“Ey nas, geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak olur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar; analarının babalarının yerini tutar. Sonra hepsi mahv olur gider. Vukuatın ardı arkası kesilmez. Hemen birbirini vely (takip) eder. Kulak tutunuz, dikkat ediniz. Gökte haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü bir ferş-i eyvan (döşenmiş salon), gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz, giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnud olup da mı kalıyorlar, yoksa orada bırakılıp da uykuya mı dalıyorlar? Yemin ederim, Allah’ın indinde bir din vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir ve Allah’ın bir gelecek peygamberi vardır ki gelmesi yakın oldu. Gölgesi başınız üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki ona iman edip de o dahi ona hidayet eyleye. Vay o bedbahta ki ona isyan ve muhalefet eyleye. Yazıklar olsun ömürleri gafletle geçen ümmetlere…
Ey cemaat-ı İyad. Hani âbâ ve ecdad. Hani müzeyyen kâşaneler ve taştan haneler yapan Âd ve Semud. Hani dünya varlığına mağrur olup da kavmine “ben sizin en büyük rabbinizim” diyen Firavun ile Nemrud. Onlar size nisbetle daha zengin ve kuvvet ve kudretçe sizden efzun (daha fazla) değil miydiler? Bu yer onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı. Yerlerini, yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin, onların yoluna gitmeyin. Her şey fanidir. Baki olan ancak Cenab-ı Hakk’dır ki, birdir, şerik ve naziri yokdur. Tapacak ancak odur. Doğmamış doğurmamışdır. Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çokdur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var, ama çıkacak yeri yoktur. Büyük küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Cezmettim (kesin olarak bildim) ki ammeye olan bana da olacaktır.” [1]
Kus b. Saide tarafından irad edilen hutbe ile başladık. Tarihte meşhur olan bu hutbe, peygamberliğin gelişinden yaklaşık beş sene kadar önce, Mekke’nin pazaryeri Sûk-ı Ukaz’da irad edilmiş ve Hz. Peygamber tarafından da dinlenmiştir. Iyad Kabilesi’nin ileri gelenlerinden, herkesin saygı duyduğu büyük hatip Kus b. Saide, kalabalık bir topluluk önünde konuşmuştur. Bu hutbenin önemi, düşünen bir insanın hakikatı nasıl kavrayabileceğini, akılla nelerin bilinip idrak edileceğini bize göstermesinde aranmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber, Iyad kabilesinin ileri gelenleri huzurunda iman ettiği zaman, onlara, Kus b. Saide’den bahsetmiş, vefat ettiğini öğrenmiş, bu hutbesini hatırlatmıştır. Hz. Ebubekir hutbenin tamamını nakledince, Peygamberimiz, “ümid ederim ki Cenab-ı Hakk kıyamet günü Kus b. Saide’yi ayrıca bir ümmet olarak ba’s eyleye” deyerek hutbenin zikrettiğimiz anlamına işaret etmişlerdir.
***
Modern hayatın en önemli özelliğinin sekülerizm/dünyevilik olduğunu kabul etmek gerekir. Bundan, hayatın sadece dünyada yaşanandan ibaret olarak algılanmasını ve buna göre düzenlenmesini kastediyoruz. Hâlbuki Müslümanlığın en temel esası, ahiret hayatına inanmaktır. Herkesin bildiği imanın şartları, altı esas şeklinde, bir bütün olarak her zaman Kur’an’da tekrarlanmaz; bunun yerine Allah’a iman ile ahirete iman, temel iki esas olarak sıkça zikredilir. Müslümanın dünyaya bakışını, dünya görüşünü, Allah’a imanla birlikte, ahirete, yani hayatın bu dünyada bitmediğine olan iman şekillendirmektedir. Bu bakımdan, sekülerist/dünyevi hayat anlayışının, Müslümanın dünya görüşüne tamamen aykırı bir hayat algısı olduğunu söyleyebiliriz.
