İçeriğe geç
Anasayfa » İMANDAN SONRA İLK MESELE NAMAZ

İMANDAN SONRA İLK MESELE NAMAZ

Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla…

Biiznillahi Teâlâ…

“Hiç şüphesiz namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (Nisâ, 4/103)

Allah Zülcelâl Teala ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz senâlar ve şükürler olsun ki; bizleri hidayete erdirip iman şerefi ile şereflendirdikten sonra bizlere; dinimizin direği ve kulların miracı olan beş vakit namazı da farz kılmıştır.

Rabbimiz bizlere ikâme edeceğimiz her vakit namaza karşılık on sevap bağışlayarak; beş vakit namazını ikâme eden kula elli vakit namaz kılanlar gibi mükâfat ihsan edeceğini de vaad buyurmuştur. Bizler de mü’minler olarak her ibadetin mana, mahiyet, önem ve büyüklüğünü hakkıyla bilip, kavrayıp idrak ederek öncelikle ibadetlere karşı tazim görevimizde eksiklik yapmamaya büyük bir titizlikle gayret etmeliyiz.

Namaz ve diğer ibadetleri terk etmekten daha büyük bir günah, namaz ve diğer ibadetlere karşı tazim göstermeyerek ibadetleri alaya alıp küçümsemektir.

Bundan dolayı Allah Zülcelâl Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de gönderdiği bütün emir ve yasaklara karşı kullarının tazim göstermesini ve onları her şeyden büyük ve önemli görmesini bildirmiştir.

Allah Teâlâ Hazretleri indirdiği emir veya yasaklardan birisini hoş görmemenin bütün amellerin iptaline sebep olduğunu da Sûre-i Muhammed’de,

“… Şüphesiz onlar, Allah’ın indirdiğini hoş görmediler de (O da) onların amellerini boşa çıkardı.” mealindeki ayet-i kerime ve diğer birçok ayet-i kerime ile bizlere bildirmiştir.

Şunu kesinlikle bilmeliyiz ki; ibadetlere ve Allah Teâlâ Hazretlerinin emir ve yasaklarına tazim göstermek Allah Zülcelâl hazretlerine tazim göstermek demektir.

Allah Zülcelâl Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de kullarına, imandan sonra namazdan bahsetmiştir.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) de “Kullar hesap günü imandan sonra ilk olarak namazdan hesaba çekilecektir.” buyurmuştur.

Bizler ise maalesef namazlarımızı; ona karşı göstermemiz gereken hürmet ve tazimi unutup âdet haline getirerek kıldığımızdan dolayı; bırakın Rabbimize yaklaşmayı kıldığımız namazlarla Allah’ın emirlerinden uzaklaşarak yasaklarına doğru yaklaşmaya devam ediyoruz.

Allah Zülcelâl Hazretlerinin kullarına emretmiş olduğu cihad ve şehadet gibi pek çok ferâiz-i ilahiyesi vardır. Fakat bu büyük ibadetleri düşündüğümüz vakit görürüz ki; Allah Teâlâ Hazretleri hiçbirisi için “Bu ibadetler sizleri her türlü günahtan uzaklaştırır.” şeklinde bir beyanda bulunmamıştır. Ama namaz hakkında “Muhakkak ki; namaz sizleri Allah Teâlâ tarafından yasaklanmış hoş görülmeyen her türlü çirkin davranıştan ve kötülükten kurtarır.” (Ankebut, 29/45) meâlindeki ayet-i celileyi ve bunun mana ve mahiyetini anlamaya çalışırsak namazın ne kadar büyük bir ibadet olduğunu en güzel şekilde öğrenmiş oluruz.

Ayrıca, mü’minlerin “Namaz, mü’minin miracıdır.” hadis-i şerifinin mana ve mahiyetini de araştırıp, miraç denilen yükselişle nasıl ve nerelere kadar ulaşabileceklerini öğrenerek, namazlarını o şekilde ikâme etmeleri lazımdır.

Muhakkak ki; namaz ki mü’min kulların miracıdır. Bu miraç için Allah Teâlâ Hazretleri bazı ölçüler koymuştur.

Rabbimiz bize “namaz kılın” diye emretmeyip “namazı ikâme edin” buyurmuştur.

Bir binayı yapmak için malzemeleri bir yere yığmakla bina yapılmış yani “ikâme” edilmiş olamayacağı gibi namaz da şeklen kılınarak ikâme edilmiş olmaz.

Allah Teâlâ Hazretleri namaz için vakitler, şartlar, rükünler, vacipler, sünnet ve müstehaplar koymuştur. Namazın ikâmesi için bu şartların bir araya getirilmesi zarûrî bir ihtiyaçtır.

Tıpkı bir binanın malzemelerini plan dâhilinde bir araya getirerek binayı ikâme ettiğimiz gibi, namaz da şartları yerine getirilerek eda edilirse, ikâme edilmiş olur.

Öncelikle dikkat etmemiz gereken şeylerden biri de vakit meselesidir. Kur’an-ı Kerim’den öğreniyoruz ki; namaz, mü’minler için vakti tayin edilmiş bir ibadettir.

Allah Zülcelâl bir ibadete bir vakit tayin ettikten sonra İlahi iradenin önüne geçerek bu vakitlerin dışında namazları bir araya toplayıp cem-i tehir ve takdim gibi ifadelerde bulunmanın luzumu yoktur.

Hanefi mezhebine göre bu durumun bir istisnası vardır. O da Hac ibadeti esnasında Arafat’ta ve Müzdelife’de vakitlerin birleştirilmesidir. Bu iki istisnâi durumdan hareketle namaz vakitlerini birleştirmek düşüncesine itibar etmemeliyiz.

Her ne kadar bazı müçtehid imamların bu minvalde fetvaları varsa da ayet-i celile ve sünnet-i seniyye İmam-ı Azam Hazretlerinin kanaatine mesned mahiyettedir.

Allah Zülcelal’in “Namaz, vakti tayin edilmiş bir ibadettir.” meâlindeki ayet-i celilesi açıktır. Bu ayet-i celilenin manası mücmel değil, kapalı değil, zahirdir. Ve bu apaçık delildir. Bu açık delilin karşısında fertlerin, âlimlerin bir irade tespit etme hakkı da yoktur.

Müctehid âlimler dahi ahkâmı ispat etmeye yetkili değillerdir. Onlar ahkâmı insanların anlayacağı şekilde ifade etmekle görevlidirler.

Sünnet-i Rasûlillah’ta gördüğümüz salât-ı havf (korku namazı) da bunun uygulamadaki en güzel delilidir. Dikkat edelim; Cenab-ı Hakk, Rasûl-i Ekrem Efendimize savaştasın, tehlikelerle karşı karşıyasın, namazı tehir et daha sonra cem edersin diye bir emir buyurmamıştır.

Onlar da savaş esnasında askerleri gruplara ayırarak namazlarını ikâme etmiştiler. Askerlerin bir safı namaz kılarken diğer safı cephede savaşa devam ediyordu. Mü’minler bir rekât kılınca yerlerini değiştirerek namazlarını ikâme ediyorlardı. Böylece Allah Teâlâ namazı nasıl kılmayı emretti ise, onlar da vazifelerini o şekilde yerine getiriyorlardı.

Bu hususu hem Kur’an-ı Kerim’den hem de fıkıh kitaplarından araştırarak öğrenin ve bazılarının beyanlarındaki cem ifadelerine itibar etmeyin. Biliniz ki; hüküm, Kur’an’la amel etmek gerekir, şeklindedir.

İmam-ı Rabbani Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: “Bir namaz vaktinde kılınmayıp vaktinin dışında cem-i takdim veya tehir ile veya kaza olarak kılınırsa o namaz kabul olsa bile vaktinde kılınan namazın faziletini alması için bin sene namaz kılsa bile yeterli değildir.”

Bundan dolayı bazı insanların konuştuklarına, yaptıklarına aldanıp da vaad edilen büyük mükâfatları kaybetmeyiniz. Namazlarınızı vakitlerinde eda etmekte ihmalkârlık göstermeyiniz.

***

Müezzin Allah Zülcelal nâmına Allahu Ekber (En büyük Allah seni çağırıyor) diye seslenerek insanları namaza davet eder.

Sen de, ya kalkıp bu davete icabet edersin ya da “Allah’ım sen beni çağırıyorsun ama ben işime geldiği vakit namazımı kılarım.” dersin. Ama Rabbimiz olan Allah Zülcelal Hazretleri insana bu iki görüşün hangisinin doğru ve yanlış olduğunu anlayacak kadar akıl ihsan buyurmuştur.

Müezzin “Allahu Ekber” diyerek seni davet ediyor. Bu emri duyunca bizler de “Rabbim beni davet ediyor.” diyerek makam-ı rubûbiyete gitmek üzere abdestimizi güzelce alarak dış azalarımızı temizlediğimiz gibi dua ve tesbihatlarla da azalarımızın iç yönünü temizleyip namazımızı ikâme etmek üzere huzur-i ilahiye gideriz. Bunun için Rabbimiz, “Secde yapacağınız yerlerde ziynetinizi takınız.” buyurmuştur.

