Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemin. Ves-salâtü vesselâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İnsanın sorumluluğu ergenlik (buluğ) çağına girmesiyle başlar. İnsanın ilk sorumluluğu da bu âlemi yoktan var eden tek yaratıcıyı kabul edip O’na inanmaktır.
İnsan bu âleme gönderilirken, cevherinde Allah Teâlâ’nın rubûbiyetini, kendisinin ubûdiyetini ihtiva eden bir fıtrat ile donatılarak gönderilmiştir.
Allah Teâlâ, fıtrî olan bu imanı nefislerimize koymuş, insanı yemeğe içmeğe nasıl ihtiyaç duyacak halde yaratmışsa, inanmaya da öylece ihtiyaç duyacak şekilde yaratmıştır. Deliler bile akılları olmadığı halde yeme ihtiyacını duyarlar.
Allah Teâlâ, insana bu fıtrî kabiliyetinin yanı sıra bir de akıl vermiş, onu da, kâinatta varlığına delil olan ayetleriyle kuvvetlendirmiştir. Muhatap olarak da bu aklı kabul etmiştir. İnsan kendisine verilen bu akıl sayesinde sorumlu tutulmuş, akıl nimetinden mahrum bırakılan deliler ise sorumlu tutulmamıştır.
Ebu Hureyre’nin (r.a) naklettiğine göre Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Aziz ve Celil olan Allah, aklı yaratınca ona “Kalk!” dedi. O da kalktı. Ona “Dön!” dedi, o da döndü. Sonra ona “Otur!” dedi, o da oturdu. Buyurdu ki “İzzetime yemin olsun ki, senden daha hayırlısını, daha iyisini, daha üstününü, daha güzelini yaratmadım. Seninle alır, seninle veririm, seninle bilinirim. Seni hesaba çekerim; sevap da sana, ceza da sanadır.”1
Kendisine akıl nimeti verilmiş olan insan, ister tek başına kendini bir çölde veya ormanda yaşar bulsun, ister insanların arasına karışsın, isterse kendisine davet ulaştıracak insanlarla beraber olsun; önce aklı ile Allah Teâlâ’yı kabul etmek zorundadır. Bu, aklın en temel vazifesidir. Akıl, insanı buna mecbur etmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de, “Gökleri ve yeri var eden yaratanın varlığında hiç şüphe olur mu?”2 Yani, siz de bilirsiniz ki bu eşsiz ve benzersiz âlemi yaratan, onu en mükemmel ahenk ve nizam ile düzenleyen bir yaratıcının varlığında aklı olan asla şüpheye düşmez. Allah Teâlâ bütün âlemi, varlığına delil olarak ortaya koymuş, yaratmasındaki kudretini akıl sahiplerine göstermiş, bu âlemin yaratılmasındaki hikmeti çözme görevini de yine akla havale etmiştir. Allah Teâlâ’nın, hidayet kapısını açık tutup hidayetten men etmedikleri de bu inceliği sezmeğe fırsat bulmuş, akıllarını kullanarak kâinatı var edene iman etmeğe imkân bulmuşlardır. Aklın insana kazandırdığı bu iman aklî olan bir imandır. İnsanın ilk sorumluluğu da aklî olan bu imandır. İnsan bu safhada aklın güzel gördüklerini yapma ve kötü gördüklerini de terk etme durumundadır. Şer’î (şeriâte dayalı) iman, aklî olan bu iman üzerine bina edilir. Peygamber daveti ulaşmayan bir kimse için de aklî iman mecburidir. Kendisine peygamber daveti ulaşan bir kimse, şer›î olan iman ve şer’i ahkâm ile mükellef olur. Ondan sonra “Ben aklî iman ile iktifa ederim.” deme hakkı artık kalmaz. O zaman ‘lâ ilâhe illalâh’ın yanına, ‘Muhammedürrasûlullâh’ın da eklenmesi mecburiyeti doğar. “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip “Bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız.” diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçek kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.”3 Bu şer’î imanın şartıdır.
