İçeriğe geç
Anasayfa » HER CANLI RIZKI İLE BERABER DOĞAR

HER CANLI RIZKI İLE BERABER DOĞAR

Rezzâk-ı âlem (bütün canlıların rızkını tekeffül eden, üstlenen) yalnız ve yalnız Allah’tır (c.c).

“Nice canlılar vardır ki, (onlar) kendi rızıklarını taşımaktan acizdirler (rızıklarını kendileri temin edemezler). Onları da sizi de rızıklandıran Allah’tır. O her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir”[1]

 “Yeryüzünde kıpırdayan hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah her canlının hayatta iken yerleştiği (barındığı) yeri ve ileride (ölümden sonra) konulacağı mekânı da bilir. Her şey apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) kayıtlıdır.”[2]

Bu âyet-i celîlede Allah (c.c) her canlının rızkını vereceğini vaat ediyor ancak o canlının kıpırdamasını, hareket etmesini de şart koşuyor; “Kıpırdayan hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.” buyuruluyor; işte bizim hareketimiz, koşuşturmamız ve çalışmalarımız da birer “kıpırdama”dır.

Kur’ân-ı Kerîm, Meryem Validemiz’den şöyle bahseder: “Doğum sancısı onu hurma ağacına yaslanmaya zorladı. “(Halinden üzülerek) keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim.” dedi. (Melek, Meryem’in) aşağı tarafından (ona) şöyle nida etti: Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir ırmak akıttı. Hurma ağacını kendine doğru silkele, (yani kıpırdayıver, hareket et ki rızık olarak) üzerine taze ve olgun hurmalar dökülsün.”[3]

Rızkı veren Allah, rızkın taksimini yapan yine Allah’tır. Allah (c.c), “lihikmetin”, dilediğinin rızkını genişletir; dilediğininkini de daraltır. “Şüphesiz ki Rabbin dilediğinin rızkını genişletir ve (dilediğininkini de) daraltır. Şüphe yok ki Allah, kullarının hallerinden haberdardır ve her şeyi layık-ı vechiyle görendir.”[4]

 “Hem bilmediler mi ki, şüphesiz Allah, dilediğine rızkı genişletir ve (dilediğine) daraltır. Doğrusu bunda, iman edecek bir kavim için nice deliller vardır.”[5]

İnsanların çoğu rızkın bol verilmesindeki hikmeti bilemezler. Zannederler ki, rızkın bol verilmesinin sebebi şeref ve üstünlüktür; kısılmasının sebebi de zillet ve meskenettir.

Bursalı İsmail Hakkı (r.a), Rûhu’l-Beyân isimli eserinde rızıkla alakalı şöyle bir olayı zikreder: “Musa (a.s), Allah (c.c) tarafından, Tûr-i Sina’ya davet edildiğinde uzun süre zarfında ailesinin bakımı ne olacak, rızıkları nasıl temin edilecek diye endişelenir. Allah (c.c), ona şöyle nida eder: “Ey Musa! Elindeki asanı önünde bulunan taşa vur.” Bu vuruş üç kere tekrarlanır ve her vuruşta taş yarılır ve pırıl pırıl taş ortaya çıkar. Nihayet üç kat derinlikteki taşın içinde, ağzında rızık olarak yeşil bir ot bulunan bir böceğin tesbihatla meşgul olduğunu görünce maksat hâsıl olur ve yoluna devam eder. Taşın üç kat derinliğindeki o böceğin tesbihatı şu şekildedir:

“Beni gören, benim bulunduğum yeri bilen, benim tesbihatımı işiten, bana rızık veren ve beni hiçbir zaman unutmayan ey Rabbim! Şüphesiz ki sen kemâl sıfatlarla muttasıf ve tüm noksan sıfatlardan münezzehsin.”

Rızık, can taşıyan her canlıya Allah’ın sevk ettiği, sunduğu ve yenip içilen şeye denir. Hiç kimsenin ne ömrü rızkından fazla olur ne de rızkı ömründen. Herkes, kendisine tahsis edilen rızkı helal olsun haram olsun mutlaka ölmeden tüketir. Hiçbirinin başkasına ait olan bir rızkı yemesi veya kendisine tahsis edilen rızkı yememesi düşünülemez.

