İhlâs sözlükte, bir şeyi saf ve halis kılmak, bir şeyin özünü kavramak manalarına gelir.
İstilâhî manası ise, kalbin saf ve berraklığına engel teşkil eden bütün şeylerden kalbi koruma altına almaktır. Bir şeyin içinde hiçbir katkı ve karışımı olmayanına “saf, halis” şey denir.
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “…size onların (hayvanların) karnındaki tersi ile kan arasından gelen ve içenlerin boğazından kolayca geçen halis (saf ve sade) bir süt içiriyoruz.”[1]
Yani ineğin memesinden sağılan süt ineğin vücudundaki kan ve diğer maddelerin arasından süzülüp gelmiş olmasına rağmen onda o maddelerden hiçbir iz ve katkı bulunmadığı için bu ayette saf süt “leben-halis” olarak isimlendirilmiştir. İhlâsın en güzel ve en anlamlı tarifini bu ayet-i celîlede buluyoruz.
Bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Âlim olanlar müstesna bütün insanlar helak olmuştur. İlmiyle amel edenler müstesna bütün âlimler de helak olmuştur. İhlâsla amel edenler müstesna ilmiyle amel edenler de helak olmuştur. Fakat onlar için de büyük tehlikeler (vardır.)[2]
Bu hadis-i şerifte ihlâs sahiplerinin de kesin bir kurtuluş içerisinde bulunmadıklarına işaret edilmektedir. Ve onları bekleyen bir takım tehlikelerin varlığına dikkat çekilmektedir. İşaret edilen ve ihlâslı olanları bekleyen tehlikelerden biri şu olabilir: İhlâs sahibi bir kimsenin ihlâsını beğenmesi, yani bende ihlâs var düşüncesinin hâkim olması. Bu durum “ucub / kendini beğenme” denilen kalbî bir hastalıktır ki; İmam-ı Gazali’nin “Rub’ul-Muhlikât / Helâk edici şeylerin dörtte biri” dediği kişiyi felakete sürükleyen dört kötü huydan biridir. Dolayısıyla kişi tarafından beğenilen bir ihlâsın kabule şâyan bir ihlâs olabilmesi için yeni baştan bir ihlâsa daha ihtiyaç var demektir.
İmam-ı Gazali (r.a)’nin İhya-u Ulûmiddin isimli kitabında yer alan[3] ucûb mevzuu ile alakalı bir rivayetini nakletmek istiyorum:
Uzun yıllar kendini ibadete vermiş bir âbide bir grup insan gelerek ağaca tapan bir kısım insanların olduğunu haber ederler. Bu duruma çok hiddetlenen âbid o ağacı kesmek üzere baltayı omuzlayarak yola çıkar. Yolda yaşlı bir adam sûretinde olan şeytanla karşılaşır. Yaşlı adam nereye gittiğini sorar. O da ağacı kesmeye gideceğini söyler. Yaşlı adam “Senin neyine gerek, hazır ibadetini bırakıp ağaç kesmekle meşgul oluyorsun, ibadetine dön.” der. Âbid “Bu ağacı kesmek de ibadettir.” deyince, yaşlı adam “Bu ağacı kestirmem.” der. Bunun üzerine dövüş başlar. Âbid yaşlı adamı yere serer ve göğsü üzerine oturur. Yaşlı adam “Beni bırak sana söyleyeceklerim var.” der. O da onu bırakır. Yaşlı adam “Sen bu ağaçtan sorumlu değilsin. Çünkü bu ağaca tapan sen değilsin. Başkasının tapmasından sana ne! Allah’ın yeryüzünde nice peygamberleri vardır. Allah dilerse birini gönderir ve o ağacı kestirir.” demiş.
Âbid “Hayır, mutlaka ağacı yok etmem lazım.” der ve yaşlı adamla tekrar boğuşmaya başlar. Yine onu yere serip göğsünün üzerine oturmuş. Yaşlı adam “Beni bırak, bu defa sana öyle bir teklifim olacak ki; bu hem benim hem de senin hakkında daha hayırlı olacak demiş. Âbid adamı tekrar salmış ve “Teklifini söyle bakalım.” demiş. Yaşlı adam “Bak senin hiçbir şeyin yok. İnsanlara yük oluyorsun. Varlık sahibi olup başkalarına da faydalı olmak istemez misin?
Âbid “İsterim tabi.” demiş. “O halde sen bu işten vazgeç evine dön her sabah senin başucuna iki altın koyacağım. Bunu istediğin gibi kendine, ailene ve ihtiyaç sahibi kimselere harcarsın. Bu da senin için ağacı kesmekten daha hayırlı olur.” Âbid bir süre düşündükten sonra “Doğru söylüyorsun, ben bir peygamber değilim. Bu ağacı kesmek de bana emredilmedi. Bu teklif daha faydalı.” diyerek sözleştiler ve evine döndü. Sabah olunca başucunda iki altını buldu. Ertesi sabah yine iki altın buldu. Üçüncü sabah altınlar kesildi. Altının gelmediğini gören âbid hiddetlenerek baltayı omuzlayıp ağacı kesmek için yola koyuldu. Yaşlı adamla yine karşılaştı. Yaşlı adam ona “Yine nereye gidiyorsun?” diye sordu. Ağacı kesmeye gideceğini söyleyince yaşlı adam bu defa ona “Sen o ağacı kesinlikle kesemezsin.” der ve dövüş yine başlar. Başlar ama bu defa yaşlı adam kendisini daha evvel iki defa yere seren âbid’i ayakları altına alıp onunla serçe kuşu gibi oynamaya başlar ve âbid’e “Ya bu fikirden vazgeçersin, ya da başını koparırım.” der. Acziyet içinde kalan âbid, yaşlı adama “Beni bırak ve bana daha evvel sana neden galip geldiğimi, şimdi ise neden mağlup olduğumu anlat.” der. Yaşlı adam (şeytan), “İlk defaki o hiddetli çıkışın Allah içindi (Çıkışında ihlâs, ciddiyet, samimiyet vardı. Allah’ın rızasını kazanmak vardı.) Bütün samimiyetinle ahiret sermayem olsun diye sırf Allah rızası için yola çıktığından dolayı galip gelmiştin. Şimdiki hiddetlenmen ise dünya için, altın için. Bundan dolayı sen mağlup oldun, ben galip geldim.
Dünya hayatında yapmaya gayret ettiğimiz ibadetlerimizin yalnızca sırf Allah rızası gözetilerek ihlâsla yapılması halinde kabul edileceği, gösteriş ve riya ile lekelenen hareketlerimizin ise bize fayda yerine zarar getireceğine işaret eden bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyorlar:
“Kıyamet günü öncelikle sorguya çekilecek (olan) üç sınıf insan (vardır). Birincisi Allah’ın kendisine güç kuvvet verdiği kimsedir ki; Allah Teâlâ: “Sana verdiğim bu güç ve kuvvetle ne yaptın.” diye soracak. Adam, “Şehit oluncaya kadar senin rızan için savaştım.’’diyecek. Allah Teâlâ “Yalan söylüyorsun! Falanca ne cesur, ne kahraman adamdır, desinler diye savaştın. Bunu da senin için söylediler.” buyurur. Sonra emir verilir ve o adam yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılır.
(İkincisi Allah’ın kendisine ilim ihsan ettiği kimsedir ki); Allah Teâlâ ona da “Sana verdiğim ilimle ne yaptın, ne amel işledin?” diye sorar. O da (akşam-sabah) sana kulluk ettim, ilim öğrendim, öğrettim. Senin rızan için Kur’an okudum ve okuttum (Bunları hep senin rızan için yaptım)” der. Allah Teâlâ da (ona) “Yalan söylüyorsun! Sen ancak filan kişi ne âlimdir, ne güzel Kur’an okuyor, desinler diye öyle davrandın ve bu şöhreti de kazandın.’’ Buyurur. Sonra emir verilir ve o kimse de yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılır.
