu güzellikler içerisinde istikametinize doğru yürürsünüz. Etrafınızı bir emniyet çemberinin sardığını hissedersiniz. Bir yerde oturup kalktığınız vakit Allah rızasını düşünerek oturup kalkarsanız ve konuştuğunuz zaman Allah rızasını kazanmaya gayret ederseniz samimiyetiniz artar. O zaman ruhen birleşirsiniz. O zaman içiniz huzur ve zevkle dolar. O zaman dünya kriz ve darlık dünyası olmaktan çıkar. Toplum hayatında insanları şerre sürükleyen faaliyetler aradan kaybolur gider.
Bütün bunlar için öncelikle ilim sahiplerinin kendilerine çekidüzen vermesi ve ilimlerini sadece Allah rızası için kullanmaları gerekir. Meslek sahiplerinin de mesleklerini Allah rızasını elde etmek için kullanmaları gerekir. Çünkü huzur ve saadeti arzu eden toplumların ölçüsü Allah rızasından başka bir şey değildir. İnsanlık âlemi Hakk ölçüsünü bulamayınca insanlıktan bahsedilemeyeceği gibi insan da gerçek manasıyla tanınamaz ve insan olarak yaşamak da mümkün olmaz.
Öyle olunca da “insan hakları” ifadesi günümüzde olduğu gibi kuru bir gürültüden ibaret olur. İnsan haklarını hayata hâkim kılabilmek için öncelikle insanı tanımak ve ona göre insanın haklarını tespit etmek gerekir. İnsanı tanımadan, onun yaratılış gayesini bilmeden insanın hak-hukukunun tespiti mümkün olmaz. Maalesef bugünün “insan hakları” ifadesi bazı toplumların menfaatlerinin korunması için yapılan bazı hukuki düzenlemelerden ibaret kalmaktadır. Bunun sebebi de zübde-i kâinat olan insanın gerçek manada tanınmamasıdır. Dolayısıyla bizlerin de kendi haklarımızı savunabilmemiz insanı gerçek manada tanımamızla mümkün olur.
İnsanın layıkıyla tanınması da zor bir meseledir. Doğru istikamete yönelmiş kalbi tespit etmek nasıl ki insanlara sormakla mümkün olmayıp ilim gerektiriyorsa, insanı da tanımak için ilim gereklidir. Eğer bu tanımayı Hakk olan ilimle tespit etmezsek herkes, “En iyi insan benim.” der. Bu sebeple insanı doğru tarif edebilmek için âlemlerin Rabbinin koyduğu ölçüleri esas almamız gerekmektedir. Tespitlerimizde yanılmamak ve yaşayışımızda hataya düşmemek için bu ölçüleri bulmaya mecburuz. Biraz araştırdığımız vakit insanlığın ölçüsünün, hayatı Allah’ın rızasına uygun olarak kullanmak olduğunu görürüz. Çünkü bu hayat, insana bunun için verilmiştir. Bulduğumuz bu ölçülere göre yaşadığımız vakit insanlık âlemi şeklen insan olanların şerrinden de emin olur. Gayesinin dışında kullanılan bir hayat ise boşa harcanan zamandan başka bir şey değildir. Boşa harcanan zaman ise sahibine zarardan başka hiçbir şey kazandırmaz.
* Bu makale, Merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 27.07.2001 tarihinde gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümdür.
[1] Şuarâ, 26/88-89.