Allah Zülcelal ve’l Kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine celâl zâtına, kemâl sıfatlarına lâyık hamd ü senâlar ve şükürler olsun.
Bizlere sağlık, sıhhat ve afiyet bahşeden Rabbimiz, her birimize mahşerde Rasûlullah’ın sancağı altında, arş-ı a‘lânın gölgesinde bir araya toplanmayı, cennet âleminde de Rasûlullah’ın komşuluğunda bir araya gelip Cemâl-i İlâhiyesini müşahede etmeyi nasip ve müyesser buyursun.
Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan ve şerefli bir yolculuğa adım atan insanoğlu, ömrü boyunca çok dikkatli davranarak kendisine tahsis edilen şerefi muhafaza etmeli, onu zillete dönüştürmemelidir. Bunun için her anını çok kıymetli bilmeli ve zamanını bütünüyle yaratılış gayesine uygun değerlendirmelidir.
Unutmayalım ki yıllar hızla geçiyor. Bir önceki sene aramızda bulunan kardeşlerimizden bir kısmı şimdi aramızda yoklar. Acaba gelecekte bizler burada olabilecek miyiz? Yıllar aldıklarıyla, adeta geride bıraktığı insanlara vaaz ediyor. Aylar, günler ve geceler de bizlere en güzel şekilde nasihatte bulunuyorlar. Rabbimizin kudretine delil oluyorlar. Bu hakikati Allah Teâlâ Hazretleri bizzat Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir: “Biz gece ile gündüzü (kudretimize delâlet eden) iki âyet (nişâne) kıldık.”[1] Onlar bizleri farklı farklı şekillerde uyarıyorlar fakat bizler uyanabiliyor muyuz? Maalesef, gafletimiz sebebiyle uyanamıyoruz. Günler geçtikçe de gafletimizi arttırıyoruz. Dünyalık işlerimize gelince ise adeta başka biri oluyoruz. Gözlerimizi dört açmış bir şekilde işlerimizi takip ediyoruz. Hâlbuki bilmiyoruz ki dünya hayatımızın günleri sayılıdır ve hızlı bir şekilde azalmaktadır. Saniye saniye azalan hayatımızla, ebedî hayatımızdan neler kaybettiğimizin hesabını bir yapabilsek…
Manevî dünyamızın baharı olan bu günlerde akıllı her insan kendine çekilip hangi zamanda ve zeminde olduğunu düşünmeye muhtaçtır.
Hangi zamandayız? Bu zamanda neler yapılması gerekiyor? Neler yapabilirsek faydalı olur? Bütün bu hususlarda dikkatli ve uyanık olmalıyız. Çünkü zamana dikkatini çekmeyen insanlar, zamanlarını boşu boşuna zayi ederler de farkında olmazlar. Dünyaya baktığımız vakit herkesin, bahar mevsimlerinin bir geleceği olduğunu düşünerek hazırlandığını görürüz. Ziraatçılar hazırlanıyor. Bağlarda, bahçelerde hazırlıklar yapılıyor. Az evvel de ifade ettiğimiz gibi herkes maddî baharını ve kendilerine kazandıracaklarını biliyor. O hususta ihmalkârlık yapan insanlar neredeyse yok gibi. Ama ebedî hayatımızın baharlarını da birazcık olsun düşünmeliyiz. Onları da hatırlamalı ve asıl baharların o baharlar olduğunu bilmeliyiz.
Genç kardeşlerimiz!
Özellikle sizlere sesleniyorum. Unutmayın ki gençlik de hayatın baharıdır. Gençliğini boşu boşuna kaybeden insanların, yaşlılıklarında çok pişmanlıklar çektiklerine şahit olmaktayız. Gençlik baharında, Allah’ın kulluk tarlalarına ekeceğiniz tohumlarınızı yaşlılık zamanlarınızda ekmeniz mümkün değildir. Araştırdığınız vakit, ilmin de gençlikte tahsil edildiğine, ibadetlerin de güzel bir surette gençlikte yerine getirildiğine şahit olursunuz. Dünyanın istikbalî hayatı, gençlikle kazanılır. İstikbalin bütün hazırlıkları gençlikte yapılır. Gençliğini boşu boşuna zayi eden insanoğlu sonuçta bakar ki iş işten geçmiş, gençlik elden gitmiştir.
