İhsan; genel olarak iyilik ve lütufta bulunmak, bir işi güzel şekilde yapmak, Allah’a ihlasla kulluk etmektir. İhsan kelimesi, “Güzel olmak” manasına gelen “Hüsn” kökünden türetilmiş bir mastar olup sözlüklerde genel olarak “başkasına iyilik etmek” ve “yaptığı işi güzel yapmak” şeklinde kısmen farklı iki anlamda kullanılmaktadır. İhsanda bulunan kişiye “Muhsin” denir. Ama unutmamalı ki mesele kişinin adının “Muhsin” veya “İhsan” olması meselesi değildir. Asıl mesele ve gaye bu isimlerin ifade ettiği mânâ derinliğine vukûfiyet elde etmek suretiyle böylesi bir hayatı özümseyip “”Muhsin” bir kul olarak hayatı idâme ettirmek suretiyle “İhsan” makamına ulaşabilmektir.
Kur’an-ı Kerim’in titizlikle üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de “İhsan” kavramıdır. Kur’an-ı Kerim’de “İhsan” kavramı hem Allah’a hem de insanlara izâfe (nispet) edilerek yaklaşık “yetmiş beş” ayet-i celilede mastar, fiil ve isim olarak geçmekte olup bu ayetlerin bir kısmında “başkasına iyilik etmek” bir kısmında ise “yaptığı işi güzel yapmak” manasında kullanılırken, birçoğunda ise herhangi bir belirlemeye gitmeksizin “Mutlak İhsan” anlamında kullanılmıştır.
“İhsan” her şeyi yerli yerinde yapmak, nasıl yapılması gerekiyorsa o şekilde yapmaktır. Hiçbir şeyi, ölçüsüz yerli yerinde yapmak mümkün değildir. Her şeyi yerli yerinde yapabilmek için mutlaka bir ölçü şarttır. Bu ölçü ise yalnız ve yalnız Allah’ın kitabı “Kur’an-ı Kerim” ve O’nun Rasûlü’nün sünneti, biricik örnek hayatıdır. Siz ne zaman Allah ve Rasulü’nün hayat verici prensiplerini, ilâhi mesajlarını hem ferdî, hem ailevî, hem de cemiyet ve ülke bazında hayatınıza taşır, tavizsiz tatbik eder ve uygularsanız o zaman Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Muhsin” bir kul olarak “İhsan Makamına” yükselmiş olabilirsiniz inşallah.
Ölçüsüz ve sorumsuz bir hayatın sonu ise mutlaka ebedî hüsrandır. Böylesi bir yolculuğun ihsanla değil ancak iflasla son bulacağı da aşikârdır. Arifler sultanı Cüneyd-i Bağdadî (k.s) Hazretleri şöyle der:
“Bütün yollar tıkalıdır, kapalıdır İllâ isre’l Mustafa (âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın izlediği yol hariç.)”
Rıza-yı Bâri’e götüren tek yol sadece ve sadece Allah Rasûlü’nün yoludur. Yol Rasûlullah’ın yoludur. Bu yol nebilerin, sıddıkların, velilerin, şehitlerin, sâlihlerin, âşıkların, âbidlerin ve zahitlerin yoludur. Bu yol Sırat-ı Müstakîm’dir, bu yol “Hablüllahi’l-Metin’dir.” Bu yol Urvetül-Vüskâ (kopma bilmeyen, sapasağlam bir kulptur). Bu yol Şeriat-i Muhammediyye’dir. Bu yol en emin, en doğru ve en isabetli bir yoldur. Bu yolun yolcularının Allah katındaki dereceleri, Allah Rasûlü’nü tanıma ve anlamadaki hassasiyet, istidât ve kabiliyetlerine göre olacaktır.
Zaten Mümin’in tek hedefi Allah ve Rasûlü’nü tanımak uğruna ömür sermayesini ifnâ etmektir. Gayesi de Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanmaktır. O halde Allah Rasûlü’nü tanımanın ve anlayabilmenin yolu nedir? Efendimizi (s.a.v) tanımanın tek yolu var o da ona tâbi olmak ve ona uymaktan geçer. Çünkü Allah (c.c) kendi rızasını, onun rızasına, sevgi ve muhabbetini de onun sevgi ve muhabbetine bağlamıştır.
“Kim Rasûle itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur…”[1]
“Rasûlüm (onlara) de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız (Allah’ı sevdiğinizi iddia ediyorsanız o zaman) bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”[2]
Allah’ın sevgi ve muhabbetini kazanmanın, Allah’ın sevdiği bir kul olabilmenin tek bir yolu vardır: O da kayıtsız ve şartsız Allah Rasûlü Efendimize (s.a.v) tâbi olmak ve ona teslim olmaktır.
“(Allah’ın) Rasûlü size ne verdiyse onu alın. Size neyi de yasaklamışsa ondan da kaçının (uzak durun). Allah’tan korkun, şüphesiz ki Allah azâbı (cezası) çok şiddetli olandır.”[3]
İmam-ı Buhâri’nin (r.a) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûl-i Zîşan Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
(Ümmetimden) Herkes cennete girecektir. Ancak cennete girmek istemeyenler (varsa) onlar hariç (onlar giremeyecek). Sahabe-i kirâm dediler ki: Cennet’e girmeyi kim istemez ki (Ya Rasûlallah)? Allah Rasûlü de şöyle buyurdu:
“Bana uymayan, bana isyan eden (sünnet düşmanları) Cennet’e giremeyecek. Bana uyanlar (benim izlediğim yolu benimseyenler ve bu yola revân olanlar ise) Cennet’e gireceklerdir.”
