İçeriğe geç
Anasayfa » HER İŞİN, HER İBADETİN BAŞI DOĞRU İTİKAD (Mülâkat)

HER İŞİN, HER İBADETİN BAŞI DOĞRU İTİKAD (Mülâkat)

Enver BAYTAN Hocaefendi ile…

Muhterem hocam, bir Müslüman için akâid konuları ne ehemmiyeti haizdir? Akâid meseleleri bir Müslüman için neler ifade etmektedir?

İtikad hususunda sağlamlığı bulunmayan yani itikadı düzgün olmayan bir kimsenin imanı muteber olmaz. Mesela bir insan Kur’an-ı Azîmü’ş-Şân’a iman etse. Arkasından Kur’an-ı Azîmü’ş-Şân’da bazı ayetlerin günümüze göre ayarlanması lazım, demeye başlasa. İtikad ne oldu? Bozuldu. Aslında Kur’an’ı kabul etti mi? Etti. Ama itikadında sapıklık olunca, onun hükmü kaldı mı? Kalmadı. Günümüzde bu yolda küfre düşenler epeyce var.

Bir kere iman sağlam olacak. O imana dayalı olan itikad sağlam olacak, düzgün olacak. Yani insan Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadına sahip olacak. Bunların olmadığı yerde ameller makbul olmaz. Namaz kılabilir; ama namazı olmaz, muteber olmaz. Zekât da verebilir. Muteber olmaz. İmanda, itikatta sakatlık bulunursa, bu gibi güzel amellerin kıymeti kalmaz. Burada şöyle bir şeyi söylemek çok yerinde olur. İmanda, itikatta, amelde kumanda zinciri vardır. Nedir bu? İtikatta kumanda zincirinin başında kim var? Rasûlullah (s.a.v) ve O’nun yetiştirdiği Ashâb-ı Kirâm. İtikadımızda bunlara mutlaka uymalıyız. İtikadımız onlara uygun düşmelidir. İtikatta onlardan hangi noktadan ayrılırsak orada haksız olan biziz, onlar değildir. Daima böyle kabul etmek lazımdır. O derece ki mesela bir tarih kitabı var; Ashâb-ı Kirâm’dan bahsederken Ashâb-ı Kirâm’a dil uzatıyor, yahut tasavvuf kitaplarından birinde itikad kitabına uymayacak şey öğretiliyor. Burada ne yaparız? Tashih edilecek hangisidir? Tasavvuf kitabı diye yazılan kitap mı itikad kitabını düzeltecek yoksa itikad kitabı mı, tasavvufta yazılı o yanlışı düzeltecek? Tabi ki; itikad kitabı, onu düzeltir. Buraya çok dikkat etmeli.

