Allah Teâlâ’ya hamd; Rasûlüne, Rasûlünün âl ve ashâbına, bi’l-cümle enbiyâ ve mürselîne, tâbiîne ve tebe-i tabiîne salât ü selâmdan sonra…
Adalet mevzuuyla ilgili olarak bilinmesi icab eder ki: “el-Adl” Allah Teâlâ’nın işlerinin, sıfatlarının ve zâtının ismidir.
Bu hakikati, yani Allah Zülcelâl’in zât, sıfat ve işlerinde âdil olduğunu en güzel şekilde kelâm-ı kadîminden öğrenebiliriz. Zira insanoğlunun, acziyeti sebebiyle, bu durumu hakkıyla izah etmesi mümkün değildir.
Rabbimiz (c.c), yaratmış olduğu bütün varlıklar için “adl” sıfatına yaraşır şekilde en güzel ölçüleri koymuştur. Allah Teâlâ Hazretleri, bu ölçüleri güneşten daha parlak ve aydınlık bir şekilde bütün kâinata izhar etmiştir.
Rabbimiz, bütün varlıklar için en kat’î delil olan Kelâm-ı İlâhî’sinde, âdil olduğunu bizlere kendisi bildirmiştir. Bu sebeple Allah Zülcelâl’in adaletinin hak olduğunu öğrenip, mükemmelliğine şüphesiz bir şekilde inanmışızdır.
Bu inancımızın, beşerî ilimle yükseleceği mertebede “lâ ilâhe illallah” derken bir manada da “lâ âdile illallah” kelâmına şehadet getirmek için; Allah Teâlâ’nın yerler, gökler ve içindeki varlıklar için en güzel şekilde tanzim edip, tatbik ettiği adaleti; sahip olduğumuz akıl nimetiyle tefekkür edip araştırarak, adalet-i ilâhiyeye olan inancımızı kemâle erdirmeliyiz.
Düşünmeksizin, Kur’ân-ı Kerim’deki naklî delilleri okumakla veya tefekkür etmeksizin kâinatta Allah’tan başka kâmil manada âdil bir varlığın olmadığı ikrarıyla, adl sıfatına karşı imân-ı hakîkîye ulaşamaz, taklîdî imandan kurtulmuş olamayız. Her ne kadar Hanefî mezhebine göre taklîdî iman caiz olsa da, kul bu inançta kaldığı müddetçe âsî sayılır. Çünkü Allah Zülcelâl, inancımıza ait her meselede, bizlere iki delille imanımızı hakîkî iman mertebesine yükseltmemizi emretmiştir. Bunlardan birisi vahiy (naklî delil) diğeri ise akıldır (aklî delil).
Bu izahlardan sonra şunu da bilmeliyiz ki; Allah Zülcelâl’in kelâmı ve esmâ-i hüsnâsının her biri, her şeyin ayarını gösteren hakikatlerdir.
Akıl sahibi olan insan, aklî ve naklî delillere ulaşmak için yaptığı araştırmasını tamamlayıp, bu ilmini kalbine imanın yedi sıhhat şartıyla (İlim-Yakîn-İhlâs-Sıdk-Muhabbet-İnkıyâd-Teslimiyet) birlikte yerleştirirse Allah Teâlâ’nın “el-Adl” sıfatına olan imanını, bir daha çıkmamak üzere kalbine yerleştirmiş olur.
Şunu da asla unutmayalım ki inanacağımız bir meselede bizlerden iki şahit isteyen Allah Teâlâ, kalbimizdeki inancımızın ispatı için de iki şahit istemektedir. Bunlar da lisanımızla ikrarımız ve amellerimizdir.
“Adl” inancının sahibi, Allah Zülcelâl’in koymuş olduğu adalet ölçüsüyle yaşayınca bütün hayatı, adalet-i ilâhiyeye inandığının şahidi olur. Çevresinde “Bu insan, adalet-i ilahiyyeye inanmış güzel bir mü’mindir.” denilir. Yaşantısıyla bu noktaya gelen kimse “lâ âdile illallah” diyerek tasdîkini lisânen de rahatlıkla ikrar eder.
Kul “eşhedü en lâ ilâhe illallah…” şehadetinin manası içerisindeki adalet-i ilahiyyeyi yaşayışıyla ispat ederse; bu adalet inancına uygun yaşayışını, lisânen yaptığı ikrarla birleştirerek: “Ben âdil olan Allah’ın kuluyum. Öyleyse ben de Rabbimin koyduğu ölçülerle; işlerimde, sıfatlarımda ve yaşayışımda adaletle hükmedebilirsem Allah Teâlâ Hazretleri bana “âdil kul” ismini lütfeder…” niyazında bulunur.
Artık bizler de hayal ve evhâmdan uzaklaşıp, bütün sıfât-ı ilâhiyye ve inanma mecburiyetinde olduğumuz esaslarda, üç hakikati bir araya getirmeliyiz ki kurtuluşa ve kemâlâta ermemiz mümkün olsun.
Sadece, hutbelerimizin sonunda okuduğumuz, Ömer b. Abdülaziz (r.a.) ile başlayan, “Muhakkak ki Allah adaleti, ihsânı, akrabaya yardım etmeyi emreder; fuhuştan ve her türlü kötülükten ve haddi aşmaktan nehyeder…”[1] ayet-i celîlesini tilâvet etmek yetmez.
Şöyle bir düşünelim! Bugüne kadar hutbelerin belîğ ifadeler ve fasîh cümlelerle okunup anlatılmasıyla okuyanlar ya da dinleyenler âdil mi oldular?
