Malumunuz olsun ki, Allah Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri, içinde yaşadığımız dünyayı pek şirin ve cazibeli bir imtihan salonu olmak üzere yaratmıştır. Ona, öyle çekidüzen vermiş, gönülleri çekecek o kadar ince güzellikler ihsan buyurmuştur ki; onun lezzetleri karşısında ölümler unutulmuş; faziletler, hakikatler bırakılmış; akıl ve mantıklar, ahlâki ilişkiler, neşeler, insaflar alt üst olmuş; türlü insanî kıymetler çiğnenmiş; en karanlık zulümler, cinayetler irtikâp olunmuş; içinden çıkılmaz derin sapıklıklara, katrânî azgınlıklara düşülmüştür.
Fıtrî kıymetlerini kaybeden bir takım ayarı bozuk âdîler; dünya lezzetlerini, şehvetleri, emelleri uğrunda, “Allah, peygamber, kitap, din, iman ahlak, ibadet, ölüm, ebediyet, mesuliyet” gibi ulvî mefhumları kutsî tesisleri yok etmeye kadar varmaktadırlar. İnsanlığın manevî ve ruhanî hayatını temelinden yıkmaya matuf olan bu hainâne adiliklerin, caniyane saldırışların, korkunç düşmanlıkların asıl kaynağı hep şehvet düşkünlüğü, hevâilik sapıklığıdır.
“İçki, zina, kumar, hırsızlık, yalancılık, haset, kibir” gibi türlü ahlâksızlıkları ve çeşitli rezaletleri yaptıran yegane sebep; dünya hayatının zinetlerine bağlanmak, emel ve arzuların makul ve meşru sınırını aşmak, şehvetlerin, hevâîliklerin girdaplı akışlarına kapılmak, nefsinin dizginini elinden bırakmaktır.
Lakin unutmamak icap eder ki; mezar kenarlarına kadar sürüklenecek bu çılgın şehevât ve hevesât zincirinin şangırtısı hayat musikisi değildir; bilakis insanî raydan çıkmış, ilahî gaye ve himayeden uzak kalmış öksüz ve perişan bir ömrün ağlayışıdır. Hayat boyunca gaflet omuzlarında taşınan bu bedbahtlık yükü, hiç umulmayan bir zamanda ölüm iskelesine indirilecek; geçici dünyanın yalancı lezzetleri, aldatıcı neşeleri, oyalayıcı bütün sermayeleri zapt edilip ellerden alınacak ve geridekilere -ibretli bir devr-i teslim muamelesi içinde- bırakılacaktır. Fânîliğin şartları içinde dumanlı ihtiraslarla yaşanan dünya hayatının çılgın emelleri, ölüm bulutlarından hazan yağmurları gibi dökülüp her şey sona erecek; hasret mihnet, hesap, azap fasılları başlayacaktır.
Akıbeti düşünen her makul insan kolayca anlar ve kabul eder ki; sonsuz isteklerle fânî zevk ve sefalara, gel geç emel ve arzulara meşrû bir sınır çizmek; muhabbetlerimizi dînî ve ahlâkî bir nizam içinde ilahî gayeye doğru yürütmek zorundayız.
Ölüm ötesindeki ilahî günleri, sonsuz neşeleri, ebedî gayeyi unutturacak bir dünyanın ne kıymeti olabilir?
Dünya güzellikleri, onlara bağlanıp yolda kalmak için değil; onların cazibesiyle Yaratıcısına dönmek, Allah mülâkatına ermek içindir. Zira gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayalin kavrayamadığı tükenmez güzellikler, nimetler Allah tarafındadır.
Dünya, bâkî lezzetlere geçmek için fânîlik cehennemi üzerine çekilen bir köprü, ahiretin misalî bir sıratıdır. O, ancak imanla geçilebilir.