Üçüncüsü de kendisine mal ve servet verilen kimsedir. Allah Teâlâ ona da “Sana verdiğim servetle ne yaptın?” diye soracak. Adam (akşam-sabah) senin sevdiğin bütün hayır yollarına (rızanı kazanmak için) infakta bulundum.” diyecek. Allah Teâlâ ona da “Yalan söylüyorsun! Falanca ne kadar cömert bir insandır, desinler diye öyle davrandın. Bu arzuna da ulaştın.” buyuracak. Sonra da emir verilir ve diğer iki kimse gibi bu insan da yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılır.[4]
İhlâs mevzuu ile ilgili bir hadis-i kudsî de şöyle buyrulmaktadır:
“İhlâs benim sırrımdan bir sırdır. (O bir esrar-ı ilahidir ki;) onu ancak kullarımın (arasından) sevmiş olduğum kullarımın kalbine ilka ederim (yerleştiririm, bırakırım).”
Demek ki ihlâs; kalemle yazılan, dil ile ifade edilen, çarşıda pazarda mâli bir güç ile kazanılacak, elde edilecek bir şey değildir. Allah sevgisi neticesinde mü’min bir kimsenin kalbinde yeşeren, neşv ü nema bulan, Allah (c.c)’ın mü’min kuluna lütfettiği, bahşettiği ilahi bir sırdır. Bu sırrın kaynağı da muhabbetullah’tır. Allah bir kulunu sevecek ki; samimiyet, ihlâs husûle gelsin. Bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Burada önemli olan kulun Allah’ı sevmesi değil de Allah’ın kulunu sevmiş olmasıdır. Allah’ın kulunu seveceği bir ortam husûle gelirse kul zaten Allah’ı sevmiş olur.
Yani Allah kulunu sevmedikçe kul Allah’ı sevemiyor veya da bu sevgi samimiyete dayanmıyor demektir. O halde Allah kulları arasında kimleri seviyor ve kimleri sevmiyor?
Bu kulun vereceği bir karar değil tamamen Allah’ın koymuş olduğu hükme bağlıdır.
Önce Allah Teâlâ’nın kulları arasında kimleri sevmediğini bir görelim.
“Allah zalimleri sevmez.”
Bu ayet-i celîle Kur’an-ı Kerim’de üç dört yerde tekrar edilir. Allah zalimleri sevmediği gibi zalimlerin savunuculuğuna soyunan onlara yardım ve destek sağlayan kullarını da sevmez. Allah kâfirlere, zalimlere müfsid ve mülhidlere, fâsık ve fâcir kimselere gönlünü kaptıranları da sevmez. Çünkü Allah zulmün her çeşidini haram kılmıştır.