Mesela efendim, tasavvuf ehlinden geçinenlerin bazıları: “Namaz kılınız diye dinde emredilmiş; ama biz tasavvuf ehlindeniz. Sûrî namaz, mânevî namaz, dâimî namaz bir de şeklî namaz var. Biz salât-ı dâimedeyiz” diyorlar. Bunu tasavvuf ehli diye geçinenlerden bazıları diyor. Biz tasavvuf ehlindeniz, bir kere namaz kıldık mı bizim namazımız duruyor, bozulmaz.” Peki, bozulmaz… Abdesti bozulur ama namazı yine bozulmaz öyle mi!? Yani bu türlü insanların, bu gibi hatalarını itikad kitabı ne yapar? Düzeltir, değil mi? Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz devamlı olarak namaz kıldı mı? Kıldı. Ashab-ı Kirâm devamlı olarak, öğretildiği şekilde namaz kıldılar mı? Kıldılar. Bunlar güzel şeyler. Vazife böyle. Biri çıkıp da, böyle bir kere namaz kılarsa, iyi değildir. “Tekrar kılmaya ihtiyaç yoktur. Çünkü sen namazdan çıkmadın. Namazın duruyor.” gibi laflar ediyorlar. Aldattıklarını tabi aldatıyorlar bu şekilde… Tarih kitaplarında ne olur? Tarih kitabında mesela Ashab-ı Kirâma sataşmış olabilir. Ebu Bekir, hâşâ -biz radıyallahu anh- diyoruz onlar öyle demezler kolay kolay. “Ebu Bekir idaresinde şu şu gibi bazı hatalar işlenmiştir. Ömer şöyle şöyle yapmıştır.” Hatta o kadar söylüyorlar ki, hem de ilahiyatta öğretim üyesi. Bu gibi şeyleri söyleyenlerden bazıları oralarda. Birkaç gün görünmeyen biri demiş ki: “Nerdeydiniz birkaç gündür, merhaba diyemedik size.” “Efendim araştırıyorum, şöyle şöyle meseleleri gözden geçiriyorum. Şu hususta Hz. Ömer şöyle buyurmuş.” demiş. “Ya bırak O’nu…” demiş “Biz Ömer’in hatalarını düzeltmeye uğraşıyoruz.” Şuna bak! Peki, a birader, O hayatta olsa âdil Ömer (r.a) bunun başını vurur mu vurmaz mı? Yani vursun mu, vurmasın mı? Diğer bir ifadeyle; ‘bu kadar terbiyesiz.’ Sonra Hz. Ali Efendimiz’e mesela iftira atıyorlar. Neymiş, ona çok inanırlarmış! Peki, namaz kılarken O’nun gibi namaz kılar mısınız? “Hayır, efendim.” Ömründe hiçbir zaman içki içmedi, müsaade de etmedi. Siz hep böyle sakınıyor musunuz? Pek çoğunuz içki içiyor. Bir yandan da inanıyoruz diyorlar… İşte bu gibi hatalı şeyleri düzeltecek olan itikad kitabıdır. İtikad kitabında ne diyor? “Hz. Ebu Bekir (r.a), Hz. Ömer (r.a) Efendilerimize dil uzatan kâfir olur.” Bunlara “Şeyhayn” (iki büyük) denir. Bunlara dil uzatan kâfir olur. “Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhümâ) bu Efendilerimize dil uzatan da Ehl-i bid’at olur. Bunlara da “Hateneyn” (iki dâmat) denir.

İtikat meseleleri bir Müslüman için büyük ehemmiyet taşır. Her işin, her ibadetin başında önce, o işin itikada uygun olup olmadığını düşünmek lazımdır. İtikada uygun mu, değil mi bunu düşüneceğiz. Evet efendim.

Hocam bu kadar mühim bir meselede günümüzde hoca olarak bildiğimiz bazı kimselerin, İslam ümmetinin genel kabullerine yani Ehl-i Sünnete muhalif fikirler ortaya koyduğunu görüyoruz. Öncelikle şunu sormak istiyoruz ki Ehl-i Sünnet İslam’dan ayrı bir şey midir?

Ehl-i Sünnet İslam’dan ayrı değildir hâşâ. İslam’ın kendisini kabul eden zatlara Ehl-i Sünnet’ten diye bakılır. “Fırka-i nâciye” yani kurtulmuş fırka, diğer ifade ile “Ehl-i Sünnet ve Cemaat”. Hadîs-i Şerîf’inde Rasûlullah (s.av) Efendimiz, Yahudilerin yetmiş bir fırkaya ayrıldıklarını, bir fırkanın cennette, diğer yetmiş fırkanın da cehennemde olduğunu; Hz. İsa (a.s) zamanında da aynen bu şekilde yetmiş iki fırkaya ayrıldıklarını, yetmiş bir fırkanın cehennemde, bir fırkanın da cennette olduğunu bildiriyor. Hadisin devamında Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacak; yetmiş ikisi cehennemde biri cennettedir.” Cennette olanı soruyorlar Rasûlullah (s.a.v)’a, kimdir bunlar diye. Cevap: “Mâ ene aleyhi ve ashâbî.” (Benim ve ashabımın üzerinde olduğu, inandığı şeye inananlar). Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeylere inananlar ne oluyor? Ehl-i sünnet oluyor. Peygamber (s.a.v) Efendimize kim iman etmek isterse, ashaba bakacak. Ashab-ı Kirâm Peygamber-i Zîşân Efendimiz’e nasıl iman ettiler, buna bakılacak. Peygambere iman ashabdan geçer. Peygamberimizin öğrettiği ve uyulması bizim üzerimize vazife olan şeylerde mutlaka uyacağız. Nasıl öğretmişse o şekilde bu vazifeleri yerine getireceğiz. Mesela; oruç. Oruç ne zaman başlar ve ne zaman biter öğretilmiş. Ben tutup da kendi kendime, bu başlangıcı ve son bulmasını değiştirebilir miyim? Değiştiremem. Ne olur değiştirirsem? Oruç olmaz. Yani öğrettiği şekilde Rasul-i Zîşân Efendimize uymayı kimden öğreneceğiz?  Ashâb-ı Kirâmdan pek tabii. Evet efendim.

