İçeriğe geç
Anasayfa » HUZUR VE MUTLULUĞUN MENŞEİ ADALET

HUZUR VE MUTLULUĞUN MENŞEİ ADALET

Lügatte “istikamet, doğruluk” gibi manalara gelen adalet muhtevası geniş/zengin bir kelime olması hasebiyle: “insaf”: her şeyi yerli yerince yapmak ve her şeyi yerli yerine koymaktır. Zulmün her türlüsünden kaçınmak, her çeşit aşırılıktan uzak durmak, hakkın ve haklının yanında olmak gibi manaları ifade eder. Adaletin zıttı ise zulüm, haksızlık ve insafsızlıktır.

İki kısma ayrılır; bunlardan biri mutlak adalettir ki buna “Adl-i İlâhî” denir. Allah (c.c) zulmün her çeşidinden uzaktır. Hiçbir kimseye, zerre kadar zulmetmez. O, mutlak adalet sahibidir. Mutlak adaletin ise zerre kadar zulüm ve haksızlıkla vasıflandırılması asla mümkün değildir. Diğer kısım ise dinî bir emir olarak bilinen adalettir. Haksızlık yapanlara, yaptıkları ile mukabele etmek veya suç işleyenlere ilgili merciler tarafından lâyık oldukları cezanın verilmesidir.

Allah (c.c) âdil olan kullarını sever, zalimleri ve zulmü destekleyen, alkışlayanları da sevmez. Binâen aleyh, Müslüman’ın ashâb-ı kirâmın tamamını, Kur’ân-ı Kerîm’in beyan ettiği ve Efendimiz (s.a.v)’inde tanıttığı gibi insaf ölçülerini zorlamadan anlamaya, anlatmaya; tanımaya ve tanıtmaya azamî dikkat ve ihtimâm göstermesi de adaletin, samimiyet ve hakkaniyetin bir gereğidir. Ashâbtan herhangi birini Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet ölçülerinin dışında anlamaya ve anlatmaya kalkışmak büyük bir zulüm ve haksızlık olur. Bu durumda âdil bir Müslüman’ın sahâbe-i kirâm hakkındaki inancı çok temiz, nezih, saf ve berrak olmalıdır. Ashâb-ı kirâm’ın arasında çıkmış olan bir takım hâdiseler tamamen ictihâd farklılığı neticesindedir. Bu farklılıkla oluşan tarafların (iki taraf) asıl gayesi de Allah’ın rızâsını kazanmak, daha iyi kul alabilmek idi. Bu istikamet üzere yarışıyorlardı. İlim ve ilimdeki derin vukûfiyyetleri sayesinde yaptıkları ictihâdda isabet eden taraf iki (veya on) sevap kazanıyor, isabet edemeyen taraf ise (günah kazanmıyor,) sadece, iki (veya on) sevap yerine bir sevap kazanıyor. Yani her iki taraf da kazanıyor; ancak biri çok, diğeri se az kazanıyor. Taraflardan kaybeden yok.

Fakat “Allah Teâlâ’nın onlardan râzı, onların da Allah (c.c)’tan râzı”[1] olduğu bu güzîde topluluğunun bir kısmını eleştiri yağmuruna tutan, tenkîd oklarına acımasızca hedef tahtası haline getirenler, sövenler hatta tekfîr edenler; ne büyük günaha girdiklerini, küfredenler de “küfr”ün sınırını nasıl zorladıklarının farkında mıdırlar acaba!? İşte asıl kaybedenler, telâfîsi güç büyük zarara uğrayanlar bunlardır. Bir tarafı sevmek için ille de diğer tarafa söverek, küfrederek, husûmet beslemek mi gerekiyor! Bu nasıl bir mantık, nasıl bir düşünce tarzıdır.

