İçeriğe geç

HAK SÖZ VE HAKKI SÖYLEMEK

Saadet hayatı, faziletle tahakkuk eder. Fazilet, ilâhî hakikat ve neşeler üzerine kurulmuştur. Bu cihetledir ki; İslâm dini, bir fazilet yapısıdır. Saadetin baharını veren yüksek hayatı, İslâm dini kucağına almıştır.

İman ve ahlâk esaslarından ibaret olan Müslümanlık; hakikatlere, doğruluğa, hakkı söylemeye büyük ehemmiyet vermiştir. Zira hak söz, salâhın nuru; hidayetin cevheridir. Yüksek ahlâkın icaplarındandır. Hak söz, iman sesi: “Hakkı söylemek, mü’minin şiarıdır.”

Hadîs-i şerîfte:

“Allah’a ve âhirete iman eden kimseler ya hayrı söylesin yahut sükût etsin.” buyurdular.

Hakkı söylemek için imanlı bir yürek lâzımdır. Bâtıllardan, zalimin satvet ve saltanatından korkmamak mü’minlere yakışır. Rasûl-i Ekrem (sav) Hazretleri’ne bağlanan Asr-ı Saadet Müslümanları: Hakkı dinlemek, hakka itaat etmek, her yerde hakkı söylemek üzere bîat etmişler; taahhüde bağlanmışlardı. Onlar, haksızlığa katiyen tahammül etmezlerdi. Zâlimin heybetinden ürkmezlerdi.

Ubâde b. Sâmit (ra), bir gün halife Muaviye (ra)’nin meclisinde bulundu. Bir zat, Hazreti Muaviye’yi yüzüne karşı medh ü senâ ediyordu. Hazreti Ubâde (ra), hemen bir avuç toprak alıp yağcılık yapanın yüzüne atıverdi. Bundan hiddetlenen halife:

“Bu yaptığın ne münasebetsizliktir; bu ezâya lüzum ne?” deyince Hazreti Ubâde (ra) cevaben:

“Rasûlullah (sav)’den işitmiştim ki:

“Bir kimseyi, yüzüne karşı medh ü senâ edenlere rastladınız mı; onların yüzüne toprak atınız.” buyurmuşlardı. Ben de o emr-i risâletpenâhîyi yerine getirdim, mukabelesinde bulundular.

Bu hâdise, Hazreti Muaviye (ra)’nin ruhunda derin tesirler bırakmıştı. Anlamıştı ki; halkta, hakkı söyleyenler, hakka hürmet edenler bulunduğu müddetçe haksızlığa yol kapalı bulunacaktır.

İlk Müslümanlar, daima hakkı söylemekle bâtılın sesini boğdular; zalimlerin ağızlarını tıkadılar. Onlar, pek âlâ bilir ve takdir ederlerdi ki; hakkın sükût ettiği yerde bâtıl hortlar. Fazilet ormanları, hak aslanlarından hâlî kalınca meydan, hile tilkilerine kalır.

Hazreti Ebû Zer (ra)’den mervîdir: “Dostum, Rasûl-i Ekrem (sav) bana, acı da olsa, daima hakkı söylememi tavsiye buyurmuşlardır.”

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde:

Kişiyi, bildiği bir hakikati olduğu gibi söylemekten insanların heybeti alıkoymamalıdır.” buyurdular.

Haksızlara karşı, hakkı kayırmak, en büyük muharebedir. Hadîs-i şerîftelerinde:

En büyük cihad, zâlim bir hükümdarın yanında hakkı konuşabilmektir.” diye varid olmuştur. Çünkü haktan sükût etmek, dilsiz bir şeytana dönmektir.

Zâlime sükût, onu putlaştırmak olur. Mısır’ın Firavun’u, adi bir herifti; ona “Ene Rabbükümü’l-a’lâ/Ben sizin yüce Rabbinizim!” dedirten etrafındaki karanlık yağcılarıydı.

Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz Hazretleri de şirkin ve küfrün katranlaştığı, ahlâksızlığın umûmîleştiği, bâtılın kükrediği, zulmün ve cehlin riyâset kazandığı koyu bir sapıklık asrında yetişmişlerdi.

Fakat hakta sebat, hakkı söylemekte ısrar neticesi; o karanlık asrın dalâletleri parçalanmış; günahlarla kararmış o korkunç çöller, ebedî bir kurtuluş sabahına kavuşmuştu. Günahlar bataklığına, ayrılıklar cehennemine dönen Arabistan kısa bir zaman içinde Rasûl-i Ekrem’in getirdiği Kur’ân, yaydığı imanla cennet bahçelerine döndü.

Muhammedî medrese, o kadar feyizli olmuştu ki; hakk’a ulaşmada ve doğruyu ayırmada Hazreti Ebû Bekir; kuvvet ve adalette, hakka itaatte Hazreti Ömer; yumuşaklık, cömertlik ve utanmada Hazreti Osman; şecaatte, ilimde, dinî hükümlerde Hazreti Ali; siyasette ve sevk ü idarede Hazreti Sa’d; sadakatte ve güvenilir olmakta Hazreti Ebû Ubeyde; dini uğrunda mihnet ve meşakkatlere sabır hususunda Hazreti Billâl (r.anhüm) gibi zevât-ı kîrâm birer imam ve muazzam birer fazilet rehberi olmuşlardı.

İslâm binası, bu sağlam iman duvarları üzerine kurulmuştu. Muhammed Ümmeti, iman ve ahlâk yüksekliği ile karanlık cihana en parlak ve hayırlı bir topluluk olarak doğmuştu. Kalpler, iman ve ahlâk kalelerine dönmüş; emeller ve gayeler birleşmiş; ferdler birbirinin canı ciğeri olmuş, göğüsler, hayır ve muhabbet havuzları haline gelmiş, her mü’min, doğruluk ve adalet mizanı kesilmişti.

Kitab ve Sünnet nuru etrafında pervaneleşen bir topluluktan daha mesut bir millet bulmak imkânsızdı. Onlar, dalalet asrını: iman, a’mâl-i saliha, hakkı ve sabrı yayma güçleriyle parçalamışlardı.

Asr sûre-i celîlesi; dalâlet ve hüsrân asrında, iman ümranına kavuşmanın esaslarını belirtmektedir; buyruluyor ki:

“Asra, yemin olsun ki; insan, muhakkak hüsran içindedir; ancak iman edip güzel ve hayırlı işler yapanlar; birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna...”

Onlar, zamanın sıkıcı, hüsran çemberinden kurtulup, ebedî saadetlere eren kıymetlerdir. Asr-ı saadet, bütün cihana ve insanlara hayat kaynağıdır. Hüsrandan kurtulmak isterseniz, imana, Muhammedî ahlâka sarıllınız.

Hakkı elden, hak sözü dilden bırakmayınız. Küfre, dalâlete karşı koymada, ağızları kapanmaz minarelere benzeyiniz! Hakkı tutmak, hakka davet etmek, hakkı söylemek mü’minlerin şiârıdır. Bâtıllara sarılmak, hakka düşmanlık, yalan, iftira, hile gibi ahlâksızlıklar ise münafıkların, kâfirlerin mesleğidir.[1]

 

[1] Bu yazı, Fatih Minberinden Mü’minlere Hutbeler (Kalem Yayınevi, 2009, İstanbul) kitabından özetlenmiştir.