Hocam, az evvel dediğim gibi bugün ‘hoca’ ünvanını almış bazı kimseler: “Ehl-i Sünnet de diğerleri gibidir, Ehl-i Sünneti büyütmeyelim.” diyorlar. Hatta “Putlaştırmayalım…” diyenleri de duyuyoruz. Bu kimselerin bu gibi şeyler söylemelerinin sebepleri nelerdir acaba?

Efendim, biz büyütmüyoruz, Rasûlullah (s.a.v) büyütmüş. Ne buyurmuş Rasûlullah (s.a.v)? “Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacak, yetmiş ikisi cehennemi boylayacak; az zaman çok zaman ama girecek. Oraya girmeyecek olan kim; fırka-i nâciye.” Bunu bildiren kim? Rasûlullah (s.a.v). Bir büyüklük değil midir bu? Büyüklüktür. Sen diyorsun ki “Biz büyütmeyelim.” Sen onu, Rasûlullah’ın kabrinin başına git: “Sen büyüttün; ama ben ötekilerle beraber tutuyorum.” de. Ötekilerinin içinde tamamen küfre düşenler var. Burada; has mü’minleri alacaksın, küfre düşenlerle beraber yapacaksın büyütmemek için! Ne biçim iş bu! Rasûlullah’ın talimi böyle midir? Değildir. Öyleyse usulleri yanlıştır.

Bu hocaların, bu gibi çıkışlarının sebepleri nelerdir hocam? Cehalet midir, yoksa bazı etkilenmeler midir?