Fetret dönemlerinde yaşayanlar, kendilerine peygamber tebliği direk veya dolaylı yoldan ulaşmamış olanlar, akıllarını kullanarak âlemi yaratan bir yaratıcıya iman etmeseler bundan dolayı sorumlu tutulurlar ve azap görürler. Mâtürîdî mezhebinin görüşü böyledir.
Eş’arî mezhebine göre, peygamber tebliği kendilerine ulaşmamış olan insanlar imandan sorumlu değillerdir ve onlara azap edilmeyeceklerdir. Her iki mezhep de kendi mezheplerinin doğruluğunu gösteren deliller ileri sürmüşlerdir.
Mâtürîdî mezhebine göre kendilerine tebliğ ulaşmayanların, yaratıcılarına aklen inanmalarının zaruri olduğunu gösteren deliller şunlardır:
Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselamın neslinden söz aldığını şöyle beyan eder: “Kıyamet günü biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin âdemoğullarının zürriyetlerini bellerinden çıkardı. Onların kendilerini kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyiz?” dedi. Onlar da “Evet, sen bizim Rabbimizsin, biz de buna şahit olduk” dediler.”4
Yahut “Daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onların peşinden gelen bir nesildik (onların yolundan gittik). Batıl işleyenlerin yüzünden bizi helak edecek misin?” dememeniz için böyle yaptık.”5 Ayetten anlaşılan, insanlar dünyaya gönderilirlerken iman hazırlığı ile gönderilmişlerdir. Bu iman onların mayasına konulmuş ve bi’l-kuvve mevcuttur. Tebliğ ulaşmasa da, imansızlıklarına mazeret üretmesinler diye onlardan söz alınarak bu iş bitirilmiştir. İnsanlardan alınan bu mîsâk sözü nasıl ve nerde alındı? Bu husus ayet-i kerimede kapalı olarak bildirilmiştir. Rasûlulah (s.a.v)’e nispet edilen bir hadis-i şerifin bu hususu izah ettiğini görmekteyiz. İbn Abbas, Rasûlullah (s.a.v)’den şöyle nakletti:
“Allah Teâlâ, insanoğlunun sulbüne koyduğu bütün nesilleri Âdemin (ve âdemoğullarının) belinden Na’man”da çıkardı ve zerreler misali önüne saçtı. Sonra onlara karşı konuşarak söz aldı.”6
Na’man kelimesi, Taif yolunda, Arafat’a çıkan bir derenin adıdır. O zaman hadis-i şerifin manası, “Arafat’a çıkan derede Âdem neslini zerreler halinde çıkardı ve onlardan söz aldı.” olur. Bu Na’man kelimesi, ‘nun’un, zammıyla (ötre) Nu’man diye okunursa, kan manasına gelmektedir. O zaman da hadisin manası, “Âdem neslini kanın içinden zerreler halinde çıkardı ve onlardan söz aldı.” olur.
Buna göre bu mîsâkın, her insanın, ana rahmine embriyo olarak düştüğü zaman, kan içerisindeyken alınmış olması muhtemeldir. Allahu a’lemü bi’s-sevâb (Doğruyu en iyi bilen Allah’tır.).
İbrahim (a.s) daha çocuk yaşta iken, akıl yürütüp kâinattan deliller çıkararak Allah’ın varlığına ulaşmayı başardığını Kur’an bize haber vermektedir: “İbrahim, babası Azer’e: “Bir takım putları ilahlar mı ediniyorsunuz? Ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.” demişti.”7
“Güneşi doğarken görünce de, “Rabbim budur, zira bu daha büyük.” dedi. O da batınca dedi ki: “Ey kavmim! Ben sizin (bu âlemin sahibine) ortak koştuğunuz şeylerden beriyim.”8 dedi. Burada İbrahim (a.s) hem Allah’ın varlığına, hem de birliğine istidlal etmiş. Aklı ile şirki reddetmiştir. Bu delillendirmeyi daha çocuk yaşta iken kendisine peygamberlik gelmeden yapmıştır.
“Sen yüzünü hanîf olan dine, Allah insanları hangi karakterde yaratmışsa ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.”9 İnsanın yaratıldığı karakter inanç meselesinin temelidir. Şayan-ı dikkattir ki, ders olsun diye Rasûlünün şahsında bize, fıtrata göre olan dine ve o fıtrat dininin saflığına dönmeyi emretmiştir.
Rasûlullah (s.a.v) “Her doğan (selim) fıtrat üzere doğar. Ana ve babası onu ya Yahudi, ya Hıristiyan ya da Mecusileştirir.”10 Başka bir rivayette “ya da müşrikleştirir.” buyurmuşlardır.
Bir hadis-i kutside de, “Bütün kullarımı hanîf olarak yarattım. Şeytan onların (bir kısmını) dinlerinden döndürdü.”11 buyurulmuştur. Başka bir rivayette “Allah Teâlâ Âdem’i ve evlatlarını hanîf Müslüman olarak yarattı.”12 buyurulmuştur. Buna göre insan dünyaya münkir ve müşrik olarak değil, muvahhit bir mü’min olarak gelmektedir. İnsana düşen vazife de bu halini koruyup şirke düşmemektir.
Temel fıtratları itibarıyla hanîf Müslüman olarak yaratılanlar; tebliğden sonra inanırken yeni bir şey ihdas etmiyorlar, bilakis bu fıtrî veya aklî olan imanı, şer’î (şeriâte dayalı) imanın ve şer’î amelin temeli yapıyorlar.
Burada zikredilen ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, Allah Teâlâ’ya iman hususunda aklın tek başına sorumlu olduğunun delilidir.
Eş’arî mezhebinin ileri sürdüğü delillere gelince:
“O küfredenler, bölükler halinde cehenneme sürülür. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır. Bekçileri onlara: “Size, içinizden Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi?” derler. Onlar, “Evet, geldi.” derler. Ama azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur.”13 Ayetten, şeriât gelmeden önce teklifin olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü melekler, “Size elçi gönderilmedi mi?” diyerek onlara azabın edilme sebebini, elçilere icabet etmemelerine bağlamışlar, onlar da bunu kabul ederek elçilere uymadıklarını itiraf etmişlerdir.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de, “Biz, rasûl göndermedikçe azap etmeyiz.”14 Burada azabın edilmemesi elçilerin gönderilmemiş olmasına bağlanmıştır. Zahiren ayetten anlaşılan budur.
Ahmed bin Hanbel’in müsnedinde nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Dört sınıf insan kıyamet gününde kendilerine azap edilmemeleri gerektiği hususunda delil getirir, kendilerini müdafaa ederler. Bunlar; sağır, ahmak, ihtiyar ve fetret döneminde yaşayan, kendisine peygamber tebliği ulaşmamış kişi. Sağır, “Rabbim! İslam dini geldi ama ben bir şey duymuyordum.” der. Ahmak olan, “Rabbim! İslam geldi ama çocuklar beni aptal sayıp bana hayvan tersi atıyorlardı.” der. Yaşlı düşkün ise, “Ya Rabbi! İslam geldi ama ben bir şeyi akledip düşünemiyordum.” der. Fetret döneminde ölen ise, “Rabbim! İtaat etmeleri için insanlardan söz alan bir elçi bana gelmedi. der.”15 Bu hadis-i şeriften ve yukarıdaki ayetlerden anlaşılan; kendilerine tebliğ ulaşmayanlara azabın olmayacağıdır. Eş’arî mezhebi, Mâtürîdî mezhebine karşı bu delilleri öne sürmüştür.