Ama düşünün, gençliğini maddî manevî ilim tahsiliyle geçirmiş bir kimsenin yaşlanınca, eyvah niye ilim tahsil ettim, diye hasretlik çekenini bulabilir misiniz? Bulamazsınız. Fakat gençliğini boşu boşuna kaybeden insanların, sonunda muhakkak hasretlik çektiklerini görürsünüz. Bu durumdaki insanlar pişmanlık duymadıkları takdirde zaten onlara akıllı muamelesi bile yapmazsınız.
Bu sebeple gençlerimizin daha uyanık olmaları, tedbirli olmaları lazımdır. Gençlerimiz bilmeleri gerekir ki, gençlik elden çıktıktan sonra dünya senin olsa, onu fidye olarak versen bile gençliğini kimse sana geri veremez.
Gençlerimizin alacağı en önemli tedbir, ilim hususunda olmalıdır. Cehaletle savaşmak için gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak ilim tahsil etmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamamız gerekir.
Peygamberimiz, cahiliye kültürünün bütün âdet ve gelenekleriyle savaşmak için gönderildiği için hiç durmadan bir ömür boyu mücadelesini sürdürdü. Öncelikle insanlığı cehalet bataklığından nasıl kurtaracağının hesaplarını yaparak hidayet nurunu görenlerin ilimlerini artırmanın gayretinde oldu. Ve o günün insanları da duydukları hakikate yönelerek hayatlarını tevhid ilmine tahsis ettiler.
Onların ilme nasıl âşık olduklarını, bir şeyler öğrenmek için nasıl gayret sarf ettiklerini hayatlarından öğrenmekteyiz.
O insanlar kendi hayatlarını bir gayeye adamışlardı. Onlar -hâşâ- akılsız insanlar değillerdi. Beceriksiz hiç değillerdi. Onların içerisinde cesaretleri dilden dile dolaşan Hz. Hamzalar, Ömerler ve Aliler vardı. Ve onlar asla tembel de değillerdi. Zaten onların ve bizim davranışlarımızın sonuçlarını değerlendirdiğimiz vakit; hepsinin bizden çok daha akıllı, çok daha cesur, çalışkan ve gayretli olduklarını görürüz.
Bu gayretleri neticesinde onlar dünyaya ışık tutan insanlar oldular. Biz ise hâlâ tevhid çekirdeğinin yeşerip filizleneceği bir yuva kuramadık.
Ebû Hureyre Hazretleri şöyle anlatıyor: “Ashâb-ı suffede kalan bizlerin açlıktan ayağa kalkamayacak derecede sıkıntı ve yokluk içinde olduğumuz günler olurdu.
Bize diyorlardı ki: “Niçin burada açlık ve susuzluk içerisinde hayatınızı geçiriyorsunuz?”
Cevaben şöyle derdim: “Benim için Rasûlullah’ın söylediği bir kelimeyi duymadan ölmektense açlıktan ölmek daha iyidir.”
İşte onları bizden üstün kılan özellik bu cevapta gizlidir. İlme böylesine âşık olamayan toplumlar asla tekâmül gösteremez, başarılı olamazlar, aksine hor, hakir, zelil ve perişan olarak yaşamaya mecbur kalırlar.
Kimsenin hakkını yememeliyiz. Bizler de bir ilmin değerini biliyoruz ama daha ziyade bize ikinci derecede fayda sağlayacak olan dünyevî ilimlerin değerini bilip takdir ediyoruz.
