İçeriğe geç
Anasayfa » HIFZ-I SIHHAT ve TABÂBET-İ AHLÂKİYYE – Doktor Hâzık*

HIFZ-I SIHHAT ve TABÂBET-İ AHLÂKİYYE – Doktor Hâzık*

Hazırlayan: Erkam Ertürk

Bedenin, efkârın tagayyürden hıfz u vikâyesi için hıfz-ı sıhhat-i bedeniyye ve fikriyyeye dûçar-ı maraz oldukları takdirde onları tedavi ve teşfiyeye lüzum olduğu gibi ahlâkın da muhafazası için hıfz-ı ahlâkiyyeye, fena ahlâkın terki için de tabâbet ve müdâvât-ı ahlâkiyyeye lüzûm-i kat‘î vardır. Hıfz-ı sıhhat-i ahlâk; iktisâb etmiş olduğumuz fezâilin, ahlâk-ı hasenenin tagayyürden hıfzı, tebeddülden sıyanetidir.

İnsan ne kadar hâl-i sıhhatte olursa olsun te’sîrât-ı hâriciyyeden kendini muhafaza etmez, emrâzı mûcib olan avâmilden tahaffuzda bulunmazsa er geç bir gün hastalığa dûçar olur. Ahlâk da böyledir. Daima tedâbîre muhtaçtır. Bir insan ayş u işret etmese fakat ayş u işret eden birçok kimselerle uzun müddet düşüp kalksa, onların meclislerinde, sohbetlerinde bulunsa, onlarla meyhaneye gitse mutlaka o kimse yavaş yavaş ayş u işrete inhimâk ve ibtilâ peyda eder.  Bir gün sonra kendisi de ayyaş olur çıkar. Bir kimse yalan söylemese fakat yalan söyleyenler içinde çok bulunsa ve yapamayacağı birçok şeyleri va‘d etse nihayet yalan söylemeye mecbur olur.  Hülasa; ahlâk-ı hasene ve fezâil-i ‘âliye daima tahaffuz ve nezaret altında bulundurulmazsa, onları tağyir edecek esbâbdan ictinâb edilmezse mahkûm zavallıdırlar. Tabâbet ve tedavi-i ahlâkiyye ise dûçar olduğumuz seyyiât ve ahlâk-ı zemîmenin tedavi ve izâlesinden ibarettir.  İnsan bir hastalığa uğrarsa o hastalığın hakikî tedavisi esbâb ve avâmil-i maraziyenin tamamıyla izalesiyle mümkündür.  Esbâb bâki kalırsa maraz da nükseder. İşte ahlâk ve maneviyatımızın tedavisi de böyledir. Ahlâk-ı zemîmeyi nefsimizde kökleştiren esbâbı izale etmek ve bu husustaki ibtilâ ve inhimâkımıza karşı mukâvemette bulunmak lâzımdır. Vücuttan bir maraz defedildiği zaman marazın nüksetmemesi için insan nekahet devrini geçirir ki bu zamanda marazın nüksetmemesi için takayyüdât-ı ciddiyye ve sıhhiyeye lüzûm-i kat‘î vardır. Tıpkı bunun gibi seyyiâttan birini terk ettiğimiz zaman onun tekrar rücû etmemesi için takayyüdât ve nezâret-i ciddiyeye lüzum vardır. Maraz-ı rûhânî def ve izale edildiği takdirde ona karşı olan inhimâk ve ibtilâ tamamen izale oluncaya kadar bu takayyüdâta lüzum vardır. Bu da emrâz-ı ma‘neviyyenin nekahetidir. Bununla beraber her türlü seyyiâttan sakınmak, onlardan daima ictinâb etmek,  mâlik olduğumuz fezâil ve ahlâk-ı haseneyi dahi dûçar-ı tagayyür olmaktan hıfz ve sıyanet etmek, hıfz-ı sıhhat ve tabâbet-i ahlâkiyyenin esasıdır.

