İçeriğe geç
Anasayfa » İLMİN ANAHTARI: FEDAKÂRLIK (Mülâkat)

İLMİN ANAHTARI: FEDAKÂRLIK (Mülâkat)

HÜSEYİN ARSLAN HOCAEFENDİ İLE…

Efendim lütfederseniz doğup yetiştiğiniz günleri dinleyerek başlamak isteriz sohbetimize…

Elhamdülillahi Rabbi’l Âlemin. Ve’l âkîbetü li’l-müttagîn ve efdalü’s salâti ve etemmü’t teslîm alâ Seyyidinâ ve Senedenâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmâîn.

Evvela, Allah hayırlı niyetlerinizde, hayırlı işlerinizde muvaffakiyetler versin.

Vilayetim ve doğum yerim Çankırı. Büyük köyü. Hafız muallimi bir dedenin torunuyum. Dedem Ali Nasuhi Arslan aynı zamanda hocamdır. Hem anne tarafından hem baba tarafından iki dedemin ismi de Ali. Esas hoca olan babamın babası, annemin babası Ali Efendi’ye ‘’ben torunumu hafız yapacağım, ne dersin?’’; Dedem “Kardeşim, bu hafızlık büyük bir lokmadır, onu her mide eritmez. Gel bizim torunu işe başlatmadan önce bir kontrol edelim. Bakalım bu ezberde başarı sağlayabilecek mi?” dedi. Sonra bana “Gel evladım dizime otur.” dedi. ‘’Bak ben bir şiir okuyacağım okuduğum şiiri üç tekrarda ezberlersen çok iyi, beş tekrara çıkarsa normal, onu bulursa birazcık zorlar bu hafızlık işi seni.’’ dedi. Daha sonra şiiri okudu:

Yavaş at ile mûnis olsa bir güre

Huyunu alır onun göre göre

Sakın kötülerle hem dem olma

Zira kararır üzüm üzümü göre göre

Bir daha okudu. Üçüncü okumaya geçmeden ‘’Dur.’’ dedim. ‘’Ne o okuyacak mısın?’’ dedi. ‘’Müsaade edersen okuyayım’’ dedim. Okuyunca aferin sen çok iyi hafız olacaksın inşallah diye karşılık verdi. Bakın beyitte ne diyor: Sakın kötülerle düşüp kalkma; zira üzüm üzümü göre göre kararır. Bu mevzu çok mühimdir. Daha o günde zihnime koymuşumdur bu meseleyi.

Fakir beş altı yaşındayken dedem sözü üzerine hafızlığa başlattı. Altı yaşındaydım, hafızlığa başladım diyebilirim. Bizim dört arkadaşımız daha var. Onlar hepsi okuldan mezundu. Ben ise okula gitmemişim. Onlar on üç, on dört yaşlarında. Neyse biz devam ettik. On sekizinci sahifeden gidiyordum, annem rahmetli ben 7 yaşındayken vefat etti. Ondan sonra biz devam ettik. Hafız çıktık. O sırada kazanın müftüsünün bir oğlu vardı, Ahmed Efendi. O da dedemle hafızlık çalıyordu. Dedemle müftü arasında şöyle bir konuşma geçmiş, ben senin oğlunu hafız yapmaya çalışırım, olursa olur, sen de benim çocuğa Arapça okut. Bu anlaşma üzerine biz de Arapça okumaya başladık. 5 sene kışları okuduk. Yazın iş olurdu. Akşama kadar çalışırdık. İhtiyaç da var. Bu şekilde iki sene devam ettim. Yazın vakit yok kışın da ders çok. Benim hafızlık zayıfladı tabi. Üzüldüm buna. Ne derler; dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak. Ne yapıp edip bunu eski haline getirmeliydim. Dedim ki; arkadaşlar yatınca yatsıdan sonra ben bu işe hız vereyim. Yatsıdan sonra ben okumaya başlardım, okumaya başladığımda uykum da gelirdi tabi. Allah’ın lütfu ile uyuklamamla beraber ben kaldığım yerden devam ederdim. Derken buna beş ay devam ettim. Beş ay her gece hatim ettim. Hafızlığım oturdu tabi. Bundan sonra Arapça’ya da ağırlık vermek gerekti. Hocamız dedi ki ‘’ben size kafiye ve Halebi Sağir okutacağım; ama ben mantık çok iyi bilmem.’’ Onu da eski bir müftü vardı Erzurumlu Ömer Hoca, mantığı da ondan okuduk. Böylece beş sene devam ettik. Öbür sene hocam ‘’ben hacca gideceğim’’ dedi. Hocamız hacca gitti. Orada kaldı. Tabi biz şimdi öksüz kaldık. Köydekiler dedi ki ‘’artık sen iyi okudun köye imam ol.’’ Dedim ki “köye imam olanları görüyoruz. İlim olarak olduğu yerde sayıyor, ilerleme yok. Bana müsaade buyurun ben okuyacağım.” Müsaade etmek istemediler, ‘’kaçarım’’ dedim. Kaçmak için ben Çerkeş’e geldim. Çerkeş’e geldiğimi duyunca beni orda yakaladılar. Tekrar köye götürdüler. Fakat ben şart koştum bu sefer. Dedim ki ‘’Ben yolu öğrendim, eğer beni okutmaya söz verirseniz hatırınız için biraz daha kalırım. Ama vermezseniz gene kaçarım.’’ Bu sırada dedem de hacdaydı. Dediler ki; ‘’deden gelsin söyleyelim madem okumak istiyorsun.’’ Nihayet dedem geldi ‘’peki’’ dedi. Fakat biz geç kaldık. Ankara’ya geldik. Orada Hacı Bayram Veli Camii’nin imamı Mustafa Efendi vardı, ondan ben biraz okuyayım dedim. Maksat köye geri gitmemek. Burada baktım ki 25 tane talebe var. Hepsi de hoca. Yaşlı başlı adamlar. Hocaefendi Hamîdiye Camii’nde ders okutuyordu. Biz de tabi işin içine girdik. Ders okuyanlar yaşlı başlı adamlar. Biz onlara göre çocuğuz. Hocaefendi dedi ki; ‘’oğlum sen onlara yanaşma onları anlamazsın. Onlar demir leblebi. Molla cami okuyorlar. Belki anlarım’’ dedim. Peki, ‘’gel oku’’ dedi. Bendeki kitap kayıtsızdı. Kayıtsızdan okuyunca ‘’maşaallah’’ dedi. Ertesi gün ‘’sen okuyacaksın’’ dedi.  Ertesi gün derse gittiğimizde ‘’gel hafız, oku bakalım’’ dedi. Ben de oraları hep ezberliyordum. ‘’Hocam, ezbere mi okuyayım yoksa metinden mi okuyayım’’. ‘’Ezberinde var mı?’’ dedi. Var deyince, ‘’oku bakayım’’ dedi. Ezbere hem metni hem Türkçesini okudum. “Bu kardeşimiz hoca yahu” dedi, hiç unutmam. Her neyse, orada altı ay kadar kaldık. Ondan sonra ‘’hocam bana müsaade eder misiniz?’’ dedim. Kalkıp İstanbul’a geldim.

İstanbul Günleri…

1953’te İstanbul’a geldim. Merhum Ermenekli Mustafa Saffet Efendi ile derse başladık. Aşağı yukarı beş sene okudum Hocaefendiden.

Saffet Efendi’den bahseder misiniz Hocam?

Saffet Efendi eski dersiâmlardan. Kendisi 21 yaşında dersiâmlığı kazanmış. İstanbul’a gelmiş. Ermenekli. 150’liklerden. 9 sene Türkiye’den kaçtı. Önce Kıbrıs’a, ardından İtalya, İngiltere, Fransa ve Bulgaristan’a kaçtı. Sonra af çıktı, Türkiye’ye geldi. İyi bir âlim. Onun gibi âlim o zamanlar hemen hemen yok gibiydi. Allah rahmet eylesin. Çok sıkıntılar çekmişler. Galiba 1965’te vefat etti. Ben Şam’da idim o sıra.

Derslerinizi nerede yapıyordunuz?

Harbiye’de radyoevinin karşısında evi vardı Hocaefendinin. Orada beş sene ders okuduk. Daha sonra askerlik vaktimiz geldi. 1958’de. Askerde de okuduk, okuttuk, elhamdülillah. Askeriyeden geldikten sonra Ömer Nasuhi Efendi bize imamlık verdi. Hocaefendiye çok mesele sorardım. İsmimi ‘Deli Hafız’ koymuştu, Rahmetli. Bana telif ettiği bütün kitapları verdi.  Bir gün gene soru sormaya gittiğimde dedi ki; “Deli hafız, soruyorsun iyi güzel de verdiğim kitaplardan hiç tetkik, tahkik ettiğin var mı?” ‘’Var’’ dedim. O zaman muvazzah ilmihal çıkmıştı yeni. Onu okumuştuk. Bazı şeylere o zaman aklımız ermiyor. ‘’Hocam bazı hususlarda ifrada kaçılmamış mı?’’ dedim. Yani insanlara hemen küfür ile hükmetme hususunda. ‘’Onlar itikada ait meselelerdir.’’ dedi. İtikadî meseleler, amelî meseleler gibi değildir. İtikat mevzularından birinde kalp yanlış bir fikre rıza gösterse o kişi Allah muhafaza yoldan çıkar. Bu niyetini ifşa etmesi gerekmez. Fakat amel böyle değildir. Yapılmadığı takdirde onun hayrına yahut şerrine hükmedilemez. Bu, çok mühim bir mesele.

Askerden sonra iki buçuk sene imamlığa devam ettim. Diyanete geçtik. Baktım ki hutbeleri bile kendileri merkezden yolluyorlar aynı bugün olduğu gibi. ‘’Hocam şayet biz ehliyetli olduğumuz için bu vazifeyi verdiyseniz bize, biz yaparız. Madem ehliyetsiziz bizi niçin buraya aldınız?’’ dedim ve istifa ettim.

Hocam Ömer Nasuhi Efendi’den ders okumadınız o halde?

Ömer Nasuhi Efendi’ye çok sorular sormuşumdur; ama kitap okumadım kendisinden.

Okuduğunuz diğer hocalarınızdan da biraz bahseder misiniz?

Beykoz’da Osman Efendi’den Terğîb okudum. Daha sonra Ali Yekta Efendi’den bir miktar okudum, Emin Saraç Hoca’nın kayınpederi. Kudûrî şerhi okuduk ondan. Bekir Haki Efendi’den bir miktar okudum. Sabah namazından evvel Hocaefendi okuturdu bizi. İmsak vakti. Çok iyi bir insandı. Derste acele ederdim. Bir gün bana ‘’niye acele ediyorsun?’’ dedi. “Hocam ben tâ Harbiye’ye gideceğim, Saffet Efendi ile derse. ‘’Nasıl?” “Yürüyerek. Araba var ama param yok. İki saatlik yer.’’ “Ne zaman nerede yemek yersin” demişti Hocaefendi. Ben de “Bulursam yiyorum, bulamazsam niyet ediyorum’’ demiştim hiç unutmam. Hey gidi günler… İsmail Efendi’den kıraat okudum. Rahmetli. Topal İsmail Efendi. Dülgerzâde’de okuduk. İsmail Efendi’ye dedim ki ‘’Ben talim okuyacağım; ama zaman uymuyor.’’ O yedi buçukta başlardı. Dedi ki ‘’sen akşam namazından sonra gel. Ben sana talim-i Kur’an öğreteyim. Sen de bana Arapça müzakere yaparsın.’’ Onun Kıztaşı’nda evi vardı. Bu şekilde 6 ay kadar devam ettik. Çok mübarek adamdı. Bir gün sordum ona ‘’ayağınız niye kesildi?’’ diye. ‘’Çok yaramazdım. Babam beni hafızlık kursuna vermişti. Ben kendi aklımca yol çizerdim. Bir gün Tophane’den geçerken nasıl oldu bilemedim tramvay geldi. Ve ayaklar gitti. Tam üç sene hastanede yattım. Tabii yaşımda geçti. Ben de kendi kendime dedim ki; İsmail sen hiçbir şey olamazsın eğer tutup bir hafız olursan okursun, okutursun. Yoksa da hiçbir şeye yaramazsın. Ondan sonra ben hafız oldum’’ derdi. Allah rahmet eylesin. İstanbul günlerim böyle. Bir miktar okuduktan sonra Şam’a gitmeye karar verdim. Fethu’l İslam Okulu var, oraya kayıt olduk. Dört sene kadar orada okudum. Daha sonra âcizane bir belge verdiler bize. “Türkiye’de geçmez ama ahirette geçer inşallah. dediler. Oradan da Medine’ye gittim. Medine’de meşhur İbrahim Hotenî Hocaefendi vardı. Doğu Türkistanlı, Hanefî âlimi idi. Ondan da dört sene okudum. İbrahim Hotenî çok büyük bir hocaydı. Ezher’de de hocalık yapmış.

Mâlikî mezhebinden meşhur Muhammed Muhtar Şıngırtî vardı. Çok mübarek bir insandı. Ondan da Mâlikî okuduk bir müddet. Bahreynli bir hocamızdan ismi aklımda değil Şafiî okuduk.

Böyle hocalardan okuduktan sonra 1970’te Türkiye’ye döndük. Evvela bizi evlendirdiler. O aralar evi geçindirmek için iş aramak mecburiyetinde kaldım. Bir ara tezgâhtarlığa niyetlendim. Baktım ki bu iş bana göre değil. Daha sonra Erenköy Kur’an Kursu’na aldılar beni. On üç sene orada kaldım. Elhamdülillah, orada yüz otuz kadar hafız çıkarttım. Sonra 1984’te bizi oradan attılar. Ben de buraya (Pendik) geldim. Buraya geldik külliye kabîlinden bir cami yaptık. Yedi sene burada fahri imamlık yaptık. Bugüne kadar toplam on yedi sene oldu. Yedi sene kadar Arapça okuttum. Altı sene hafızlık yaptırdım. Şimdi de elimizden geldiğince devam ediyoruz.

Hocam, Suriye’deki ilmi faaliyetlerden bahsedebilir misiniz?

Şimdi bakın Suriye’de çok cevherler var. Mesela bizim medresede seksen tane hoca vardı.  Akşama kadar gelip giden dokuz yüz talebe vardı. Bunların içinde zehir gibi kafası çalışan talebeler var. Hocaya sual tevcih ediyorlar, hoca sualin cevabını vermekten aciz kalınca not ediyor. Fethu’l İslam Camii’nin üst katındaki odalardan biri bana aitti. O camide, tam benim odamın karşısında bir kütüphane vardı. İki yüz seksen bin kitap vardı içinde. Çok büyük bir yer. O zamanlar Salih Farfur Hocaefendi medresenin başında.  “O soruların cevabını vermeden kimse buradan dışarı adım atamaz.” derdi. Orada icabında bütün müşkiller hallolur ve o meseleler hakkında soran kişi bilgilenmiş olurdu. Soruları cevapsız bırakmazlardı yani. Çok büyük insanlardı onlar.

Hama müftüsü vardı Şeyh Muhammed Beşir isminde. Acayip, dahi bir insandı. 1982’de idam ettiler. Onu da hiç unutamam. Şunu diyeyim ki; Şam’da büyük ilim var. Maneviyat da tamam. Zikir de fikir de orada var. Yani Şam çok verimli bir yer.

Bakın şimdi; bir şey diyeceğim. İlimle beraber tasavvufu da getirebiliyorsan çok iyi.

İki Kanatlı Âlimler

Sizin tasavvufî hayatla tanışmanızı sorabilir miyiz hocam.

1960’da oldu. Şöyle oldu. Ben, hocam Saffet Efendi’ye şöyle bir soru sormuştum: “İmam-ı Gazâlî’nin şöyle dediğini okuduk: “Bu kadar ilim okudum; ama okuduğumuz bu ilimle amel edemiyorum. Ben de bir hastalık var. Bunun tedavisini bulmak gerekiyor.” Hocam tasdik etti. “Evet neticeye gelelim.” dedi. “İmam-ı Gâzâli, İsfahânî’ye intisap etmiş, ondan ders almış. Ben de “Hocam bize de böyle bir şeyh efendi tavsiye eder misiniz?” dedim. “Oğlum, ben de o mevzuda eksiğim, onun sıkıntısı çekiyorum. Birisini duyuyorum. Eğer şu dizlerim yürüse gidip elini öpeceğim, vazife alacağım.” dedi. Hocam o zaman 93 yaşlarında idi. 1956-57’lerde.

Ben “Nerde?” diye sordum. Söyledi. Celal Hoca vardı. Soğanağa’da. Ondan da İhya okuyorduk. Ona sordum, Hocam buralarda bir hocaefendi varmış, duydunuz mu diye. “Tevafuk; benim komşumdur,” dedi. Gittik. Elini öptük. Hocaefendi, Mahmud Sami Efendi’ydi. Bu şekilde bu hayatla da tanışmış olduk. Mahmud Sami Efendi ile daha sonraları Şam’da da görüşmeye devam ettik. Şam’a uğrar, birkaç gün durur, oradan Medine’ye geçerlerdi.

Ne adamlar gelmiş efendim İslâm dünyasında. Ne kitaplar yazılmış. Bizim memlekette bu son yüzyılda okunmamış efendim. Okutmamışlar. Allah istikametten saptırmasın. Allah hayat verecek, imkân verecek, okuyacaksın, okutacaksın. Nefsini kıracaksın. Bu yolda, hizmet yolunda sıkıntılara göğüs gereceksin. Biz neler çektik. Şam’a giderken vize vermezlerdi. Ne zorluklar çektik. Allah istikametten saptırmasın.

Günümüzü değerlendirirsek şayet; karşımıza nasıl bir tablo çıkmaktadır?

Şimdi, nisbeten iyi. Çok kötü günler gördük. Bugünkü hastalık ne? Bir tanesi şu: Hıristiyanları Cennet’e sokma gayreti. Şimdi gelip soruyorlar. Diyorum “kardeşim ben fetva merciî değilim. Fakat şunu diyebilirim ki; şayet bugüne kadar gelen peygamber yolundaki varisler bugünkü Hıristiyanları, Yahudileri, Ehl-i kitabı tutup da kâfir kabul etmişse; bunu kendilerinden değil; bir yere dayandırdıklarından söylüyorlardır. Bir nassa dayandırıyorlardır. Bakın Hûd Sûresi 17. ayette ne diyor Cenab-ı Hak: “… İşte onlar bu Kur’an’a inanırlar. Herhangi bir grup onu inkâr ederse ateş ona vaat edilen yerdir.”

İşte onlar Ehl-i kitaptan olduğu halde peygamberin geldiğini duyar da iman ederse ne âlâ. Etmez, eski bildiği üzere devam ederse; kâfirin ta kendisi. Şimdi sen kim oluyorsun da onları cennete sokuyorsun. Bakın bir hadis-i şerif’te de şöyle geçer:

“İsa (a.s) zamanında kendisine tebliğ olunan dini yaşayan kimse, öldüğünde cennetlik. İsa (a.s)’dan sonra olsa fakat benim geldiğimin farkında olmasa, beni hiç duymasa ve İsa (a.s)’nın  getirdiği emirlere uygun hayat sürse o da Müslüman; ama benim geldiğimi duyduktan sonra eski emirlerin tamamına icabet etse kâfirdir.”

Bugün hastalığın başı bunlar. Her şey gayet açık değil mi! Şimdi bu fikri savunanlar o dereceye geldiler ki efendim; geçen sene 23 Mayıs’ta Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde ne dediler biliyor musunuz: “Bizi bugüne kadar birbirimize düşman tanıtan zihniyete yokuz. (Yani İslâm’a yokuz diyorlar da farkındalar mı, bilmiyorum.) Biz birbirimizin dostu, kardeşiymişiz de haberimiz yokmuş” dediler. Kalktılar, Yahudilerle, hahamlarla, papazlarla kucaklaştılar. İş mi?

Son olarak, ilim yoluna çıkan gençlere neler tavsiye edersiniz?

İşin başı efendim, okuduğunu Allah rızası için okuyacak talib-i ilim. Ondan sonra ilim, çalışmak ister. Sağlam hafız olmak, Hafız olup hafızlığı sağlam tutmak ve unutmamak çok önemlidir bu yolda. İlmin yarısıdır. Hafız olan bir kimse de muhakkak geceleyin kalkıp Kur’an okumalıdır. Bu nimetin şükrü ancak bu şekilde îfâ edilebilir. Buna dikkat etmeli hafızlar. Biraz da yokluğa, sıkıntıya katlanmak ister. Fedakârlık ister. Cenab-ı Hak bizi istikametten ayırmasın

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Mülâkat: Abdurrahman KAYA – Murat USTAKURT