Mü’mine yakışan daima hakkın ve haklının yanında, zulmün ve zalimin karşısında olmasıdır. “Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı görür. Sakın ha zulme sapmış zalimlere en küçük bir meyil (bir eğilim) dahi göstermeyiniz. (O zalimlere asla boyun eğmeyiniz.) Sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz (yardımcınız) yoktur. Sonra da yardım edilmezsiniz.[5]
Ayet-i celîledeki “meyletmeyiniz” uyarısı kişinin zalime vereceği asgari bir destektir. Bundan maksat da ancak kalbî bir destektir. Çünkü meyil kalp ile olur. Kişi sadece kalbî bir meyilden dolayı böylesi bir azapla uyarılınca fiilî yardım ve destekten dolayı tahakkuk edecek olan ilahî bir azabın vahametini varın siz hesap ediniz. Ne yazık ki bugün mü’minler küçücük bir karınca kadar haktan yana tavırlarını koyamamaktadırlar. Minicik bir karınca o küçücük ağzına su alıyor ve bulutları dahi yalayan korkunç alevlere doğru yola çıkıyor. O esnada başka bir karınca onun bu telaşını görünce yanına yaklaşıp, “Öyle koştura koştura nereye gidiyorsun” diye sorar. Ağzında bir damlacık su bulunan karınca da, “Duydum ki; Nemrut Hz. İbrahim’i yakmak için büyük bir ateş tutuşturmuş. İşte o ateşi söndürmek için koşuyorum.” der. Tabi bu cevabı alan diğer karınca acı acı gülüp arkadaşına, “Yahu o cehennemi andıran ateşe karşı senin bir damla suyunun ne hükmü olur, neye yarar ki…” deyince suyu taşıyan karınca da “Olsun hiç olmazsa kimden yana olduğum belli olsun, dostluğum belli olsun, kimden yana olduğum ortaya çıksın.” demiş.
Mü’min, zulmün her çeşidinden uzak kalmayı prensip edinen şuurlu bir insandır. İslam terbiyesi ile yetişen büyüklerimizin bazı menkıbeleri bir müslümanın bu husustaki hassasiyeti hakkında bizlere ışık tutmaktadır.
Sultanü’l-Arifîn Bayezid-i Bistâmî (k.s) Hazretleri bir gün Hemedan’dan çörek otu alır. Memleketi Bistam’a varınca çörek otunun içinden bir karınca çıkar. Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri karıncayı vatanından, anasından, yuvasından, arkadaşlarından ayırmamak için yedi günlük yolu yürüyerek gerisin geri Hemedan’a döner ve karıncayı yurdu olan Hemedan’a teslim eder.
İnsanlara değil hayvanlara dahi zulüm edilmemesi inancında olan âlimlerimize bir örnek de Şeyhü’l-İslam Zembilli Ali Efendi’dir. Kendisine şu ifadelerle fetva soran Kanunî Sultan Süleyman’a verilen cevap bu hassasiyetin en güzel delillerindedir:
“Dırahtı (ağacı) sarmış olsa karınca
.Zarar var mı karıncayı kırınca” sualine, Zembilli Ali Efendi;
‘’Yarın divan-ı hakka varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca’’ diyerek cevap verir.
“Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”
İsraf insanın bütün davranışlarındaki haddi aşmasına denir. İsraf, insanın Allah’ın koyduğu hudutları, ölçüleri tanımamasıdır. Kur’an-ı Kerim’de israf ile ilgili on yedi ayet-i kerime vardır. Bu ayetlerin sadece üçü yeme içme gibi eşyanın israfından bahseder. Geri kalan on dördü ise insan israfından bahseder. Yemediğiniz ekmeği çöpe atmak nasıl israf (haram) ise, insanı cehenneme atmak, insanın cehennemlik olmasına seyirci kalmak dta o şekilde israf ve haramdır.
İsrafın Çeşitleri:
İmanda israf: Kişinin şirke düşmesi, Efendimizin sünnetine tabi olmayıp bid’at ve hurafelere saplanması, sapıklığa düşmesi gibi hastalıklara yakalanmak imanda israftır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa (a.s) ile Firavun arasında geçen olaylar anlatılırken şu ifadelere yer veriliyor. “Firavun ailesinden imanını gizleyen mü’min bir kişi dedi ki: Onu (Musa’yı) Rabbim Allah’tır, dediği için mi öldüreceksiniz. Elbette o size Rabbinizden açık deliler getirmiştir. Eğer yalan söylüyorsa yalan kendisine aittir. Eğer doğru söylüyorsa size haber verdiklerinden bir kısmı başınıza gelir. Şüphesiz ki Allah müsrifleri (iman hususunda haddi aşan) ve çok yalan söyleyen kimseye hidayet etmez.’’