Maraz-ı cismânî, ekseriya o maraza dûçar olan kimselerle ihtilattan ileri gelir. Maraz-ı ahlâkî dahi böyledir. Ekseriya ahlâksız kimselerle ihtilattan insanın ahlâkı bozulur. “Kişi refikinden azar.” darb-ı meseli meşhurdur. İnsan, iyilerle konuşur, iyilerle kesb-i ülfet ederse kendisinde iyiliğe bir meyl hisseder.  İnsanın ahlâk ü etvârında tebeddülât-ı hasene vukua gelir. İnsanların emrâz-ı maddiyyelerinden ziyade emrâz-ı ma‘neviyeleri muhtâc-ı tedâvîdir. Bir milleti mihver-i lâyıkında tutan şey ahlâk-ı ‘umûmiyyenin düzgünlüğüdür. Ahlâk-ı ‘umûmiyye fesada uğrarsa o milletten beka ümid etmek pek vâhîdir. Şimdiye kadar batan, izmihlâle uğrayan akvam hep ahlâksızlık yüzünden batmış, dûçar-ı izmihlâl olmuştur. Bunun için, efrâd-ı milletten herkes diğerlerinin sû-i ahlâkını gördükleri zaman onları takdir değil, iyi sözlerle, güzel nasihatlerle fenalığın fenalığını anlatmakla elhasıl, her ne suretle mümkün ise o suretle onları fena huylarından, şahsiyetlerine ve umuma îrâs-ı zarar eden sû-i ahlâklarından vazgeçirmeye çalışmalıdır. Bu, efrâd-ı milletin on büyük vazifesidir. “Herkes kendisi için değil diğerleriyle beraber umum için çalışır ve umum için yaşar.” diyen hakîm pek doğru söylemiştir. Biz umumun bir ferdiyiz. Umumu teşkil eden efrâdın hepsi bizim birer azamızdır. Onların iyi hallerinden müstefid olacağımız gibi fena hallerinden de mütezarrır oluruz. İyiliği yapmaktan fenalığı izale etmek mukaddemdir, evlâdır. Binaenaleyh herkes nekâis-i şahsiyyesini izale etmekle beraber nekâis-i ‘umûmiyyenin de izalesine çalışmalıdır. İnsanların hepsi aynı seviyede iyi olamazlar ve hepsi dahi aynı seviyede terakkî ve teâlî edemezler. Bir cemiyet içerisinden ahlâkları bozuk, fikirleri sönük ve vicdanları karanlık pek çok kimseler vardır. İşte böyle kimseler vatan için, millet için, umum için muzır, mühlik birer unsurdur.  Pek çok insanlar vardır ki hayatlarının pek çok kısmını vatandaşlarını hemcinslerini bedbaht kılmaya sarf ederler. Bir fenalığın izalesine çalışılmazsa o fenalığın dairesi gittikçe artar, en nihayet o fenalığa dûçar olmadık kimse kalmaz. Binaenaleyh insanlar, aralarındaki efrâdın seyyiatına, fenalığına karşı koymalıdırlar. Umumun menfaatine çalışmak bizzat kendi menfaatimize çalışmaktır. Umumun zararına çalışmak yine kendi zararına çalışmaktır. Şu halde şahsî tekemmülde icra ve ifasına mecbur olduğumuz vezâifin bin mislini de umumun, efrâd-ı milletin tekemmülüne hasretmek vazifemizdir. Umumun tedennisiyle hususun terakkîsi mümkün olamaz. Hususun tedennisiyle umumun terakkîsi de mümkün olamaz. Bunlar iki şeydir ki birbirinden asla ayrılamaz. Umum bir vücut, husus ise bir aza gibidir. Vücutsuz aza, azasız da vücut olamaz.


* Teâruf-i Müslimîn, 4 Muharrem 329 / 23 Kânûn-i Evvel 326, cild: 2, Aded: 28, s. 50-51.