Sofraya oturdunuz ve önünüzde en sevdiğiniz yiyecekler var. “Ne kadar yiyebilirsiniz?” diye sorulsa “Eeee doyuncaya kadar.” denir.
Yani doyarız. En sevdiğimizi canımız çekse bile karnımızın doymasıyla veya damak doymadığı, iştahımız kapanmadığı halde sıkıntı vereceğini bildiğimizden veya “Sünnettir.” diyerek sofradan Allah’a hamd ederek ayrılırız. Yani en sevdiğimiz yemeğe de doyarız.
Ama doymadığımız bir et çeşidi vardır. Her gün saatlerce yiyoruz ama doymuyoruz. Serçe etinden, bıldırcın etinden daha tatlı. Bıldırcın etini ateşle terbiye ederek yerken bu eti çiğ çiğ yiyoruz. “Çiğ et yiyen insan sayısı yemeyenden daha fazladır.” desem inanın bana.
Rabbimiz, Hucurât Sûresi’nin on ikinci ayetinde gıybetin, kardeş eti yemek gibi olduğunu şöyle haber veriyor:
“Ey iman edenler, zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ayıbını aramak için casusluk yapmayın. Bazınız bazınıza gıybet etmesin. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? Siz bundan iğrendiniz. Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, merhamet edendir.”
Kız veya erkek kardeşimizin etini yeme teklifi yapılsa hiç birimiz kabul etmeyiz bu teklifi. Yalnız Müslümanlar değil, kâfirler bile bunu yapmazlar. Ama iki Müslüman bir araya gelse sohbet sofrasına Müslüman bir kardeşini koyar ve saatlerce onun şahsiyetini yok etmek için yalan yanlış şeyler söyler.
Bir gün havada pis bir koku etrafa dağıldığında sevgili Peygamberimiz (s.a.v):
إِنَّ نَاسًا مِنَ الْمُنَافِقِينَ اغْتَابُوا نَاسًا مِنَ الْمُسْلِمِينَ فَبُعِثَتْ هَذِهِ الرِّيحُ لِذَلِكَ.
“Münafıklardan bir insan topluluğu, Müslümanların gıybetini yapıyor. İşte bu rüzgâr onun için gönderildi.”[1] buyurmuş.
Dikkat ediniz, gıybet, yalnız dillerimizi ve gönüllerimizi kirletmiyor. Havamızı da kirletiyor.
Havadaki gıybet kokusunu ölçecek alet henüz keşfedilmedi ama ileride keşfedilmeyeceğinin garantisi de yok.
Ağzımızdan çıkan kelimelerin iyi, güzel, tatlı olanları havamızı da etkiler.
Yalan, iftira, gıybet sözleri de havamızı etkiler, kirletir, kokutur.
Basın ve politikacıların ağzından çıkan kelimelerle biz, birbirimize kötü gözlerle bakmaya başlıyoruz.
Hazreti Aişe annemiz, peygamberimizin yanında yine annelerimizden olan Safiyye (Allah onlardan razı olsun) hakkında cüce, kısacık, bacaksız anlamlarına gelebilecek “kasîr” kelimesini kullandığında sevgili Peygamberimiz (s.a.v):
لَقَدْ قُلْتِ كَلِمَةً لَوْ مُزِجَتْ بِمَاءِ الْبَحْرِ لَمَزَجَتْهُ
“Aişe, öyle bir kelime söyledin ki, eğer denize karışsaydı orayı bulandırırdı.”[2] buyurmuş.
Kötü kelimelerin bardaktaki suyunuzu etkilediğini de düşünün bundan sonra.
“Ama benim söylediklerim onda var.” diyebilirsiniz. Eee Safiyye anamız da kısa boylu idi.
Sevgili Peygamberimiz’e “Peki benim söylediğim onda varsa..?” demiş ashabdan biri.
Sevgili Peygamberimiz de:
إِنْ كَانَ فِيهِ مَا تَقُولُ فَقَدْ اغْتَبْتَهُ وَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِيهِ مَا تَقُولُ فَقَدْ بَهَتَّهُ
“Eğer dediğin onda varsa gıybettir, eğer onda yoksa iftiradır”[3] buyurmuş.
Bu gıybet bugünlerde bizi paramparça ediyor. Dinimize, canımıza, kanımıza, servetlerimize göz diken, İslam âleminde milyonlarca Müslümanın kanını akıtan din düşmanlarını unuttuk, Müslüman kardeşlerimizin yanlışlarını sıralıyoruz. Bu şekilde ayrıca ortalığı pis kokuyla kirletirken canımızı cehenneme layık hale getiriyoruz.
Aynı safta namaz kılan, aynı şeyhe bağlı olan, aynı vakıfta çalışan Müslümanlarımız bu kirli gıybet savaşında birbirlerine düşman hale getirildiler.
Gıybete katılmayanlar dışlanmaya çalışılıyor.
En kestirme yolu buldum ben; eğer o meclisi terk edememe durumunda isem dudaklarımı kapatıyorum ve hiç açmamaya dikkat ediyorum. Tavsiye ederim.
[1] Ahmet b. Hanbel, Müsned, Cabir b. Abdullah hadisi; Abd b. Humeyd, Müsned, hadis no: 1028; Hılyetü’l-Evliyâ, VIII/128.
[2] Ebû Dâvûd, Edeb, 40.
[3] Müslim, Sahîh, el-Birru ve’s-Sıla, 20.