“Andolsun ki; İsrailoğullarını o alçaltıcı azaptan (Firavun’un şerrinden) da kurtardık. Şüphesiz ki Firavun müsriflerden (haddi aşan zorbalardan biri) dir.” Çünkü Firavun gerçekten yeryüzünde (İlahlık iddiası ile) kibirlenen bir zorba ve gerçekten çok israf edicilerden biri idi (aşırı gidenlerdendi).[6]
Zamanda israf: İmam-ı Şâfii (r.a) zaman konusunda şöyle buyuruyor: “Zaman keskin bir bıçaktır. Sen onu kesmezsen o seni keser.” Ömür sermayesini tahsil etme yolunda harcamak gerekir. Çünkü insanoğlu ömrünü nerelerde tükettiği, gençliğini nerelerde eskittiği, malını nerelerden kazandığı, malını nerelerde harcadığı, ilmiyle nasıl amel ettiği (hususlarından) hesaba çekilmeden adım atamaz (olduğu yerden kımıldayamaz).[7]
Emekte israf: İnsana olduğundan fazla değer vermek, onu yüceltmek israf olduğu gibi insandaki kabiliyeti bilmemek ölçmemek de bir israftır Mesela devlet işlerini ehliyetli kimselere değil de nâehil kimselere vermek emanete bir hıyanet olduğu gibi büyük bir israf ve büyük bir kayıptır.
4-Malda israf
5-Yeme, içme ve giyim hususunda israf.
6-Amelde israf: Kur’an-ı Kerim ve sünnet ölçü alınmadan yapılan amel de bir israftır (boşa bir emektir).
Cenab-ı Hak israfı bütün yönleriyle haram kılmıştır ve bu haramı işleyenleri, bu harama karşı duyarsız olanları sevmemektedir.
O halde Allah kimleri sever?
“Allah muttaki kullarını sever.”
“Allah Muhsin kullarını sever.”
“Allah çokça tevbe edenleri (ve her yönüyle) tertemiz olan kullarını sever.”
“Allah’ın (emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma hususunda bela, dert ve musibetlere karşı) sabreden kullarını sever.”
“Allah mütevekkil olan (sadece kendisine güven bağlayan) kullarını sever.”
“Allah (zulme karşı direnen, zulme rıza göstermeyen) âdil kullarını sever.”
“Allah bolluk ve darlık (içinde iken de infakta, hayr u hasenâtta) bulunanları, öfkelerini yenenleri ve kendilerine zulmeden insanları afvedenleri sever.”
“Allah kendi yolunda kurşunla birbirine perçinlenmiş duvarlar gibi (ehl-i küfre karşı) saf bağlayıp (dimdik duran) savaşan kullarını sever.”
İhlâs imanın sıhhatinin şartlarından biridir. İhlâssız iman kişiyi şirke sürükler. İhlâs, ibadetin de rüknüdür. Çünkü ihlâssız ibadet merduttur. Salih ameller ancak ihlâsla koruma altına alınır. Salih amelleri birileri için terk etmek insanı riya tehlikesine sürükler. İnsanlar görsün, beğensin, takdir etsin diye salih amelle meşgul olmak insanı şirke sürükler (Allah korusun). İşte salih amellerin sigortası “ihlâs” tır. Çünkü ihlâs insanı bu gibi tehlikelere düşmekten korur. İhlâs, insanın salih amellerine Allah’tan başka şahid istememesi, bütün amellerini karışıklıklardan koruyup saflaştırmasıdır.
[1] Nahl, 66.
[2] Keşfü’l-Hafâ, Aclûnî, c.2, s.312.
[3] c.5, s.104-105.
[4] Müslim, Tirmizi, Nesai ve İbn Hibban; Mişkâtü’l-Mesâbih, c.1, s.459.
[5] Hûd, 112-113.
[6] Mü’min, 28; Duhan, 30-31; Yunus,83.
[7] Tirmiz