İçeriğe geç
Anasayfa » HAKİKATLERDEN KAÇAMAYIZ*

HAKİKATLERDEN KAÇAMAYIZ*

Allah Zülcelâl ve’l-Kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ne Celâl Zâtına, Kemâl Sıfatlarına lâyık hamd ü senâlar, şükürler olsun ki bizlere en büyük nimet olan iman nimetinden sonra sağlık-sıhhat ve afiyet nimetlerini de nasip ve müyesser buyurmuştur.

Bu nimetleri bizlere ihsan buyuran Rabbimiz Allah Teâlâ Hazretleri, mahşerde Rasûlullah’ın sancağı altında Arş-ı A‘lâ’nın gölgesinde, cennet âleminde, Rasûlullah’ın komşuluğunda da bir araya gelip o âlemden Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin Cemâlini müşahede etmeyi de bizlere nasip ve müyesser buyursun.

İnsanoğlu yaratılışıyla birlikte şerefli bir yolculuğa adım atmıştır. Bu yolculuk insanoğlu için çok büyük bir bahtiyarlıktır. İnsan çıktığı bu yolculukta kendisi için hayırlı olan caddeyi öğrenir ve o istikamette sadakat ve ciddiyetle yürürse bu bahtiyarlığı katlanarak artar.

Bu sebeple insanlar nereden nereye doğru gittiklerinin hesabını sürekli olarak yapmalıdırlar. Şüphe yok ki canlı veya cansız her varlığın hayatı, bir gün sona erecektir. Nereden geldiğimizi araştırmaya başladığımız vakit, bu hayatın nerede son bulacağını da öğrenmiş oluruz. Bu araştırma sonunda varacağımız sonuç, başlangıç noktamızın da varış noktamızın da Allah Zülcelâl Hazretleri olduğu gerçeğidir. Bu yolculuk aslında çok kısa olan bir hayat köprüsünden geçiştir. Allah Zülcelâl Hazretleri, insanoğlunun bu hayat köprüsünde başarılı olması için bütün imkân kapılarını ardına kadar açmıştır. İnsanoğluna kâinattaki varlıklardan faydalanabilmesi için kuvvet, kudret ve kabiliyet ihsan edilmiştir. Onun kâinatta göremeyeceği ve bilemeyeceği varlıkları ve imkânları kendisine bildirmek üzere peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Böylelikle insana dünyası ve ahiretiyle ilgili müphem ve karanlık bir husus bırakmayan Cenâb-ı Hakk, her tarafı aydınlatmıştır.

Her şeyin iki yönü olduğu gibi insanlığa aydınlık bahşeden nurun da iki yönü vardır. Bunların biri zâhirî, yani görünen yönüyken diğeri bâtınî, yani görünmeyen yönüdür.

Zâhirî yön, dünyadaki eşyayı olduğu gibi göstermek içindir. Allah Zülcelâl, güneşi yaratmış ve onu kâinatı aydınlatmakla görevlendirmiştir. Dolayısıyla zâhire baktığınız vakit karanlıkları aradan kaldıran bir varlık görüyoruz. Fakat onda Allah’ın gizlediği bâtınî güçler de vardır.

Evet, her şeyin iç ve dış yüzü vardır. Gözlerimiz de her şeyin hem dışını hem de içini görecek kabiliyettedir. Ama biz bütün varlıklara sadece tek taraflı bakma alışkanlığını kazandığımız için baktığımız varlıkların sadece dış yüzlerini görüyoruz. Varlıkların dış yüzlerinde göreceğimiz hususlar ise oldukça sınırlıdır.

 Bu varlıkların dış yüzlerindeki hususları tespit edebilmemiz için bize bahşedilen güneşten faydalanmaktayız. Fakat güneş de fânî bir mahlûk olduğu için ancak kendisi gibi sınırlı noktaları görmemizi sağlıyor. Bu haliyle bile bütün varlıklar bir şekilde ona muhtaçtır.  Eğer güneş olmasa gözlerimiz bir işe yaramaz. Bu gerçekten hareketle şöyle de söylememizde bir hata olmayacaktır: Her şey ona muhtaç olduğu gibi her şey ona âşıktır da. Güneşin hararetine ve ışınlarına âşık olan bitkilerin baharda ona kavuşmak için tomurcuklarından veya toprağın altından nasıl fışkırdıklarını görüyorsunuz. Tohumlar, çekirdekler, bitkiler toprak altında harekete geçtiği gibi envâi çeşit canlı varlıklar da güneşle buluşmak üzere bulundukları yerden dışarı çıkmaya başlarlar.

Bütün bunları harekete geçiren şey; güneşin hararetine âşık oluşlarıdır. Sarmaşığın ağaç gövdelerine sarılarak yukarıya doğru tırmanışı da güneşe olan aşkındandır. Güneşe kavuşmak için; çiğnenmiş, ezilmiş, sert toprakların altındaki zerre misali tohumların gayretleri de bu aşktan dolayıdır. Neticede onların aşkları bizlere çiçeklerin, sebzelerin, meyvelerin bahşedilmesine sebep olmaktadır.

Ama işin ikinci yönüne bakınca, kulluk bahçelerinin kuruduklarını görmekteyiz. Allah’ın emrettikleri yaşanmadığı müddetçe bu kuruma devam edecektir. Ne olur halimize acıyıp da birazcık kendimize çekilerek durumumuzun muhasebesini yapalım.

Niçin kulluk bahçemizde muhabbetin gereği olan kıpırdanmalar yok. Niçin ibadet, itaat, ilim ve irfan yarışmalarına koşamıyoruz? Niçin tembelleşiyoruz? Bir bitkinin güneşe olan aşkı ve muhabbeti kadar bizim, Mevla’mıza karşı aşk ve muhabbetimiz yok da ondan mı bu halimiz? Yoksa Rabbimize muhtaç olduğumuzu hissedemeyecek bir hale mi geldik?

İnsaf edip kendimize çekilelim. Öncelikle kendi muhasebemizi yapalım. Dünyadaki mahvolan toplumlar gibi yaşamamak için her gün kulluk bahçesine bir güzel tohum ekelim, bir verimli fidan dikelim. Bizi, içine düştüğümüz bataklıktan kurtaracak olan temel mevzu Allah Teâlâ’ya muhabbet duymamızdır. Çünkü Rabbimiz bizi muhabbetinden yaratmıştır.

Bâtıl yönlere meyleden insanlığın dirilişi mümkün değildir. Çünkü muhabbet-i İlâhî gönüllere yerleşmedikçe insanların birlik, toparlanma ve kurtuluş yolunu tespit etmeleri mümkün değildir. Bâtıl yönlere sapıldığından dolayı bugün vahşet ve dehşet içerisinde yaşıyoruz.

Hakikatlerden kaçamayız. İşte dünyamızın hali. İnsanlar adeta kan ve gözyaşı içerisinde boğulmak üzere. Niye bu şerefli varlık böyle vahşi bir hale geliyor diye düşünürsek, Allah muhabbetini terk ederek başka sevgileri gönüllere yerleştirmekten dolayı bu hale düştüğümüzü görürüz.

Allah’ın yaratıp bütün ihtiyaçlarını karşıladığı insan maalesef gönderildiği dünyayı kendisini yaratandan daha çok seviyor. Müslüman toplumlarda ise sadece Allah sevgisinin sohbet ve iddiasından başka bir şey yapılmıyor. Bizim Allah sevgisi iddiamız çocuklarımıza alıştırdığımız “En çok kimi seviyorsun?” sorusunun cevabı olan “Allah’ı seviyorum.” cevabı seviyesindedir. Maalesef hâlâ Müslüman toplumlar olarak bu seviyede yaşamaktayız. Malumunuzdur ki çocuğun sevgisini bir avuç şekerle değiştirebilir veya elinden alabilirsiniz. Bizler de bu durumda değil miyiz?

“Allah’ı en çok biz seviyoruz.” şeklindeki iddiamız, ancak her şeyimizi Allah için yaparsak geçerli olur.

O zaman bizleri makam, mevki ve menfaat sevgisi birbirimizden koparamaz.

O zaman insanlar tek bir vücut ve tek bir kalp haline gelir.

O zaman muhabbetler tek bir noktada birleşir,

O zaman insanlar birbirini sever ve sayarlar

O zaman insanlara sevilir ve sayılırlar.

O zaman kalplerde insanlara karşı şefkat meydana gelir

O zaman toplumu kuşatan vahşet dünyası sona erer.

Bakınız, Allah sevgisi, insanlığı ne hâlden ne hâle ulaştırır?

Biraz zahmet edip araştırdığınız vakit insanların Allah’ın muhabbetinden uzak kaldıkları için Allah’ın sevdiklerini sevemediklerini görürsünüz.

Allah Teâlâ, yarattığı varlıkların hepsini sever. Zaten sevdiği için onları yaratmıştır. Fakat insanların bu sevgiye layık olabilmeleri için gönderdiği emir ve yasaklara itaat etmeleri gerekir. İsyan eden inkârcı toplumlar içleri kötü olduğu için, kötü olarak vasıflanırlar. Yaratılış itibari ile onlar da mükerrem olan insandır. Diğer insanlardan hiçbir fark ve eksiklikleri yoktur.

Bundan dolayı insanlar birbirleriyle tartışırken bile, birbirlerinin şahsiyetlerini tahkir etmemeli, hakarete varacak ifadeler kullanmamalıdırlar. Cana ve mala kastı ön plana çıkarmamalıdırlar. İnsanlar aralarındaki ihtilaflı durumlarda nefsî duyguları bir kenara bırakarak meseleleri masaya yatırıp enine boyuna müzakere ederek Kur’ân ve sünnete göre meselenin hallini araştırarak bir karara bağlamalıdırlar.

O zaman hadisenin gerçek manada içyüzünün meydana çıkması sağlanır ve meselenin sulh yoluyla halli mümkün olur.


* Bu makale, merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 28/03/2002 tarihinde gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümdür.