İçeriğe geç
Anasayfa » HEVA (KEYF)İ ARZULARA DAYALI NİZAMLAR

HEVA (KEYF)İ ARZULARA DAYALI NİZAMLAR

Lügat manası itibariyle heva; arzu, özlem, meyiller, eğilimler, keyfilikler, manalarına gelmektedir.  Buna göre heva; nefsin, dinin tayin ettiği doğrulardan sapması, dine aykırı şehvetlere meyletmesi, onlardan zevk olmasıdır.[1] Heva diye isimlenmesinin sebebi, sahibini cehenneme düşürmesinden dolayıdır.

İnsanlar iki türlü idare şekliyle idare edilegelmişlerdir. Bunlardan birincisi Müslümanların tabi olduğu, Allah Teâlâ’nın vahyine, dayanan ilahi nizam, diğeri de, heva(keyf)i arzulara dayanan beşeri nizamlardır. İslam nizamının dışında, tarih boyu ortaya çıkmış, bundan sonra da, ortaya çıkacak olan bütün nizamlar, adları ne olursa olsun bunların ilham kaynağı ve temeli hevai arzulardır. Üç boyutlu resimlerde olduğu gibi, bu nizamlara derinlemesine bakıldığında, isimlerinin altındaki adın hevai arzu olduğu görülecektir. İlahi nizam, insanoğlunun iki cihan saadetinin kazanılmasını esas alırken, hevai arzulara dayanan beşeri nizamlar da, avutulup uyutulacak kadar halkın, rahat ettirilip semirtilecek kadar güçlülerin ve idareyi elinde bulunduran seçkinlerin dünya hayatını ve saadetini esas almıştır.

‘Keyfi arzularını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen (Rasulüm) ona koruyucu olabilir misin?’[2]  Hayat tarzını, din anlayışını keyfi arzularına göre düzenleyen, Allahu Teâlâ’nın ahkâmına kulak tıkayan, nefsi arzuları neye meylederse onu yapan,  Allah’a itaat etmesi lazım gelen yerde bu süfli arzu ve emellerini Allah Teâlâ’nın yerine koyup, onlara itaat eden kimse Allah (c.c) dan başka bir ilah edinmiştir. Üstelik bundan daha fazla şaşılacak olanı, sen bu gibi kişiyi dinden çıktıktan sonra, vekil ve koruyucu olup imana döndürmek mi istiyorsun. Diye de Peygamberimiz(s.a.v) uyarılmıştır. Bir Hadis-i Şerif’te ‘Göğün gölgesi altında Allah’tan başka, kendisine ibadet olunan mabutlar arasında hevai arzulardan daha büyük bir ilaha tapılmamıştır.[3] Müşrikler dıştaki görünen putlara taparlar. Bunların zararları tapanlarına ve bu işe razı olanlara olur. Fakat münafıklar o görünen putlardan daha büyük, Allahu Teâlâ’nın hiç sevmediği, mevcudata daha zararlı, gözle görülmeyen hevai arzulara taparlar.

Allah Teâlâ heva ve hevesleri hakkın zıddı saymıştır. “Ey Davud biz seni yeryüzünde halife (Allah’ın hükümlerini uygulamaya vekil) yaptık. İnsanlar arasında hak ile (Allah’ın ahkâmı ile) hükmet, hevaya (keyfe) uyma, sonra seni Allah yolundan saptırır.”[4] Burada nefsin keyfi arzuları yasaklanmamış, ancak nefsin hevai arzularına tabi olnması yasaklanmıştır. Rasulüllah(s.a.v) “Sizden herhangi birinizin hevai arzuları getirdiğim hükümlere tabi olmadıkça iman etmiş olamaz.”[5] İman etmenin şartı, hevai arzuların Kuran ve Sünnet’e uygunluğuna bağlanmıştır.  “Kim azar, dünya hayatını (ahirete)tercih ederse (onun için) varılacak yer cehennemdir.  Hevanın karşıtı, ahkâmı ilahiye’ye uyanlar hakkında ise, Ama kim de rabbinin azametinden korkar, nefsini hevadan (keyfilikten) alıkoyarsa (onun için) varılacak yer cennettir.”[6] Başka bir ayeti kerimede ise, “O heva ve hevesinden konuşmaz. O (nun okuduğu) kendisine vahyedilen, vahiyden başka bir şey değildir.”[7] Ahkâmın kaynağını Cenab-ı Hak iki hususla sınırlamış, bunlardan birisi vahiy, öteki ise hevadır ki, bu ikinin bir üçüncüsü bulunmamaktadır.[8]

Bu dünya irfan (Allah Teâlâ’yı tanıma) mektebidir. Bu mektebin Kitabı Kur’andır. Çünkü Kur’an insanları yolun en doğrusuna iletir ve Salih amel işleyen müminlere büyük mükâfat olduğunu müjdeler. Bu mektebin muallimi Muhammed Mustafa (s.a.v), Bütün insanlığa kıyamete kadar elçi olarak gönderilmiştir. Herkesten, O’nu örnek almaları, fert ve toplum hayatlarını O’na gelen doğrulara göre düzenlemeleri istenmiştir. “De ki; Ey insanlar, ben, Allah’ın sizin hepinize gönderdiği elçisiyim.”[9]  “Şüphesiz Allah’ın elçisinde, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çokça zikreden kimseler için (uyulacak) güzel bir örnek vardır.”[10] Bu mektebin talebesi de insandır. “Ben cinleri ve insanları ancak beni tanısın, tevhit etsin ve kulluk yapsınlar diye yarattım”[11] İnsanlar kendi iradeleri dışında, kendilerine hiçbir seçme hakkı verilmeden sadece Allah’a kul olmak, O’nun emir ve yasakları altına girmek için yaratılmışlardır. Kulluğun esası; insanın Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına boyun eğmek suretiyle heva ve hevesinden kurtulması, yaratılışı itibarıyla mecburen Allah Teâlâ’nın kulu olan insanın, kendi seçimi ile de O’nun kulu olmasıdır.  Abdullah İbni Abbas tan nakledildiğine göre, hevai arzular Kur’an’da hep kötülenmek için anlatılmıştır.[12] “Eğer hak onların heva ve heveslerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar(ın tamamı) bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler.”[13]   Bu Ayet-i Kerime’de, Kur’an’a uymanın getireceği şeref ve saadet, Kur’an’a uymayıp, âlemdeki fesat ve bozgunculuğun kaynağı olan heva ve heveslere uymanın ortaya çıkaracağı felaket, anlatılmıştır. Göklerin, yerlerin ve bunların içerisindeki varlıkların, ifsat edileceği, haddi itidalinden çıkarılıp âlemin ahenginin bozulacağı ifade edilmiştir. Bunlar bugün bu sayılanların tamamını yapıyorlar, bu ifsat ve bozgunculuğa devam ediyorlar ama Allah Teâlâ öbür taraftan bir takım ıslah edenler eliyle bunların ifsadını düzeltiyor, onların heva ve heveslerinin akımına işi bırakmıyor.

“…Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik…” Kur’an’a ve onun nizamına uymanın getirdiği şeref ve saadet ise, herkesin çok rahatlıkla görüp anlayacağı bir hakikattir. Kur’an, Şirkin en adisine saplanmış, tarih sahasında isim ve varlıkları Arap yarımadasının dışına çıkmamış olan bedevi bir toplumdan, medeni bir toplum meydana getirdi. Onları cihanın en büyük ümmetlerinden biri olma şerefine ulaştırdı. Onlar Kur’an’a yan dönüp kötü heveslerine kul olmaya başlayınca bu nimet onların elinden alınarak, Orta Asya’nın bozkırlarından gelen at sırtında, çadırlarda, göçebe bir halde yaşayan bu kavme verildi. Bu Kur’an onları da, üç kıtaya hâkim bir imparatorluğun ve eşsiz bir medeniyetin temsilcisi yaptı. İnsanlığa son mesaj olarak gönderilen hidayet kaynağı Kur’an’ı Kerim, bugüne kadar bu iki kavim tarafından temsil edildi. Bu iki kavim de ahkâmı ilahiye ye hizmet etmenin izzetini yaşadılar.

Abbasi imparatorluğunun, Endülüs Emevi devletinin, Osmanlı imparatorluğunun dağılışları ve sonraları ibret alınması lazım gelen önemli bir husustur  “…fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler.” Ne zamanki,  bu kavimler Hakka kulluğu, Kur’an’a hizmeti terk edip hevai arzularına kul oldular, o zamanda benzerine rastlanmayan bir zillete düştüler. Lozan görüşmeleri öncesi, İngiltere lortlar kamerasında konuşan lort Gürzon, Kur’an-ı Kerim’i yere çarparak ‘bu kitabı onların elinden almadan bu iş olamaz.’ Dedikten sonra istediklerini yaptılar. İnancına göre yaşamayı bu ümmete çok gördüler, manevi değerlerinin birçoğunu bu ümmetin elinden aldılar. Bizlere, bu milletin evlatlarına çok yazık edildi. Tıpkı bu gün aynı gaye ve düşünce ile milyonlarcasının kanına girilip namusları kirletilen Irak ve Afgan halkına yazık edildiği gibi.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, İnsanları hevalarından kurtararak öyle bir merkez oluşturdu ki, o mektepte terbiye edilenlerin çağına, saadet asrı denildi. İşte o güzide topluluklar sayesinde hem o zaman, hem de tarih boyunca, mazlum milletler adaletle tanıştı. Kimsesizlerin, yetimlerin, fakir fukaranın yüzleri güldü. Bütün bunlar hevai arzularından kurtulan o ve emsali bahtiyarlar sayesinde gerçekleşti. Bu saadeti diğer insanlara ulaştırmak onların da bu saadetten istifade etmelerini sağlamak için aziz canlarını feda etmek zorunda kaldılar. Dünya ve ahiretin zilletinden kurtarılması istenen insanlar, onların canlarına kıydı. Başkalarının kurtuluşu için kendilerini feda ettiler. Onun için bu yolda fedakârlık yaparak canlarını verenlere Rabbimiz Şehid adını verdi. Kör olan gözler, sağır olan kulaklar, çürümüş olan vicdanlar, İslam’ın bu eşsiz fedakârlığını göremedi, duyamadı, anlayamadı. Saltanatlarını korumak, hevai arzularını tatmin etmek için, elleri altında idare ettikleri masum toplulukları tahrik ederek, onları İslam’ın üzerine sürdüler. Müslümanların saadetini ellerinden almak, kendi yanlarındakilerin bu saadetle tanışmasına engel olmak için bunu yaptılar. Hâlbuki İslam toprak işgal etmek, dünya saltanatı kurmak, insanları sömürmek onların yer altı ve yer üstü zenginliklerini yağmalamak, için bunu yapmıyordu. Bilakis oradaki insanları, hevai arzularına tapan, hevai arzularının kulu olan, iki cihanı onlara zindan eden idarelerden kurtarmak, İslam’ın nuru ile tanışmalarını sağlamak, onlara iki cihan saadetini götürmek için o toprakları fethediyordu. Fethedilemeyen yerler de dahi, Bugün batının elinde bulunan birçok değer, onların istememesine rağmen, tarihin akışı içerisinde şu veya bu şekilde İslam’ın batıya tesir etmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Hevai arzuların simge rejimi olan demokrasi’nin üzerindeki insani makyaj, tarihi bu tesirat ile mümkün olmuştur.   İtirazı olanlar, insaf ile tarihe baksınlar bunu göreceklerdir.

Bu hevai arzular potansiyel bir hastalıktır. Ateist (inançsız) olanlar, puta tapanlar, İslam dairesine giremeyen gayri Müslimler bu hastalıkla en ileri derecede, inanç seviyesinde tam hastadırlar. Küfür denen olay bundan kaynaklanmaktadır. Bugün yapılan bütün savaşlar, kavgalar, gürültüler, dökülen kanlar, öldürülen insanların suçlusu, hevasına bağlanmış, ondan başka doğru göremeyenlerin yanlışından kaynaklanmaktadır.

İslam ülkelerine ve Müslümanlara gelince, hayat anlayışları, zevke sefaya, lüks ve israfa düşkünlükleri, dost ve düşmanlarını tanımamaları, körü körüne batı ve batıl hayranlığı, bid’atlere, günahlara dalmaları, İslam’ın genel hidayet çizgisinden sapma meyilleri onların da bu hastalıkla ikinci derecede hastalanmış olduklarını göstermektedir.  Bu hastalığın hasta etmediği insan, sarmadığı kuşatmadığı yer neredeyse kalmadı. Hacısı da hocası da, sofusu da, yazarı da çizeri de, cemaatleri de az veya çok hep bu hevai arzuların tesiri altında kalarak hastalandı ve hastalandık. Bu yazıdan dolayı bana kızacak olanlara, “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı derecede kötülüyü emreder.”[14] Ayeti Kerimesiyle, Teğabun suresinde geçen “Teğabun” kelimesinin ne demek olduğunu iyice, ama iyice araştırıp öğrenmelerini tavsiye ederim.

Nefislere yerleşmiş ve bütün kötülüklerin temeli ve kaynağı olan bu süfli arzularla herkesin mücadele etmesi farzdır. Bu ayrı bir ders konusudur. İnşallah Onu da bir başka yazımızda ele alma fırsatı buluruz. Şimdi ise, Rabbimizden dileğimiz şudur. Ya rab bizi bu nefsin kötü arzularına kul eyleme, şayet bu arzuların kulu olmuşsak, bizi onlara kul olmaktan kurtar. Ölen gönüllerimizi Kur’an’ın nuruyla hayata kavuştur. Nefislerini adam eden Rabbani bir topluluk eyle bizleri. Âmin. Vallahu-l Müsteân. Ve ahiru da’vana eni’l -hamdü lillahi Rabb’il-âlemin.

[1] – Levamiul Ukul, 2-266

[2] -Furkan, 43

[3] -Ramuz 373

[4] -sad 26.

[5] -İbni acibe.Furkan, 43

[6] -Naziat 37…41.

[7] -Necm 3-4.

[8] -Muvafekat 2-169

[9] -Araf, 158

[10] -Ahzap, 21

[11] -zariyat, 56

[12] -Muvafakat 2,170.

[13]  -Müminun, 71

[14]  -Yusuf, 53