Ama bu ilimlerin geleceğinizle ilgili teminatı belirli bir süre içindir. Yani kabre girinceye kadardır. Mesela, dünyevî sigortalar senin “hasta olmamanı” garanti edemezler. Dürüst olanları ise ancak, “Hasta olursan seni tedavi edeceğiz.” derler. Bu taahhütleri de hiçbir zaman tam bir teminat değildir. Çünkü onların devamlılıkları da garanti altında değildir.
Manevî sigortalarımız ise bize ebedî âlemin ölümsüzlük teminatını veriyor. Bu sebeple, dünya hayatımızda ebedî âlemin teminatını sağlamak için her zaman hazırlıklı olacağız.
Unutmayalım, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v) de buyurdukları gibi “Gerçek hayat ahiret hayatıdır. Hastalıksız sıhhat oradadır.” Yani o âlemde hastalık yoktur. Tedavi için telaş yoktur. Orada her istediğin anında karşılanır. Orada bir şeyi ikinci defa sorma ihtiyacın olmaz. Çünkü cennet kemâlât âlemidir. Orada dünya âleminde olduğu gibi, bir şeyin eksikliğini hissetmezsiniz.
Burada dostunuz, ahbabınız, sevdikleriniz olur. Makamlarınız, mevkileriniz, paralarınız, pullarınız olur. Burada fâni olan dostunun yardımını ümit edersin de bir huzur bulursun. Orada ise sana, “Gel bakalım, neler getirdin?” derler. Öyleyse o gün mahcup olmamak için şimdiden tedbirlerimizi alıp hazırlıklarımızı yapmalıyız. Zira bu günler, ilâhî teminat altına girme imkânına sahip olabileceğimiz sayılı günlerdir.
Mevlana Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Deseler ki, garpta bir ağaç var, onun meyvesi insanı ölümsüz kılıyor. İşte, o meyveyi temin etmek için gayret sarf ettiğiniz kadar ilim için gayret sarf etmezseniz, ilmin değerini bilmiyorsunuz demektir.”
İlmin bir kelimesiyle neler kazanacağınızın hesabını çok iyi düşünün. Onun için, konuşulan sözlere her zaman dikkat ediniz. Çünkü ilminiz kadar yükselirsiniz, cehaletiniz kadar batarsınız. Ona göre tedbir almamız gerekir.
Günümüzde ilmin dünyevî ilimler, dinimize veya ahirete ait ilimler adı altında sınıflara ayrıldığını görmekteyiz. Bizim de zaman zaman kullanmaya mecbur kaldığımız bu tasnif aslında oldukça hatalıdır. Bütün ilimleri bir arada tevhid etmeliyiz. Yani ilimde tevhidi sağlamalıyız. O zaman bütün ilimler hem dünyanız için, hem ahiretiniz için, hem de insanlık için olur. Bu tevhidi sağlayanların ilminden hem kendiniz faydalanırsınız, hem de diğer insanlar faydalanır. Şayet yalnız dünya için ilim tahsil ederseniz, ilminiz milletin başına dert, sıkıntı ve bela olur. Layık olmadığınız halde makam ve mevkileri işgal edersiniz. Sahip olduğunuz imkânları yanlış yerlere kullanırsınız. Neticede bir insanın bir dünyayı yıktığına şahit olursunuz.
İnsanlar sahip oldukları ilimleri Allah rızası için kullanmaya karar verselerdi insanlık için büyük faydalar meydana gelirdi. Bu faydaları temin etmek gayesiyle hayatınızı Allah rızası için kullanmaya, bütün hal ve hareketlerinizin Allah rızasına uygun olmasına gayret etmelisiniz. Bu kararlılığı gösteremezseniz hayatınızı boşu boşuna zayi edersiniz de zamanınızı nasıl boşa harcadığınızı iş işten geçtikten sonra fark edersiniz. Bir zamanlar sahip olduğunuz değerleri hatırlayarak vahlanırsınız. Ama artık fırsatlar elden kaçmış ve yaşanan hayat boşa gitmiştir…
[1] İsrâ, 17/12.
* Bu makale, Merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 26.4.2001 tarihinde gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümdür.