İçeriğe geç

HER ÜSTÜNLÜK KİBİR MİDİR?

Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Şeyh Gâlib

Bir Kur’ân tabiri olan izzet kelimesi sözlükte “güçlü ve üstün olmak, galip gelmek, saygın olmak” gibi mânalara gelir. İnsanı zillete düşmekten koruyan bütün üstünlükler, meziyetler izzet kapsamı içerisinde yer alır. Rağıb el-İsfehânî, imandan gelen üstünlüğü hakikî izzet, diğer üstünlükleri de sun’î izzet olarak adlandırmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların üstünlük iddiasına cevaben “Gerçekte izzet Allah’a, Rasûlüne ve mü’minlere aittir.”[1] âyet-i kerîmesi yer alır. Mü’min sahip olduğu bu izzeti, üstünlüğü, gücü, kuvveti ve şerefi imanından alır.  İzzetin zıddı olan zillete düşmemek ancak iman, itaat ve salih ameller ile mümkün olur. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem: “Nefsini zillete düşürmek mümine yakışmaz.” buyurmuştur. Denilebilir ki kemâl seviyesinde bir iman ile zillet bir araya gelemez. Kâmil bir mü’min için zillet iddiası olsa dahî bunun hakikî bir zillet olmadığı, dünyevî (insanlar nezdinde) bir zillet olabileceği düşünülmelidir.

İzzet ve kibir arasında ince bir çizgi vardır. İzzet, iman ve itaatten gelen bir üstünlük iken kibir, insana emanet olarak verilen birtakım meziyetleri sahiplenmesi, bunları diğer insanlara karşı bir fazilet addetmesidir. Yani izzette emaneti koruma varken kibirde emanete ihanet söz konusudur.

Bu sebeple Hasan el-Basrî Hazretleri’ne “Ne kadar yüce şahsiyetlisiniz.” denildiği vakit: “Hayır, ben yüce (azîm) değilim, izzet sahibi bir şahsiyetim.” cevabını vermiştir.

Elhamdülillah, mü’minin izzeti hususundaki misaller yüzyıllar öncesinde kalmamış günümüze dek taşına gelmiştir. Yakın tarihimizde yaşanmış, mü’minin izzetine en güzel misallerden birisini Muhterem Emin Saraç Hocamızdan naklederek yazımızı noktalıyoruz:

“Ömer Nasuhi Efendi’nin İstanbul Müftüsü olduğu zamanlarda devletlilerin de katılımıyla Fatih’in türbesinin açılışı yapılmış idi. O zaman bu açılışa Amerika’dan gelen bir patrik de katıldı. Bu patrik İstanbul’a geldiği zaman İstanbul müftülüğünü de ziyaret ediyor. Bu ziyaretin ardından bir müddet geçtikten sonra o zamanki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay: “Efendi Hazretleri, bir nezaket ziyareti arz etmez misiniz?” diyor.

Ömer Nasuhi Efendi, “O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmîsidir” diyor.

Vali Fahreddin Kerim Gökay telefonda diyor ki: “O halde Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülakat hâsıl olsa.”  Ömer Nasuhi Efendi: “İstanbul valisi olarak zat-ı âlînizi ziyarete gelirim. Lakin resmî müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?” diyor. Bakınız o mütevazı hocaefendi neyi düşünüyor… Vali, “Hayhay efendim, tabii ki gelebilirsiniz.” diyor.

Ömer Nasuhi Efendi, kayınpederime (Yektâ Efendi): “Senin cübben güzel, iyi bir cübbe. Sen onu bana ver, sarığımı sararım. O şekilde giderim.” diyor. Nihayet görüşme zamanı geldiğinde Fikri Efendi’yi (Aksoy) de yanına alarak valiliğe gidiyor. Valilikteki görevlilere “Patrik geldi mi?” diyor. “Hayır, gelmedi.” diyorlar. “Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz.” diyor.

Patrik gelince kendisine haber veriliyor. Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi kemal-i azamet ve heybetiyle içeri giriyor. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyor. Patrikten önce girmesi durumunda bir Müslüman müftü olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapıyor.

İşte bizim hocalarımız böyle insanlardı. Bir de şimdiye bakın. Bizim ağalar onların kapısına kadar gidiyorlar ve Ramazan iftarı veriyorlar. Allah aşkına bu nereden çıktı!..  Kime ne iftarı veriyorsunuz?  İftarla istihza mı ediyoruz?  İftar sofrası Allah’ın has kullarının ziyafet-i ilahiye sofrasıdır.”

[1] Münafikûn, 63/8.