Rızık; yiyip içtiğimiz, tükettiğimiz şeylere denir. Elinizdeki malınız, servetiniz sizin rızkınız değil belki sizden sonrakilerin rızkıdır. Allah’ın bir kuluna tahsis ettiği bir rızkı bir başkasının tüketmesi mümkün değildir. Haramın da rızık olabileceği hususunda ehl-i sünnet âlimlerinin ittifakı vardır. Ancak her mü’min haram, habis ve hatta şüpheli olan şeylerden şiddetle kaçınıp, helal ve temiz olanı aramakla mükelleftir. Bu bir farz-ı ayndır. Çünkü haramla beslenen bir beden cehennem yakıtı olmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bedenin ıslâhı ve haram kirlerinden temizlenişi ancak cehennem ateşi ile mümkündür. Bu konuda Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Yetimlerin mallarını zulmen (haksız yere) yiyenler, karınlarına ancak ateş yemiş olurlar (sadece ateş doldurmuş olurlar). Onlar çok yakında alev alev yanan (tutuşan) bir ateşe girdirileceklerdir (sokulacaklardır).”[6]

Her farzdan önce asıl ve temel bir farz vardır ki o da helal lokmadır, helal ile beslenmektir. Bu ise tüm salih amellerin, hayatımızın aslı esası ve olmazsa olmazıdır. Temelsiz bir binaya güven olmadığı gibi haramzadelerin yaptıkları amellere de güven olmaz. Çünkü haramla iştigal eden kimselerin ne amelleri, ne dua ve niyazları, ne de yalvarış ve yakarışları makbul olmaz. Yapılan bütün salih amellerin kabule şayan bir ibadet olabilmesinin temel şartı, olmazsa olmazı helal lokma ve halis bir niyettir.

Ebû Hureyre’den (r.a) şöyle bir hadîs-i şerîf nakledilir: “Rasûlullah (s.a.v), “Allah (c.c) tayyibdir (tertemizdir). Tayyib olanı (temiz ve helâl olanı) kabul eder. Yüce olan Allah, peygamberlere neyi emretti ise (emrettiği şeyin aynısını) mü’minlere de emretmiştir.” buyurdu ve şu ayetleri okudu: “Ey Peygamberler! Temiz ve helal rızıklardan yiyiniz ve salih ameller işleyiniz.[7] Muhakkak ben sizin yaptıklarınızı en iyi bilenim.”[8]; “Ey mü’minler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helal olanlarından yiyiniz. Eğer yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız Ona şükrediniz.”[9] Sonra Efendimiz (s.a.v) uzun bir sefer halinde (yorgun, argın) toz toprak içinde ellerini semaya kaldırmış, “Ya Rabbi! Ya Rabbi!” diye dua eden bir adamdan bahsetti. “Bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. (Tamamen) haramla beslenen bu adamın duası nasıl kabul edilsin!” buyurdular.”[10]

Bu hadîs-i şerîfte görüldüğü üzere; duanın kabulü için aranan şartlar mevcut olduğu halde duanın kabul olmayışı, temel ve asıl şart olan haramdan uzak durma ve haramdan arınma şartının bulunmaması sebebiyledir. Ayrıca bu hadîs-i şerîfte geçen her iki ayette de önce “helal yiyiniz” sonra da “salih amel yapınız” emrinin gelmesinde de -Allâhu a‘lem- şuna işaret edilmektedir: Haramla meşgul ve haramla iç içe olanlar kolayca salih amele yönelemezler. Zoraki yönelseler bile bu defa ibadetteki hazzı, huzuru, tadı ve neşeyi alamazlar. Hakkı hak olarak batılı da batıl olarak algılayıp ayırt etme kabiliyetinden mahrum olurlar. Dolayısıyla ibadetle arzu edilen ve aranan ana gaye ve hedefe ulaşmaktan mahrum kalırlar, vesselam.

Günümüzde kapitalist zihniyeti taşıyan bir takım insanlar ve zümreler, zulüm ve taşkınlıkta o derece ileri gittiler ki; her şeye biz sahip olalım, her şey bizim olsun endişesi ile insan, hayvan, bitki demeden her canlıyı katledip yok etmek suretiyle Allah’ın mülkünde hükümdarlık ve saltanat kurmaya kalkıştılar.

Allah Teâlâ, yeryüzünü sarsılmaz bir denge üzerine yaratmış ve yarattığı her varlığın (her canlının) rızkını cömertçe, bol bol ihsan etmiştir. Eğer insanoğlu Allah’ın yeryüzünde tahsis ettiği bu muazzam, bu sarsılmaz dengeye müdahale edip bozmaya kalkışmazsa, rastgele her şeye burnunu sokmaya çalışmazsa, vallahi, Allah’ın yeryüzünde var ettiği bu kaynaklar, bu sonsuz nimetler hem bütün insanlığa hem de canlıların tamamına yeter ve artar bile. Çünkü Allah Teâlâ, yaratmış olduğu her canlıyı rızkı ile beraber yaratmıştır.