O sahaya geçersek, epeyce büyük ve geniş şeyler var orada. İş bildiğimiz gibi değil. Mesela “Hâlif tü’raf” yani “Muhalefet et ki, tanınasın”. Buna şunu ekleyelim. Şöhretperest, menfaatperest maceraperestlik. Bu üç şey bir kimsede varsa, o kimseden hatalar beklenir. Böyledirler. “Hâlif tü’raf”: “Muhalefet et ki tanınasın.” Böyle tanınan var mı? Var. Muhalefet ederek tanınıyor. Bunlar, anılmaya heveslidirler. O kadar ki, bir hadise olsa; açıyor telefonu şu veya bu televizyona: “Efendim ortalıkta dolaşan şöyle yeni hadise var. Biz arabamızla geliriz, sizin gelip almanıza lüzum yok. Biz geliriz, yeter ki bize bir zaman ayırın da orada bunun üzerinde duralım.” diyorlar. Kendi arabasıyla gidiyor ve orada ne söylemeye niyeti varsa söylüyor. Bu kadar meraklı yahu. Oraya şerefli olarak gidersin, şerefsiz olarak oradan ayrılırsın. Şeref midir bu!? Saçma sapan şeyler konuşuyor sonra da seviniyor buna adam, oralarda söyleniyor diye. Yahut menfaat. Menfaat bambaşka şeydir, sürükler insanı. Meşhur Napolyon var ya. Bir gün yolda giderken yolun alt tarafında yaşlı bir adamın çalıştığını görmüş. Gitmiş yanına “Senin oğulların var mı? diye sormuş. “Var.” demiş ihtiyar. “Peki, sen niye burada çalışıyorsun, onlar gelip çalışmıyorlar mı, ne iş yapar onlar?” diye tekrar sormuş Napolyon. İhtiyar da: “Biri hırsız, biri de yalancı. Onlar o işle meşgul.” demiş. “Bunu bana söyledin başka kimseye söyleme.” diyerek bir napolyon (para) vermiş ihtiyara. Bir napolyon bir lira gibi düşünün. Tabi onun parası kıymetli o tarihte. Napolyon oradan hemen makamına dönmüş. O devrin asayiş teşkilatının başında olan adamı çağırmış ve: “Bu şehirde bir yalancı bir de hırsız var, bunları tespit et ve bana getir.” diye emretmiş. “Olur efendim.” demiş ve ayrılmış Napolyon’un huzurundan. Zeki adammış, “Napolyon şimdiye kadar böyle bir şey istemedi, bunun bir sebebi olmalı, acaba yakın tarihte bir tarafa gitti mi, bazı kimselerle görüştüğü oldu mu, bu kimseler kimlerdir, bunu niye istedi benden?” diye araştırma yaparken Napolyon’un o yolculuğunu, ihtiyarla görüştüğünü tespit etmiş. Gitmiş ihtiyara. Napolyon ile ne konuştuğunu sormuş. İhtiyar da bundan bahsedemeyeceğini söyleyince ısrar etmiş. İhtiyarı söylememe hususunda kararlı görünce: “Peki sana beş napolyon versem söyler misin?” diye sormuş.  İhtiyar bunu kabul etmemiş, derken beş yüz napolyona kadar yükselmiş. İhtiyar bu defa: “Madem beş yüz veriyorsun, ver.” demiş ve devam ederek: “Napolyon sordu bana ‘Sen ihtiyarken çalışıyorsun çocukların yok mu?’ diye, ben de: ‘Var.’ dedim. ‘Ne iş yaparlar onlar, gelip çalışmazlar mı?’ diye sorunca da ‘Efendim, onlar kendi işleriyle meşguldür.’ diye cevap verdim. ‘Kimdir onlar, ne iş yaparlar?’ diye sordu. Ben de ‘Biri hırsız, inşaat mühendisidir. Boyuna inşaatın malzemelerini çalar satar. Bu şekilde hırsızlıkla geçinir gider. Biri de avukattır. O da yalan davaları üzerine alır. Adamın haklı olup olmadığına bakmaz, vereceği paraya bakar. Bu da o yoldan para kazanır ve bir sürü yalan söyler müvekkilini kurtarmak için.’ diye cevap verdim.” demiş. Adam, bunun üzerine hem yalancı avukatın hem de hırsız mühendisin adreslerini alarak Napolyon’un önüne gelmiş. Adreslerini vermiş. Napolyon anlamış durumu, kalkmış gitmiş ihtiyara: “Sen bana söz verdin. Bana söylediğini başkasına söylemeyecektin; ama sözünde durmadın.” deyince ihtiyara, ihtiyar: “Ne yapayım efendim, bir Napolyon geldi söyleme diye tembih etti. Arkadan beş yüz napolyon geldi, söyle dedi, ben de onları dinledim.” demiş. Bunların içinde türlüsü var. Makam kapmak için dinden taviz verme yahut şöhret bulmak için dine sataşma. Yakından tanıdığım biri var.  İlahiyatta öğretim üyesi idi, sonradan ayrıldı. Bu kimseyi, uzun zaman sohbetlerde beraber olduğumuz için, yakından bilirim. Nur cemaatinin olabildiğine aleyhinde idi. Lehlerinde bir cümle söylemeye kalksanız, sözünüzü keser hemen onları tenkite başlardı.  Daha sonra öyle saflarına girdi ki şaşırdım. Onun yakından arkadaşı sayılan birine: “Bu değişiklik, bu adamda nasıl meydana geldi?” diye sordum. “Sorma, büyük paralar dönüyor.” dedi. Ve söylediği rakam doğruysa, o köylünün bir napolyon yerine beş yüz napolyon verince söylemesi var ya, işte bununki daha yüksek. Yüksek rakamlı milyarlardan söz ediliyor. Şurada olsa, o yolda söylediği saçmaları kendisine burada tekrarlasanız, “Böyle şey olmaz.” da diyebilir. Böylesi de var bunların arasında.

Bu gibi fikirleri ortaya atan kimselerin bugün, ilahiyat fakültelerinde olsun bazen televizyonlarda olsun söyledikleri bazı şeyler var. Bunları biz de size yeniden sormak istiyoruz. Mesela: Peygamber (s.a.v) Efendimiz için “O da bir peygamberdir.” dedikten sonra kendisine iman etmeyen kimsenin cennete gitme durumu var mıdır, bu kimse cennete girebilir mi?

Açık açık hadis-i şerifler vardır. Ra-sûlullah (s.a.v) Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Ben peygamber olarak tebligâtıma başladığım zamanda, beni öğrenen Yahudi veya Hıristiyan bana iman etmedikçe cennete gidemez.”[1] gayet açık hadis-i şerif. Peygamberimiz: “Cennete giremez.” buyuruyor. Beriki zavallı ise: “Ya Rasûlallah, sen müsaade et de ben bunları cennete göndereyim.” diyor. Ne kadar büyük terbiyesizlik. Hatta küfürdür. “Son peygambere iman şartı yoktur, iman etmese de Allah’a inansa, ahirete inansa, amel-i sâlih işlese, bu cennete gider.” Böyle diyen adam tevbeye muhtaçtır, tevbe edecek. Yeni baştan imana gelecek, tevbesini işitmezsek, bunun cenaze namazını biz kılamayız. Bu kadar ağırdır. Yapıyorlar, söylüyorlar bunu malesef.

Hocam bir diğeri, “Şefaat yoktur, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in şefaati yoktur.” diyorlar?

Allahu ekber. Şefaat kelimesi, var mı Kur’an-ı Azîmüşşân’da? Var, değil mi? Peki hadis-i şeriflerde var mı? Mesela Rasûlullah (s.a.v) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Şefâatî li-ehli’l-kebâiri min ümmetî.”[2] “Benim şefaatim, ümmetimden büyük günahlar işleyenler içindir.” Şimdi burada şefaat sabit oluyor mu? Sabit oluyor. “Benim şefaatim…” buyuruyor mu Rasûlullah (s.a.v), “şefâatî” diye buyuruyor mu? Buyuruyor. Öyle ise şefaati var mı? Var. Sen kalkmış diyorsun “Yok.” Yahu kaç türlü deli var bu memlekette!

Vaktiyle Erzurum’da bir müezzin arkadaş -olmuş bu yani, müezzin arkadaş hala hayattadır- evde oturuyorlarmış. Yaşlı bir hanım, bu gibi şeyleri söyleyenlere -az çok demek bilgisi var- canı sıkılmış da, bu müezzin arkadaşa: “Oğlum, hep delileri mi okutuyorlar; yoksa okuduktan sonra mı deli oluyorlar. Hangisini kabul edelim, hep deliler mi bunlar!” demiş. Bu sözleri söyleyenlerin her birinde bir delilik var mı? Hiç şüphesiz var. Çünkü akıllıca hareket değil, akıllıca söz değil. Burada, öyle hatır için laf söylenemez. Başkalarına da kötü örnek oluyorlar hem. Zavallılık da var bir yandan ne hikmetse. Ayet-i celile var ya “Nereden sapıtıyorlar!” diye.

Hocam, bir diğer mesele: Hz. İsa (a.s)’ın nüzûlü, kıyamete yakın zamanda yeryüzüne ineceği hususu?

Evet, muhakkak gelecek dünyaya. Delilleri ile de sabit. Sabit olduğu içindir ki akâid kitaplarında yer alır. Ve buna iman etmek vaciptir. İman edilecek. Şimdi buna iman gerekir. Mehdî (a.s) hakkında da, ayrı ayrı rivayetlerle hadis-i şerifler vardır. Onun da geleceğini haber vermektedir Efendimiz. Şimdiye kadar geldi mi? Geldi diye, bir şey söylenemez hâlihazırda. Ancak iki türlü mehdî vardır. Bir: bir kimse diğer kimseden bir meseleyi öğrenir de öğrendiği şekilde amel eder ise, o meselede o, onun mehdisi olur mu? Olur. Ama bu, bildiğimiz gelecek mehdi değil. Bu ikincisi; esas Cenab-ı Hakk’ın göndereceği Mehdî’dir. Tabii hikmetleri var. Ayrı bir mevzu olarak ele alınabilir. Deliller gösterilebilir, sırası gelir onun tabi; fakat bu şekilde inkârı asla doğru değildir. Gerek İsa aleyhisselam, gerek Mehdî aleyhisselam gelcekler. Vazifeleri de kitaplarda öğretiliyor. O zamanki insanlar onları görecekler ve bileceklerdir. Artık gerisi “tevekkeltü al’ellah”.

Bir diğeri de son zamanlarda yine yaygın olan “kabir azabı” hususunda. “Kabir azabı yoktur.” diye kitapları görüyoruz. Bu meselede, “Kabir azabı haktır.” diyebilir miyiz?