Dinî şartlara uyularak yapılan dünya yolculuğu; insanı, Allah’ın rıza ülkelerine, cennetlerine, cemaline kavuşturur. Fakat dünya köprüsüne bir ihtiras yolcusu ve bir hevâî şehvet azgını halinde ayağını koyanların ebedî hasret ateşlerine; ilahî gazabın cereyan ve galeyanlarını aksettiren cehennemlere yuvarlanacakları muhakkaktır. Maalesef bir takım mü’minlerin dünya lezzetlerine kapılarak ahireti daraya çıkardıklarını, hevâ ve heves sapıklığı içinde çalkalandıklarını, dinî vazifelere eğri bakıp kulluk neşelerine yan çizdiklerini görmekteyiz. Fânî arzularını yerine getirmekte, şehvetlerini tatmin etmekte kıl kadar kusur göstermeyen bu zavallılar, “Allah Ğafûru’r-Rahîm’dir!” tesellisi içinde dünyalarıyla sarmaş dolaş yaşamaktadırlar. Namazlarını bir tarafa atıp kahvehanelerde haram olan oyunlarla vakit geçiren, eğlence mahallerinde ağır israflara batan mühim bir insan yükûnu vardır. Bunlar, şehevâtın derinliklerine batmış; ilahî gayeden uzaklaşmış saadet mahrumları, hayat öksüzleridir. İşte, bu hayat sapıklarının acı akıbetlerini açıklamak üzere âyet-i celîle buyuruyor ki
“Sonradan gelen bir nesil, namazlarını bırakıp şehvetlerine kapıldılar… Onlar pek yakında azap gayyasına, cehennem derinliklerine atılacaklardır. Ancak tevbe ile Hakk’a dönen ve yararlı işler yapanlar müstesna; onlar cennete girecekler ve hiçbir huzursuzluğa uğratılmayacaklardır”
Efendimiz Hazretleri de hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyor:
“Benden sonraki ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum; hevâ ve hevesât sapıklığından, karın ve kadın şehvetlerine uymaktan, bilgiden sonra gafletlere düşmekten.”
Evet, dünyaya kapılmış bir takım mü’minler vardır ki; çocukluk zamanlarında öğrendikleri birkaç ilm-i hâl bilgisini unutmuşlar; ezberledikleri üç dört sureyi hafızalarında tutmaktan bile mahrum kalmışlardır. Toprak üstündeki lezzetlerin yine topraktan başka bir şey olmadığını düşünemeyenlere, toprak altı hayat sermayesinin dini bilgilerden, ruhanî neşelerden teşekkül edeceğini kuvvetle ve ehemmiyetle hatırlatırım.
Efendimiz Hazretleri başka bir hadîs-i şerifte, “Cennet, sevilmeyen şeylerle sarılmış; cehennem ise şehvetlerle çevrelenmiştir.” buyuruyorlar.
Evet, dinî mükellefiyetler, ibadât u taât, hayrât u hasenât dünyacılarca sevimsiz ve ağırdır; ama cennet onların gölgesindedir. Emel ve arzular, şehevât ve hevâîlikler hoşa gider; ama cehennem onların içindedir.
Mutlu ve mesut adam odur ki; ömrünün günlerini ve gecelerini Allah’ına ibadetle, hayrât u hasenâta rağbetle geçirir; hayatından a‘mâl-i salihayı meslek tutar; gündüzlerinden maişet incileri, gecelerinden hakikat yıldızları toplar. Bu münasebetledir ki; hadîs-i şerifte, “Uzun bir ömre sahip olup onu hayırlı işlerde geçirenlere müjdeler olsun.” buyrulmuştur.
İman, ahlâk, ibadet, a‘mal-i salihada sebat ediniz. Yakanızı günahların pençesinden kurtarmaya, kalplerinizi temizlemeye gayret gösteriniz. Geçici bir dünya için ahireti bırakmayınız. Muvakkat zevklerle oyalanıp ebedî saadetlerden mahrum kalmayınız. İnsan, şehevâtını dünya arsasında kurban etmedikçe hakikat bayramına eremez. Mezar taşlarının birer ibret ve ahiret minaresi olduğunu biliniz. Can kulaklarınızı onlarda okunan hakikat ezanlarına çeviriniz. Cami ezanlarına koşup koşmamak elinizdedir; lakin ölümün kat‘î davet ezanına katılmamak elden gelmez. Yeşil dünyanın umumî bir seccade, hayatın ulvî bir saadet ve ilahî vuslat namazı olduğunu unutmayınız.
Ölüm saatlerini, kabir gecelerini, ahiret sabahlarını, hesap ve kitap fasıllarını, cennet ve cehennem duraklarını asla hatırdan kaçırmayınız. Allah, Rasûlullah yolundan kat‘iyen ayrılmayınız ki; yarın azap manzaraları açılınca, dehşetten ellerini ısıracak kâfirlerle beraber, “Keşke peygamber yolunu tutsaydım; ah ne olaydı, filanı dost tutmayaydım!”demek suretiyle nedamet birliği içinde çırpınmayasınız.
Allah, mü’minleri karanlıklardan nura çıkaran yüce dosttur. Aşağı dünyanın parıltıları, sizi ulvî cennetlerin mertebesinden düşürüp aldatmasın. Dünyanız, ahiretinizin hayır mukaddimesi olsun…
* Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, Fatih Minberinden Mü’minlere Hutbeler, Kalem Yayınevi, 2010, s. 207-210.