Ezanı duyduğumuz vakit “Beni kim çağırıyor, kimin huzuruna gidiyorum?” düşüncesinde olmalıyız.

Huzura varmak üzere gidince imam efendi ile veya kendi namımıza “Allahu Ekber” diyerek ellerimizi kaldırıp “Ey Rabbim! Mâsivâyı yani Sen’den başka bütün varlıkları arkaya atarak huzura geldim.” düşüncesini halimizle Allah Zülcelal Hazretlerinin huzurunda ikrar ederiz.

Takdir edersiniz ki; namazın hakikatlerini izah etmek böyle hudutları belli yazılarla mümkün değildir. Bunun için sizlere bazı hususları hatırlatmak istiyoruz.Bunun gerisi sizlerin ferasetine kalmıştır.

Tekbir alıp ellerimizi bağlayıp Allah’ı tesbih etmeye başlarız. Bu tesbihatı dikkatle düşününüz. Bunları Rabbimizin huzurunda ikrar etmekte olduğumuzu unutmayınız.

“Ey Allah’ım! Seni tesbih ederim,” deriz. Yani hatib ile muhatabı artık karşı karşıyadır.

Ardından “Ey Allah’ım! Zatında, sıfatlarında ve işlerinde asla hiçbir noksanlığın yoktur.” deriz.

Ondan sonra Allah’a hamd ederek yine “Ya Rabb! Senin hamdinle… Zatında, sıfatlarında ve işlerinde kâmilsin.” deriz.

Bundan sonra da “Ya Rabb! senin ismin mübarektir.” diyerek Halik-i Zülcelale esmaları ile muhatap olarak “Ya Rabb! Senin azametinde yücedir.” deriz.

Kul azamet-i ilahiyeyi düşünmeye başlayınca, heybet-i ilahi ve azamet-i ilahinin onu kuşatması gerekir. Namazını bu halde kılan kimse, namazda gerçekten Allah’ın büyüklüğünü tefekkür eder.

Namazda okunan bazı ayetlerin manalarına geçmeden önce kul tesbihatlarda mevcut olan, Allah Teâlâ’nın azametini düşünüp o azamet-i ilahinin karşısında kendisini Allah Zülcelâl’in muhatabı olarak görmeye başlaması miracın başlangıç seviyesidir.

Huzur-i Rabbi’l İzzette ellerimiz bağlı, boynumuz bükük, Rabbimizin kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i, Rabbi okuyup o da ikrar eder. Kul, Allah Zülcelâl’i kemal sıfatlarıyla hatırında tutup Fatiha Sûresi’ni okumaya başlar.

Kul; Rabbinin huzurunda, Rabbini, rahman ve rahim sıfatları ile methetmeye devam eder. Ardından “Ya Rabb kıyamet gününün sahibi sensin.” der.

Bu ayet-i celileyi sadece namazda değil, hayatımızın bütün safhalarında ve her an düşünmeliyiz.

İnsanlar dünya hayatında yerine getiremeseler dahi birçok şey vaad ederler. Ama aynı insanlar ölümün ötesindeki hayat ile ilgili olarak bir şey vaad edemezler. Edecek olsaydılar da kimse buna inanmazdı. İnsanlar ölümün ötesindeki hayat içinde insanı tehdit edemezler, edecek olsaydılar da hiç bir mana ifade etmezdi.

Ardından kul “Ya Rab Sen din gününün sahibisin, mükâfat ve ceza verecek olan da yalnız sensin. Bundan dolayı ben de yalnız sana kulluk ederim. Ve o zaman senden başka bir varlığın yapamayacağı âlemlerde de yalnız sana sığınırım. Senden yardım talep ederim.” der. Kul burada Mevlasına yakınlığını bildirmek için Allah Zülcelal’e “Sen” diye seslenmiştir

Kulun miracı bu şekilde devam ederken rükûlar ve secdelerde eğilip kalkmalar Allah Zülcelal’e karşı “Alnımı senden başkası için yere sürmem.” diyerek Rabbine tevazuunu bildirerek teşehhüde oturur.

Teşehhüd bizlere; Peygamberimizin miraç esnasında huzur-i Rabbi’l İzzette diz çöküp oturduğu anı hatırlatmalıdır.

Gerçek mü’minler bilirler ki; fikir nerede ise ruh da oradadır.

Ruh bedende hapis değildir. O nefs-i mücerreddir. Yani ruh, fikre bağlıdır. Bütün fikir, kulliyeti ile bir yere dönüş yaptığı an ruhen kul o mekânlara yükselmiş olur.