Humeyd b. Ziyâd, Muhammed b. Kab’a: “Sahâbe-i kirâm arasında çıkan ihtilaflar hakkında ne dersin? Bu konudaki görüşün nedir?” diye sorar. Muhammed b. Kab şöyle der: “Allah (c.c), sahâbe-i kirâmın bütününü (kusurlu olanını da olmayanını da) bağışlamış; hepsinden râzı olduğunu ve cenneti onlara vacip kıldığını (zaten) Kur’ân-ı Kerîm’de sarâhaten açıklamıştır.” diye cevap verince, “Bu ayet, Kur’ân-ı Kerîm’in neresinde?” diye sorar, O da: “Subhânallah! Sen, Tevbe Sûresinin “İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensâr ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.[2] ayetini okumuyor musun?” der.

Sahâbî kelimesi, “dost, beraber ve arkadaş” manalarını ifade eder. Çoğulu ise sahâbe/ashâbdır. Istılâhî manası ise: “Müslüman olarak Rasûlullah (s.a.v)’ı gören ve bu imanla yaşayıp, ölen kimsedir.” Ulemânın ekserinin ittifak ettikleri görüşü (tarif) budur. Ayrıca, bu görme veya görüşmenin uzun veya kısa olması durumu (sahâbî olmayı) değiştirmez. Yine bu tariften hareketle, kendi kendine yiyip içecek kadar küçük olan çocuklar da sahâbî sayılmışlardır. Efendimiz (s.a.v)’i görme şerefine nâil olan veya âmâ olduğundan, Efendimiz tarafından görülmüş bulunan herhangi bir Müslüman’a da sahâbî denir.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimizi görme şerefine nâil olan sahâbedir (sahâbe olmuştur). Çünkü bu sohbet, azada çoğada şâmildir. O’nun mübarek sohbetleriyle şereflenmek, ulvî bakışlarına nâil olmak; nezih, latîf, pâk ve nûr cemâlini görmüş olmak, şereflerin en yücesi; nübüvvet ve risâlet rütbesinden sonra en üstün bir rütbe, en yüce bir makamdır.

Bu sohbet ve ru’yetin o denli manevî bir tesiri vardır ki, müddeti ne kadar az olursa olsun buna nâil olan, nübüvvet ve risâlet makamından sonra, ehl-i imanın ulaşabileceği en üstün makama ulaşmış olur. Onun için, sahâbe-i kirâmın tamamı, feyiz ve bereketle dopdolu, pek muhterem kimselerdirler. Allah Teâlâ, cümlesinden râzı olsun.

Ehl-i sünnet ulemâsı, istisnasız olarak sahâbe-i kirâmın tamamını (udûl) âdil kabul etmişlerdir. Bu hususta ki dayanakları da, Kur’ân-ı Kerîm, sünnet-i nebî, icmâ-i ümmet ve aklî delillerdir.

İşte ashâb-ı kirâmı öven, onların üstün ahlâkını haber veren ayet-i celîleler:

“Böylece sizi vasat (hayırlı ve âdil)bir ümmet kıldık ki insanların üzerine (peygamberlerinin kendilerine hakkı tebliğ ettiklerine) şahit olasınız ve Rasûlde sizin üzerinize (risâlet vazifesini yaptığına dair) şahit olsun.”[3]

“Sizler, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz (çünkü siz) iyiliği emreder fenalığı, kötülüğü de men eder ve Allah’a iman edersiniz.”[4]

“… Seni yardımıyla ve müminlerle (ashab-ı kirâm) te’yid eden (destekleyen) O’dur. Mü’minlerin (Evs ve Hazrec kabîlelerin) gönüllerine sevgi koyup birleştiren (de) O’dur.”[5]

“ Muhâcir ve Ensâr’dan daha önce gelenlerle, onlara güzelce uyanlardan Allah râzı oldu; onlar da Allah’tan râzı oldular. Allah, onlara altından nehirler akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.”[6]

Görüldüğü üzre, bu ayet-i celîlede Cenâb-ı Hak, ashâb-ı kirâma cennet ve rızâsını vacip kılarken, tabiinden de şartlı olarak râzı olacağını haber veriyor. Allah (c.c) sahâbe-i kirâmın dışındaki Müslümanlardan râzı olmasını iki şarta bağlıyor:

  • Fiilî olarak: Bil-umûm amel ve icraatlarında sahâbe-i kirâma tâbî olacaklar (onları örnek alacaklar),
  • Kavlî olarak: Söz ile onlara uyacaklardır. Yani onların güzel hal ve davranışlarını dile getirecekler, bir beşer olarak var olabilecek eksik ve noksan yönleriyle meşgul olmayacaklar. Tenkîd ve eleştirilerde bulunmayacaklardır.