Maalesef bizler, bu halimizle boşu boşuna zamanımızı kaybettik, ömrümüzü tükettik. Hutbelerin sonunda sürekli olarak okunan âyet-i kerime ile nefislerimize, aile yuvalarımıza veya toplum hayatına adaleti mi yerleştirebildik? Yoksa âdil olan Allah’tan uzaklaşıp da adaletsizliği mi yerleştirdik?
Hatipler, dinleyenler insafa gelip ellerine kalem alıp, Ömer b. Abdülaziz devrinden bugüne kadar, bu ayetin kaç defa okunduğunu hesaplamaya kalksalar âciz kalırlar. Hâlbuki bizler, adalet hakkında inanıp yaşayacaklarımızı dinledik ama duymadık; anlattık ama anlamadık. Bu kadar kelimeleri, bu kadar zamanı zayi ettik. Böylelikle hesabımızı da azabımızı da artırdık. Mevlâ bir gün bizleri hesap için huzuruna çağırıp:
“Ey kullarım, şu kadar yıl hutbelerde bu âyeti okudunuz, dinlediniz de niçin hiç birini yaşamadınız?” sorusunun muhatabı olacağımızı hiç düşündük mü?
Allah Zülcelâl’in âyet-i kerime’de buyurduğu:
“(Ey Habîbim!) Mücrimlerin (zilletten) Rablerinin huzurunda nasıl boyunları bükük durduklarını görürsün…”[2] ilâhî tehdidi de hiç hatırımıza gelmedi mi?
Şimdi bizler bu ilahî tehdidi düşünelim ve kalbimize yerleştirelim. Hayatımızı da buna göre tanzîm edelim. Kendimize çekilip, yanılarak yaptığımız hataları düşünelim. Bu hatalarımız için Mevlâmızdan istiğfarda bulunup tazarru ve niyazla affımızı talep edelim.
Tevbekârlardan olarak ilâhî rahmetin çemberi içerisine girmeye gayret edelim. Rabbimiz lütfeder bizleri de bu çemberin içerisine alırsa, inşallah kurtuluşa ermişlerden oluruz.
Samimi bir şekilde tevbe etmek istiyorsak yukarıda zikrolunan ayet-i celîlede Allah Teâlâ’nın emirleri nasıl sıraladığını ve yasaklarını nasıl tanzim ettiğini öğrenerek kalbimizle tasdik edelim. O’nun vermiş olduğu akıl nimetini kullanarak hakikatleri tefekkür edelim. Öncelikle “adl-i ilâhî” ile ilgili emirleri düşünmeye başlayarak dikkatimizi ilâhî adalete çekersek, bütün emirlerin aslının adalet üzere olduğunu öğreniriz.
Her şeyin adaletle var olduğunu, o yoksa hiçbir şeyin var olamayacağını düşünerek, ayet-i celîlede sıralanan hususları aynı sıra ile araştırıp, onlarda saklı olan hikmetleri tefekkür edelim.
Ayet-i kerimede zikredilen ilâhî yasaklara bakınca, adaletsizliğin ne büyük ve ne korkunç bir felaket olduğunu görürüz. Bu yasakların başında Allah Zülcelâl Hazretleri, insanları fuhşiyâttan men etmiştir. Fuhşiyâtın (çirkin işler) bütünü adaletsizlikten meydana gelir. Münkerât da fuhşiyât gibi adaletsizlikten meydana gelir. Yine haddi aşmak da münkerât gibi adaletsizlikten doğar.
Şu halde etrafımıza bakarsak; dünyanın kaybının, ahlâkın kaybının, dostlukların kaybının; fuhşiyât, münkerât ve haddi aşmanın asıl sebebinin adaletsizlik olduğunu görürüz.
Bunlardan daha da mühimi olan Rabbimizin cemâlinden ve cennetin nimetlerinden mahrum kalış sebebimiz de, maazallah, adaletsizlikten dolayı olacaktır.
Esasen adaleti iki kısım olarak ifade edebiliriz:
- Hâlik ile mahlûk arasındaki adalet ve adaletsizlik
- Mahlukâtın kendi arasındaki adalet ve adaletsizlik
Allah ile kul arasındaki adalet, Allah Teâlâ’nın koyduğu ölçülere göre yaşamakla yerine getirilir. Allah’ın koymuş olduğu ölçülere göre yaşamayan kul, Allah’a karşı adaletsizlik yapmış olur.
Diğer varlıklar arasında da Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu ölçüler vardır. Bu ölçülere riayet edilerek bir hayat yaşanırsa, o vakit adalet gerçekleşir. Aksi halde ortaya çıkan bir karmaşa ve adaletsizliktir.
İlâhî adaleti öğrenmek için kendi yaratılışımıza da dikkat edelim. Bir düşünelim; midemize gönderdiğimiz her lokma; Allah Teâlâ’nın mide için koymuş olduğu ölçüye göre taksim edilir. Eğer bir aksama yoksa vücut sağlam ve sıhhatlidir. Rabbimiz (c.c) buradan her âzâya gerekli olan taksimatı yapar. Gözümüze, kulağımıza, beyin hücrelerimize, kalbimize hatta vücudumuzdaki kıllara kadar her âzânın ihtiyacı ulaştırılır. Hepsinin sevkiyatı ölçülüdür. Birine az diğerine fazla değildir. İşte bu da “ilâhî adalet” gereğidir.
Hülâsa, biz kullara düşen “ilâhî adalet”i elimizden geldiğince anlamaya çalışmak ve hayatımızda tatbik etmektir.
Allah Teâlâ’nın selâmı O’nun adaletine inanların üzerine olsun.
[1] Nahl; 16/90.
[2] Bkz. Şûrâ; 42/45.