Esteûzübillâh bismillâh, “en-nâru Yu’ra-zûne aleyhâ…”[3] diye başlayan ayet-i celilede, kabirde olana akşam sabah gideceği yer gösterilir diye var mı? Var. Ne biçim adamlar bunlar! Şimdi hadis-i şerifi de okuyalım: “Ekseru azabi’l-kabri mine’l-bevli.” mesela. Epeyce hadis-i şerif var zaten. “Kabir azabı, en çok ufak abdest bozmaktan (sakınmamaktan) gelir.” Kişi hacetini ayakta giderirse, etrafa çarpar, serpintiler olur ve temizliğe mani olabilir. Namaza kadar tesir edebilir, çok fazla serpilirse. Onun için bu şekilde buyrulmuş. Bu şekilde daha başka hadis-i şerifler de var. Efendimiz dualarında “Ey Allahım! Kabir azabından Sana sığınırım…” diye dua etmiştir. Kabir azabı var mıdır? Şeksiz, şüphesiz kabir azabı vardır. Ayetlerden de anlaşılan budur, hadis-i şeriflerde de bildirilen haber budur. Bunun dışında bunla uğraşmak, söylemek, zaiddir.

Müslümanlar bugün dini umumiyetle nerden öğreniyor? İlahiyat fakültesinden. Niye? Çünkü ilahiyat fakültesi deyince, dini meseleler orada okunur, tedris edilir ve Müslümanlara da oradan hoca yetiştirilir. Aynı zamanda yetişenler gider diyanetin emrinde vazifeye başlar. İlahiyatlar ve Diyanet… Siz bu ikisini de bozarsanız ne olur? O zaman çaresi; yeni baştan iyi düşünerek ve mâzîde, ecdâdımız devrinde tedrisatı, her şeyi fevkalade olan programları çok güzel olan ilim müesseselerinden bu güne getirip tekrar bir müessesede tahsile başlamalıdır. Başka çaresi yok.

Söylediğimiz gibi “Muhalefet et ki tanınasın” mantığı. “Hüm ricâl ve nahnü ricâl” yani “Onlar adamsa (geçmiş ulemâ hocaysa) biz de adamlarız (biz de biliriz).” diyerek, alimallah İmam-ı Azam’ı -rahmetullahi aleyh- kenara atıp, kendisi onun yerine geçecek. “Bugünün fakihi de budur.” diyecekler. Deseler ne olur, koca dünya toplansa, senin söylediklerinde saçmalık varsa, ne olur yani? Bütün dünya seni methetse ne kazanırsın? Fakat buna meraklılar var. Bunda benim şahsi şüphem yok. Bu hatalarla uğraşıp duruyorlar, bakalım… Ne derler: “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, sonra söner.”

Son olarak, Muhterem Hocam, az önce işaret ettiğiniz şekilde; bildiklerimizi, hakikî olarak öğrendiklerimizi etrafımızdakilere nasıl aktarmalıyız?

Evet, Bu milletin geçmişiyle bağdaşacak yolda yürümeye çalışanlar da var elbette. Gayret ehl-i olanlar var. İşte bu gibi çalışmaları yapanlar şuna dikkat etmelidirler ki; bu “ehl-i sünnet ve cemaat” denilen “fırka-i nâciye”, bu doğru iman ve itikad, insanlık hayatından çekilirse, beşer hayatında hayır kalmaz. Çünkü bid’atçiler meydan bulur, birbirinden berbat bid’atler alır yürür, iman sarsılır, itikat bozulur, amel bozulur, güzel işler bozulur, ibadetler bozulur, ahlâk bozulur, nizâm-ı âlem bozulur hatta her şey bozulur. Dünyanın çivisi yerinden oynar. Müslim, gayrimüslim bütün dünyanın huzuru kaçar.

Bu yolda çok mutedil olmaya çalışılmalıdır. Ani bir feverân, ani bir heyecan ile fırlayıp da öfke ile hareket edilmemelidir, teennî ile hareket memduhtur. Bildiği ile amel edip, ilminin gereğini ifa etmelidir. Zaten bu en güzel usuldür. Her söylenilene de kulak vermemeli. Öyle ki bazıları, aslı olmayan haberler de getiriyorlar. İnsanların da hataya düşmelerine sebep oluyorlar. Buna da dikkat etmek lazım.

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

[1]  Bkz. Müslim, İman, 240; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 317, 350.

[2]  Tirmizî, 2435; Ebû Dâvûd, 4739.

[3]  Bkz. Mümin, 40/46.

Mülâkat: Ahmet ER