İslam dünyasında modernleşme tarihi, yakın zamanlara kadar teorik planda olmasa bile, pratikte, sekülerleşmeyi/dünyevileşmeyi yaygınlaştıracak şekilde gerçekleşmiştir. Modern hayatın pratiği, hayatı dünyadan ibaret kabul etmeyi tabiileştirmektedir. Aslında Müslümanlığa dair hassasiyetler, modern hayatın pratik etkilerinin kanaat ve itikat alanında benimsenmesini büyük ölçüde engellemiştir. Ancak, zaman içinde, cazibeli modern hayat, bu tür hassasiyetlere galip gelmeyi becermiştir. Bugün, son yirmi yıldır oluşan, ama son on senedir belirgin şekilde gözlenen, sekülerleşme/dünyevileşme süreci toplumun her kesiminde mevcut hassasiyetleri önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Artık, dindar kesimlerde bile, Müslümanlığın “folklorik”, görüntüsel ritüellerini yerine getiren, ama hayata bakışında, algılayışında ve dünya ile ilişkilerinde gayrimüslim gibi yaşayan insanlarla karşı karşıyayız.
Bu “dönüşüm”ün aslında mahrumiyetlerle de bir ilişkisi vardır. Ahmet Haşim bir yazısında, “mahrumiyet pahasına fazilet sahibi” olmaktan söz eder ve bunu tahkir eder. Üstadın, bir göçebe topluluğunda dinlediğine göre, yavru köpekler aslında süt ve kuru ekmekle beslenirlermiş, kan tadı almadıkça bu şekilde beslenmeyi de sürdürürlermiş. Bazen kuzularla oynaşırken kan tadı alırlar, sonra et yemeye başlarlarmış. Bundan hareketle üstad, köpeklerin et yememesi nefs istiğnasından kaynaklanan bir fazilet değil, henüz eti tatmamış olmaktan kaynaklanan bir tutumdur; bu yüzden takdir edilemez, der. Gerçekten de, bazen, insanların faziletleri, mahrumiyetlerin verdiği bir fazilettir; bir de imkânlarla karşılaştıklarında o faziletleri görmek lazım. Yaklaşık on senedir, siyaset dünyasında ve sosyal hayatımızda yaşanan hadiseler ve değişimler, bu mahrumiyetin verdiği faziletlerle donanmış nice zevatı izlemek imkânını milletimize bahşetti. Bu süreç, imkânların dünyevileşmeyi ne kadar kolaylaştırdığını, bizim de buna ne kadar teşne olduğumuzu ortaya koydu.
Bu şahsi dönüşümler kadar, ülkemiz ve dünya siyaseti/kültürü/tarihi bakımından sahip olunan yegâne imkânın harcanması, heba edilmesi de önemlidir. Ülkemizin mukadderatı başından itibaren Müslümanlığın mukadderatıyla birleşmiş vaziyettedir. Bu sebeple, ülke adına geliştirilen hassasiyetlerin sahicilik kazanması ancak İslamla alakalı doğru bir tutumla mümkündür. Batı medeniyetinin dünyanın kaderine hükmettiği dönemin sonuna yaklaştığımız bu süreçte, insanlık için de ümid verici yeni bir medeniyet ufku sadece bizim dünyamızdan çıkabilecektir. Ülkemizin ve dünyanın ümid arayışlarını, imkânlarını, artık başarısızlığa mahkûm bir anlayışa teslim olmak suretiyle harcamaya karşı durmak mecburiyetindeyiz.
Ahiret inancı, dünyayı terk etme sonucunu doğurmaz, hayatı bir bütünlük içinde, ölüm ve sonrasının bütünlüğü içinde algılama, böylece anlamlı ve değerli kılma imkânı verir insana. Dünyadan istifadeye bir anlam kazandırır. İnsana, bir ideal uğruna gayret gösterme, kalıcı olma ruhu verir. Dünyevilik ise, ürkekliğin kaynağıdır, mücadele azmini kırar, cesaretli adım atma yeteneğini kaybettirir.
Ebu Davud’un kaydettiği bir hadiste buyurulmaktadır: “Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya toplanan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.”
Orada bulunanlardan biri: “O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye sordu.
“Hayır”, buyurdular. “Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler bir selin getirip yığdığı, hiçbir ağırlığı olmayan çer – çöp durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize vehn atacak!”
“Vehn de nedir ey Allah’ın Rasûlü?” denildi.
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular.[2]
[1] Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, C. I, İstanbul, 1308, sh.103-104 ve İstanbul, 1976, sh.65-66
[2] Ebu Davud, Melahim, 5