“(Ey Rasûlüm!) And olsun ki Allah, o ağacın altında (Hudeybiye’de) sana bîât ettikleri zaman müminlerden râzı olmuştur. Allah, onların kalplerindekini bildi ve onlara sekînet (huzur) indirdi. Ve onları yakın bir fetihle (Hayber’in fethi ile) mükâfatlandırdı.”[7]

“(Bu ganimet malları) fakir olan muhâcirlere aittir. O muhacirler ki yurtlarından sürülmüşler, mallarından uzak düşmüşler ancak Allah’ın rızasını aramışlar (istemişler), Allah’ın dinine ve rasûlüne yardım etmişlerdi. İşte (davalarında) sâdık (dosdoğru) olanlar bunlardır.”[8]

“Onlardan (muhâcirler) önce Medîne’yi yurt ve iman evi edinen kimseler (Ensar), kendilerine hicret edenleri (muhâcirleri) severler, onlara verilen şeylerden (ganimetlerden) dolayı kalplerinde ona karşı ihtiyaç duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları (muhacirleri) öz canlarına tercih ederler (üstün tutarlar). (İşte) her kim kendi nefsinin cimriliğinden korunursa işte kurtuluşa eren onlardır.”[9]

“O gün Allah; peygamberi ve iman edip onunla beraber olanları utandırmayacaktır (küçük düşürmeyecektir). Onların (sırât üzerinde) nurları önlerinden ve sağ yanlarından koşar da (onlar): ‘Ey Rabbimiz! nurumuzu tamamla bizi mağfiret eyle; çünkü sen her şeye kâdirsin” derler.[10]

Sahâbe-i Kirâm Hazerâtının faziletini ve üstün derecelerini bildiren hadis-i şeriflerden bazısı:

“Ashâbım hakkında Allah’tan korkunuz. Ashâbım hakkında Allah’tan korkunuz. Benden sonra, onları –maddî ve mânevî oklarınıza- hedef yapmayınız (onları ta’n ve tenkîd etmeyiniz). Zira onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğz eden de, bana buğz ettiği için buğz eder. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet edende, Allah’a eziyet etmiş olur (gazabını hak eder). Allah kendine eziyet edeni de hemen ilâhî azabla yakalayı verir.”[11]

“Ashâbıma küfretmeyin (haklarında ileri geri konuşmayın, onları tenkîd etmeyin). Sizden biriniz, Allah yolunda Uhud dağı kadar altın infâk etse, onların (infâk ettiği) bir müde (ölçeğe) veya onun yarısının derecesine ulaşamaz.”[12]

“Ashâbıma sövmeyin, kim ashâbıma söverse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Kıyamet gününde, onun yapmış olduğu, ne farz ne de nâfile ibadetleri kabul edilecektir.”[13]

“Ümmetimin en şerlisi, (en yaramazı) ashâbımı (eleştirmede,) tenkîd etmede en cüretkâr (cesaretli) olanlarıdır.”[14]

“İnsanlar mal ve servetlerini çoğaltacaklar, ashâbım ise (zühd ve takvâlarından dolayı) malı azaltacaklar. Ashâbıma sövmeyin (dil uzatmayın), kim onlara söverse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun.”[15]

“İslâm üryândır (elbisesizdir). Onun giysisi hayâdır. Zîneti (süsü) ahde vefâdır… İslâm’ın esası (temeli/dayanağı) Rasûllah’ın ashâbını sevmektir.”[16]

“Allah Teâlâ, ümmetimden bir kişi hakkında hayır murad ederse, onun kalbinde ashâbımın sevgi ve muhabbetini yerleştirir.”[17]