“İhsan kavramı” En-Nahl Sûresi’nin 90. ayetinde daha geniş olarak yer almaktadır. Bu ayet, hatiplerin cuma hutbesinin sonunda okudukları ayettir. Hutbenin nihayetinde bu ayet-i kerimeyi okuma uygulamasını ilk Hz. Ömer’in (r.a) torunlarından âdil bir halife olan Ömer ibn Abdülaziz’dir. O hilafet makamına geçtikten kısa bir müddet sonra ülkesini her yönüyle huzur ve refaha ulaştırınca halkı bunun nasıl yapıldığını merakla sorarlar. Halifenin cevabı kısa ve nettir:
“Ben bu konuda fazla bir şey yapmadım. Sadece Allah Teâlâ ile, Kur’an-ı Kerim ile ve İslam’la barışık olmayan bu toplumu onlarla barışık hale getirdim. Rabbim de lütuf ve keremini gösterdi. Hepsi bu kadar.”
İşte bu ayet-i celile, Efendimiz’in (s.a.v) ifadesiyle bütün yönleriyle takvayı (dolaylı olarak da hem ihsanı hem de ihlası) içinde barındıran bir ayet-i celiledir. Her kim hayatını bu ayetin hükmüne göre düzenlerse o kimse hem muttâkî (hem muhsin hem de muhlis bir kul) olma şerefine yükselmiş olur.
İsterseniz bu ayet-i celilenin neleri ihtivâ ettiğini bir görelim:
Üç emir: Allah Teâlâ; adaleti, ihsânı, yakın akrabayı (gözetip) onlara yardım etmeyi emrediyor.
Üç de yasak: Allah (c.c) (her türlü) fuhuşu (hayâsızlığı) yasaklıyor, münkiri (her türlü çirkinlikleri), zulmü, azgınlık ve taşkınlığı yasaklıyor.
Bu ayette hem öncekilerin hem de sonrakilerin ilmi vardır. Bu ayet hem güzel hem de çirkin olan bütün huy ve hasletleri kendinde toplamıştır. İbn Mesud (r.a), “Bu ayet Kur’an-ı Kerim’de hayrı ve şerri ziyadesiyle kendisinde toplayan bir ayettir.” der.
Hasan-ı Basrî’den gelen bir rivayete göre de Efendimiz (s.a.v) Bu ayeti sonuna kadar okudu da sonra şöyle buyurdular:
“Aziz ve Celil olan Allah sizin için her hayrı ve şerri (sadece) bir ayette cem etti. Vallahi her çeşit taât u ibadeti, adaleti, takvayı (ihsanı, ihlası) ve yasaklandığını belirttiği bilumum fuhuş ve kötü huyları da bu ayette toplamıştır.”[4]
Şimdi ihlâs ve takvayı “Şiâr” edinmek suretiyle “İhsan” makamına yükselen gönül erlerinin “İhsan’la” ilgili dillerinden dökülen hikmet dolu sözlerine kulak verelim:
- Hz. Ali’ye (r.a) göre ihsan: Üstün fazîleti hâiz olan her işi yapmaktır. Yani insanların yaptıkları tüm işleri ihsanlarına göre değer kazanır.
- Atâ’ya göre ihsan: “Allah seni görür gibi (ona) kulluk etmendir (bilumum tavr u hareketlerin onun murâkabesi altında olduğunu görür gibi hareket etmendir).”
- Sufyan bin Uyeyne’ye göre ihsan: “Gizli olarak yapılan amellerin, açıkta yapılan amellerden daha ihlâslı ve daha güzel olmasıdır.”
- Nakkaş’a göre ihsan: “Her şeyin bir zekâtı var. Adaletin zekâtı da ihsandır, muhsin bir kul olarak yaşamaktır.”
- Ebu Talha’ya göre ihsan: “Farz olan ibadetleri yerli yerinde, kâmil manada icra etmektir.”
- Dahhak’a göre ihsan: “Affedici olmak, insanların hata ve kusurlarını affetmektir.”
- Katâde’ye göre ihsan: “Mekârim-i ahlaktır (en üstün, en yüce bir ahlâka sahip olmaktır).”
- Rağıb-ı el-İsfehâni’ye göre ihsan: “Adaletin de üstünde bir derecedir. Adalet borcunu vermek, alacağını almaktır. İhsan ise üzerine düşenden daha fazlasını vermek, alınması gerekenden daha azını almaktır.”
- İhsan: “Tüm nafile ibadetlerle meşgul olmaktır.”
- İhsan: “Doğru sözlü, tatlı dilli, yumuşak huylu olmaktır.”
- İhsan: “Kendin için istediğini insanlar için de istemendir.”
- İhsan: “Allah’ın emirlerine karşı tazim ve itaatkâr, mahlûkata karşı müşfik ve merhametli olmaktır. Yani hâlika karşı taat u ibadet, mahlûka karşı da şefkat ve merhamettir.”
[1] Nisa, 4/80.
[2] Ali İmran, 3/31.
[3] Haşr, 59/7.
[4] Şevkâni, Fethu’l-Kadir, 3/226.