O zaman Peygamberimiz (s.a.v) Rabbine karşı tazim ve tahiyyelerini bildirmek için teşehhüde oturur.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz; “Kulun ta’zim ve tahiyyeleri, ibadât-i maliye ve bedeniyeleri karşılığındaki bütün ibadetler; yalnız Allah’a aittir.” buyurunca Allah Zülcelâl Hazretleri de “Ey nebi! Selam senin üzerine olsun. Rahmet ve bereket de senin üzerine olsun.” buyurur. Rasûl-i Ekrem Efendimiz o şerefli ve heyecanlı anında bile ümmetini unutmayarak “Selam bizim ve Allah’ın salih kulları üzerine olsun.” der ve Allah Zülcelâl’in selamına karşılık verir.

Rasûlullah o anda selamı salih kullara ulaştırdığı gibi, namaz kılan kimse imam ise sağındaki solundaki cemaatine niyet ederek o selamı onlara tebliğ etmiş olur. İmam değilse selamı sağındaki solundaki meleklere tebliğ etmiş olur. O zaman müezzin ve namaz kılanlar “Ey Allah’ım! Sen Selam’sın, selam Senden gelir, Sen âli ve yücesin, celâl ve ikram sahibisin.” diyerek Rasûlullah’ın miraçta Rabbine verdiği selama ittiba etmiş olor. Görüldüğü gibi cemaat imamın selamına karşılık “aleykümselâm” diyemiyor. Çünkü ezel âleminden gelen ilahi selam vasıtalarla bizlere ulaştırıldığı için Allah Zülcelal’e karşı “selam senin üzerine” olsun denilemeyeceğinden kul teşehhüdünde Rabbimizi muhatap alarak “Ya Rab! Sen Selam’sın, selam Senden gelir, Sen âlisin.” diyerek miracını tamamlamış olur

***

Namaz ruhânî bir mirac olduğu gibi muttaki tasavvuf ehlinin insanlığa gösterdiği manevi yollar da birer mirac-ı ruhânîdir. Gerçek maneviyat ehli, ilim sahipleri tasavvufî terbiyelerinde, namazda bizlere bildirildiği gibi bir yolu takip ederek evvela masivayı arkaya atıp, kulun namazda Rabbine yöneldiği gibi müntesibi bulunduğu kimseyi bütün külliyeti ile Rabbine yönlendirir. O insan da yerdeki ve göklerdeki varlıkları tefekkür ederek masivadan uzaklaşarak ilmen Allah Zülcelale ulaşır.

Kul tıpkı Hz. İbrahim (a.s) gibi canlı cansız, akıllı akılsız varlıkların hiçbir şeyi yaratamayacağı inancına varmak için kâinattaki varlıkları düşünmeye başlar.

Çıktıkları bu yolda karşılaştıkları şeyler, “Kimin eserisiniz, sizleri kim yarattı?” sorusuna hal lisanı ile “Allah’ın eseriyiz, bizleri, O yarattı.” cevabını verirler.

Kul “İşlerinizi yaratan, sizleri konuşturup, gördürüp, işittiren ve sizlere ilim ihsan eden kimdir?” diye sorunca bütün varlıklardan yine aynı cevabı alır: “Allah” .

Yani “Kainatta olup biten ne varsa, yeşeren ağaç yapraklarını, kuruyup dökülen bitkileri, ölen ve dirilen varlıkları meydana getiren kimdir?” sorusu karşısında sadece “Allah” sedasını duyarlar. Bu azamet-i ilahi karşısında Rasûl-i Ekrem Efendimiz diz çöktüğü gibi kullar da Huzur-i Rabbi’l İzzette diz çöküp vâsil-i ilellah mertebesine yükselirler.

Bundan sonra kul tekrar dünya alemine dönerek Allah Teala neye ne şekilde bakılmasını istiyorsa, neyi nasıl tanıtıyorsa, doğru ile yanlışı hak ile batılı birbirinden nasıl ayırmışsa o şekilde davranmaya gayret eder.

Velhâsıl-ı kelam, Allah Zülcelâl Hazretleri varlığa nasıl bakmamızı istiyorsa o varlığı öyle görmeye çalışan, onu emredildiği şekilde dinlemeye ve değerlendirmeye gayret eden muttakî mürşidler müntesiplerine Allah Zülcelâl’e vâsıl olma yolunu öğretirler. Talebeleri de tarikat yolunun ve namazın, kulun Allah’a hakkıyla ulaşmasına vesile olan birer yol olduğunu öğrenirler.

Selam hakkıyla namaz kılıp mevlasına kavuşanlar üzerine olsun.