“Sizin ashâbımla ne alıp veremediğiniz var (neden onları rahatsız ediyorsunuz)!? Ashâbımı bana bırakınız, Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki sizden biriniz, Uhud dağı kadar altın tasadduk edecek olsa, onlardan birinin bir günlük amelinin misline ulaşmış olamaz.”[18]

Ashâb-ı Kirâm’ın Dereceleri:

Bu konuda yapılan farklı tasnifler içinde, en çok kabul göreni el-Hâkim en-Neysâbûrî’nin yaptığı tasniftir. Bu tasnife göre ashâb-ı kirâm şu tabakalara ayrılmıştır:

  1. Mekke-i Mükerreme’de İslâm’a ilk girenler, birinci derecede olan sahâbîlerdir,
  2. Dâru’n-Nedve’den İslâm’ı kabul eden (sahâbî)ler,
  3. Habeşistan’a hicret edenler,
  4. Birinci Akabe Bey’atı Ashâbı,
  5. İkinci Akabe Bey’atı Ashâbı,
  6. Efendimiz (s.a.v) Kuba’da iken Medîne-i Münevvere’ye vâsıl olan muhâcirler,
  7. Bedir Ashâbı,
  8. Bedir Savaşı’yla, Hudeybiye günü arasında hicret eden muhâcirler,
  9. Hudeybiye’deki ağacın altında Efendimiz (s.a.v)’e bey’at edenler (Bey’atü’r-Rıdvân Ashâbı),
  10. Hudeybiye Musâlahasıyla, Mekke-i Mükerreme’nin fethi esnasında hicret edenler,
  11. Mekke-i Mükerreme’nin fethi gününde Müslüman olanlar (bunlar bin kişiyi aşkındır),
  12. Mekke-i Mükerreme’nin fethi ve Veda haccı esnasında Rasûlullah’ı görme şerefine nâil olan çocuklar.

Bir başka tasnife göreyse ashâb-ı kirâm üç kısma ayrılır:

  1. Mekke-i Mükerreme’nin fethinden evvel hicret edenler ( Muhâcirler),
  2. İslâm’ın inkişâfı ve intişârı (yayılması) için malları ve canlarıyla İslâm’a ve Müslümanlara (seveseve) yardım edenler (Ensâr),
  3. Mekke-i Mükerreme’nin fethinden sonra Medîne-i Münevvere’ye gelenler (tabiki bunlar muhâcir sayılmaz).

Sahâbe-i kirâmın sayıları hakkında kesin bir rakam yoktur. Ebû Zür’a er-Râzî (r.h), Veda haccında bulunan sahâbe-i kirâmın adedinin 40 bin kişi, Tebük Seferi’nde 70 bin kişi, Efendimiz (s.a.v) dâr-ı bekâya irtihal ettiğinde ise sahâbe-i kirâmın sayısının 124 bin civarında olduğunu kaydediyor.[19]

Sahâbe-i kirâmın hepsi “âdil”dir. Dönemin olay ve hâdiseleri içinde bulunan veya bulunmayanların tamamı âdil ve muhterem zevât-ı kirâmdırlar. Ehl-i sünnet ulemâsı, Hz. Muâviye (r.a)’nin Hz. Ali (r.a)’ye karşı muhalefetinin tamamen bir ictihâd neticesi olduğu hususunda hem fikir ve müttefikdirler. Konu ile alakalı bazı âlimlerin görüş ve kanaatlerini, lüzûmuna binâen nakletmek istiyorum:

  1. Üstün yetenekli bir âlim, mütefekkir, fakîh ve muhaddis olan İbn Hacer el-Heytemî (r.h), çok kıymetli eseri “Tathîru’l-cenân ve’l-lisân”da, ashâb-ı kirâm ve özellikle Hz. Muâviye (r.a) hakkındaki pek nezih ve latîf düşüncelerini şöyle sıralıyor: “Ey Allah ve Rasûlünün sevgi ve muhabbetiyle kalpleri dolup taşan mümin kardeşlerim! Efendimiz (s.a.v)’in istisnasız bütün ashâbını sevmek ve onların tamamının âdil kimseler olduklarına cân u gönülden inanmak, senin üzerine bir vecibe (bir zorunluluktur). Çünkü onların âdil zâtlar olduklarında selef (önceki ulemâ) ve halef (sonraki ulemâ) ittifak etmişlerdir. Onlar hakkında hikaye edilen (anlatılan) bazı olay ve hâdiseleri, münâzaraları ve taksîratlarını Allah (c.c) örtmüş ve affetmiştir. Bunun böyle olduğunun şâhidi bizzat Kur’ân-ı Kerîm’dir: “Allah onlardan (sahâbe-i kirâmın cümlesinden) râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır.”[20]

Peygamberimiz (s.a.v) de onları ziyadesiyle methetmiş, hiçbirini ayırt etmeden onların kıymet ve değerlerini ortaya koymuştur. Hiçbir kimsenin şüphesi olmasın ki Hz. Muâviye (r.a) de Efendimiz (s.a.v)’e neseb, karâbet, ilim ve hilim bakımından sahâbenin büyüklerindendir. Bu vasıfları hâiz olduğu icmâan sabit olunca, ona karşı sevgi ve muhabbet beslemek icap etmez mi? Onun haiz olduğu İslâm şerefi, Efendimizle olan sohbet şerefi, neseb şerefi, Rasûl-i Ekrem’e cennette refâkatini gerektirmiş olacak olan musâharat (hısımlık) şerefi, ilim ve hilim şerefi, emîrlik şerefi sonra hilâfet şerefi de bu cümledendir.

Bu sayılan özelliklerden sadece birinin bulunması dahi, sevgi, saygı ve muhabbet için yeterli olacakken; bunca özellik ve güzellikleri sinesinde barındırma şerefine nâil olan böylesi bir sahâbeye akıl almaz tenkîdler, hatta tekfîr oklarına hedef olarak seçilmiş olması ne büyük bir zulüm ve akıl almaz bir haksızlıktır.

 

  1. İmâm Rabbânî de Mektûbât’ının I. cildinin 251. ve II. cildinin 24. mektuplarında şunları kaydediyor: Ashâb-ı Kirâm aralarında meydana gelen ihtilaf konusunda üç gruba ayrılmışlardır: Birinci grup: Hakkın Hz. Ali tarafında olduğuna dair delil ve ictihâdla belirlemişler ve Hz. Ali’nin yanında yer aldılar. İkinci grup: Hakkın diğer tarafta olduğunu, delil ve ictihâdla belirlemişler ve Hz. Muâviye’nin yanında yer aldılar. Üçüncü grup ise: Hiçbir tarafı diğerine tercih etmemişler. Bu üç grubun her biri kendi ictihâdı ile amel etmiştir. Efendimiz (s.a.v)’in bütün ashâbı âdildir. Onlar tarafından tebliğ edilen her şey haktır ve doğrudur. Aralarında meydana gelen bir takım münâzaralar asla ve asla hevâ ve heveslerine olan düşkünlüğü sebebiyle veya makama, mevkiye, riyâsete olan arzu ve heveslerinden dolayı değil; bilakis ictihâd ve istinbât sebebi ile olmuştur. Her ne kadar, taraflardan biri ictihâdında hatâ etmiş ise de hatâ eden taraf ma’fuvvdur (affedilmiştir). Hatânın menşei (kaynağı) ictihâd olduğundan, eleştiriden ta’n ve tenkîdden emindir, beridir. Bu meyanda, eleştiri ve sû-i zanda bulunmak büyük bir zulüm ve haksızlık olur. Böylesi ictihâdî konularda her müctehidin kendi ictihâdına bağlı kalması, dinde bir esastır. Hiçbir kimsenin, ictihâd konusunda tehakküm hakkı yoktur.

 

  1. Sahîh-i Buhârî şârihlerinden Kastallânî (r.h), Hz. Muâviye hakkında şunları naklediyor: “Muâviye b. Ebî Süfyân, Rasûlullah (s.a.v)’in vahiy kâtibidir. Birçok menkıbeye (husûsiyetlere) sahip olmuştur. Efendimiz (s.a.v)’den 163 hadis-i şerif rivâyet etmiştir. Bunlardan sekizi Buhârî’de mevcuttur. Ashâb-ı kirâmın hepsi âdildir. Bir kısım olay ve hâdiselere ismi karışmış olanlar da olmayanlar da bütünüyle âdil ve ma’fuvvdur (affedilmiştir). Çünkü onlar hakkında Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: ‘Asırların en hayırlısı benim içinde bulunduğum asırdır.’ Artık böylesi berrak bir delil karşısında, onların âdil olup olmadıklarını araştırmak artık icap etmez. Çünkü hepsi âdildir.

İmâmü’l-Harameyn (r.h) diyor ki: “Sahâbe-i kirâmın tamamı âdildir. Çünkü onlar, şeriat-ı garrânın (İslâm şerîatinin hâmîleri (hâdimleri)dir. İmâm Şâfiî (r.h) der ki: “Allah, bu dökülen kanlardan ellerimizi temiz tuttu (kana bulamadı), bizler de dillerimizi temiz tutalım.”

 

  1. Rûhu’l-Beyân sahibi merhûm İsmâil Hakkı Bursevî, Bakara Sûresi 89. ayet-i kerîmeyi tefsir ederken şunları kaydediyor: “Hz. Muâviye’nin Rasûlullah’a tâbî bir sahâbî olması hasebiyle, aleyhinde ileri geri konuşulmaması gerektiğini ifade eder. Çünkü o, bir vahiy kâtibi ve birçok fütûhâta (fetihlere) sahiptir. Hem Hz. Ömer’in hem de Hz. Osman’ın vâlisidir. Şu kadar var ki ictihâdında isabet edememiştir. Fakat Efendimiz (s.a.v)’le olan sohbetinin o feyz ve bereketi sayesinde Allah (c.c) onun kusurlarından vazgeçsin (Onu affına mazhar kılsın).[21] Artık sahâbe-i kirâmdan her biri, bir sahîh te’vîle zâhip olmuşlardır. Şimdi, bizim için en güzel ve en emin olan şey dilimize sahip çıkmaktır. Onları Allah’a havâle etmektir. O (c.c), “ehkemü’l-hâkimîn”dir. “Hayrü’l-fâsılîn”dir. Bize düşen, kendi nefsimizin kusur ve ayıplarıyla meşgul olup kalplerimizi günah kirinden arındırmaya çalışmaktır. Yâ Rabbi! Biz aciz kullarını, bütün ashâb-ı kirâm hakkında saygı ve sevgide kusur etmeyen ve kalpleri onların sevgi ve muhabbetiyle dolup taşan “Ebrâr” kulların zümresinden ayırma!

Âmîn! Bi-hurmeti Hâtemi’l-enbiyâi ve Eşrafi’l-mürselîn…

 

[1] Bkz. Mâide; 5/119.

[2] Tevbe; 9/100.

[3] Bakara; 2/143.

[4] Âl-i İmrân; 3/110.

[5] Enfâl; 8/62-63.

[6] Tevbe; 9/100.

[7] Fetih; 48/18-19.

[8] Haşr; 59/8.

[9] Haşr; 59/9.

[10] Tahrîm; 66/8.

[11] Mişkât, III, 6014.

[12] Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 221.

[13] Râmûzu’l-ehâdîs, 5886 (Ebû Nu’aym, Hilye).

[14] Kenzü’l-Ummâl.

[15] Levâmi’u’l-ukûl, I, 6-7.

[16] Râmûzu’l-ehâdîs, 2216.

[17] Deylemî, el-Firdevs.

[18] İbn Asâkir, Târîh.

[19] el-Bâisül-Hasîs Şerhu İhtisâri Ulûmi’l-hadîs, s. 184.

[20] Tevbe; 9/100.

[21] Rûhu’l-Beyân, I, s. 122.