Allah’ın yarattığı bütün canlılar, “ekolojik olarak” yeryüzünün dengesinin temelini oluştururlar. Allah hiçbir canlıyı, hiçbir varlığı -hâşâ- faydasız yere, boşuna yaratmamıştır. Yaratılan her şey bir sebebe ve derin bir hikmete mebni olarak yaratılmıştır. Mesela bize balı bir şifa olarak sunan arılar çiçekten çiçeğe konarken doğal olarak bir aşılama görevini icra ederler. Tarla fareleri toprağı eşip deşmelerinin sonucunda toprağın havalanmasını sağlamış olurlar ve böcekleri yiyip tadilat yaparlar. Solucanlar ise topraktaki azot çevriminde ve erozyonun azaltılmasında rol oynarlar. Çok zararlı gördüğümüz yılanın ne yararı var derseniz; yeryüzünde var olan bir çeşit zehri yok etmeye yarar. Hulasa, ekolojik olarak yeryüzünün dengesinin bozulmaması için bütün canlılar birbirinden farklı faydalar sağlamaktadırlar.

Küfrün mantığı hiçbir zaman değişmemiştir. Asırlar önceki anlayış ile asırlar sonraki anlayışın aynı olduğunu yaşayarak görüyoruz.

“Salih (a.s), kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Allah’ın şu dişi devesi size bir mucize olarak gelmiştir. Bırakın onu Allah’ın arzında (mülkünde) otlasın. Ona bir kötülük yapmayın, sonra can yakıcı (elem ve ıstırap verici) bir azaba uğrarsınız.”[11]

Ama onlar küfür, taşkınlık, azgınlıktan ve susuz kalırız endişesinden Allah’ın koyduğu bu yasağı ihlal ettiler. “Nihayet (bu) zalimleri korkunç bir çığlık (bir ses, bir uğultu) yakaladı. Böylece kendi yurtlarında diz üstü yığılıp kaldılar (diz üstü çöke kaldılar). Sanki yeryüzünde (hiç) yaşamamışlar gibi izleri (şanları, şerefleri, servetleri, makam ve mevkileri tamamen) silinip gitti…”[12]

Yüzlerce asır sonra aynı mantığın, aynı anlayış ve endişenin hortlatıldığını görüyoruz. Rızık olarak sunulan bu ilâhi su nimetini, susuz kalırız endişesi ile bu defa bir deveyi değil yüzlerce devenin hunharca ve insafsızca katledildiğini ibretle müşahede ettik. Ey imansız, izansız ve insafsız zavallılar ve eşkıyalar güruhu! Suyu yaratan siz misiniz?

Bütün güçlerinizi birleştirseniz, vallahi, bir damla su meydana getiremezsiniz.

Her canlı için suyu bir rızık olarak yaratan ve sunan Allah’tır.

Su Allah’ın, toprak Allah’ın, hava nimeti Allah’ın, mal ve mülk Allah’ın…

Her şey Allah’a ait iken size ne oluyor e be insafsız ve merhametsiz zavallılar?

Gerçek manada tevhit inancının ve Allah korkusunun hâkim olmadığı gönüllerde insaf ve merhamet aramak beyhude bir arayıştır. Çünkü şefkat ve merhametin kaynağı imandır. Tabi ki güçlü ve sarsılmaz iman sahibi mü’minlerin şefkat ve merhametinin daha farklı olduğu bir vâkıadır (bir gerçektir).

 “Hz. Ebubekir’in (r.a) imanı ile diğer mü’minlerin imanı tartılacak olsa Hz. Ebubekir’in imanı daha ağır gelir.” buyrulmuştur. Böylesi güçlü ve sarsılmaz bir imana sahip olan Hz. Ebubekir’in bir de mübarek dudaklarından dökülüveren şu şefkat ve merhamet dolu duasına bir kulak verelim mi:

“Ey Rabbim! Mahşer günü bu aciz (ve naçiz) kulunun vücudunu o kadar büyük (o kadar büyük) eyle ki bu vücudumla cehennemi (tamamen) doldurayım ki benden başkasına kimseye yer kalmasın.” İşte iman, işte şefkat, işte merhamet. Rabbim şefaatlerinden bizleri hissedar eyle. Âmîn


[1] Ankebût, 29/60.

[2] Hûd, 11/6.

[3] Meryem, 19/23-25.

[4] İsrâ, 17/30.

[5] Zümer, 39/52.

[6] Nisâ, 4/10.

[7] Ayetin bu bölümünde salih amelin, helal lokmanın bir neticesi olduğuna işaret vardır.

[8] Mü’minûn, 23/51.

[9] Bakara, 2/172.

[10] Müslim, Zekât, 65 (1015); Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 2 (2989); Ahmed ibn Hanbel , 2/328; Dârimi, 2/300.

[11] A‘râf, 7/73.

[12] Hûd, 11/67-68.