Eş’arî mezhebinin delilleri dikkatle incelenirse görülecektir ki, onların delilleri aklî olan imanı değil de şer’î olan imanı ve ahkâmı esas almıştır. Hâlbuki akıl tek başına Allah’a inanma hususunda ehil kılınmasına rağmen bir din ihdas etme hususunda akla salâhiyet ve yetki verilmemiş, bilakis akıl bu sahada dini anlamada bir araç olarak kullanılmıştır. “Biz rasûl göndermedikçe azap etmeyiz.” ayeti, râsûl göndermedikçe şeriât hususunda sorumlu tutmayız demektir.
Fahri Râzî’nin izahına göre, ‘Biz, rasûl göndermedikçe azap etmeyiz.’ ayeti iki hususa işaret etmektedir. Bunlardan birisi, “Akıl, mahlûkâta gönderilen ilk rasûldür. Eğer o akıl olmasaydı hiç bir nebinin risaleti düşünülemezdi. Bilakis asıl rasûl, akıldır. O zaman ayetin manası şöyle olur: “Biz akıl elçisini göndermedikçe azap etmeyiz.”16 Akıl onlar için bağlayıcı delil olmasaydı, elbette ki hiç bir nebinin “Ben, Allah tarafından gönderildim.” sözü geçerli olmazdı. Çünkü elçilere, “Siz kimsiniz, sizi kim rasûl gönderdi?” diye nübüvvete itirazdan önce Allah’ın varlığına itirazlar vaki olurdu. Cahiliye Araplarının olsun, onlardan önce geçen kavimlerin olsun peygamberlerine itirazları Allah’a iman hususunda değil, gönderilen elçinin hakikaten Allah tarafından gönderilip gönderilmediği hususunda idi. Çünkü onlar Allah’a ibadetin yanı sıra putlara da tapıyorlardı. Hiçbir peygamber Allah Teâlâ’yı ispat için gönderilmemiştir. Bilakis Allah Teâlâ’ya şirki ortadan kaldırmak için gönderilmişlerdir.
“İnsanlara dışarıda ve kendi içlerinde ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki onun hak olduğu onlara âşikâr olsun.”17 Kadı Beydâvî, bu ayet-i kerimeyi açıklarken “Onlara âşikâr olanın, Allah Teâlâ’nın varlığıdır.” diye izahta bulunmuştur. İnsanın iç âlemindeki duygu ve düşünceler, o duygu ve düşüncelerin insana hatırlattığı ve gösterdiği ibretler, dış âlemdeki varlığına ve birliğine delalet eden alametler tefekkür melekelerimizi harekete geçirmek için Allah Teâlâ tarafından içimize ve önümüze konulmuş şer›î olmayan kevnî ayetlerdir.
Cennete girmenin şartı iman, cehennemde ebedi kalmanın sebebi ise küfürdür. İçine dön, kendine bak. Başını kaldır, dışındaki şu âleme bir bak. Bunları en ince hesaplarla tanzim edip düzenleyen, seni ve bu âlemi yaratanın Allah olduğunu gör. Sonunda hesabı Ona vereceğini anla.
Bize biri deli dese, deli olmadığımızı ispat için o kimseye bin bir delil getiririz. Bunu başaramazsak onunla kavga eder, sonunda akıllı olduğumuzu ispat ederiz. Madem böyledir. Bugün her türlü bilginin harman olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Böyleyken, “Ben iman hususunda aklımı kullanmadım, risâlet davetini duymadım, bir din ve şeriâtten haberim yoktu…” gibi sözleri kime karşı, nasıl mazeret olarak kullanabileceğiz?
Allah’ın en sevmediği şey israftır. Bizi yaratıp bu kadar masraf yapan Allah, bizi boş yere mezarda böcekler yesin diye mi yarattı? Zaman varken çok iyi düşün, başını ellerinin arasına al, kendine acı ve kararını ver. Çünkü bu hayat elden çıktıktan sonra bir daha bu hayata geri dönüş olmayacaktır.
Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
1 Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, 2-235
2 İbrâhîm, 14/10
3 Nisâ, 4/150-151
4 A’râf, 7/172
5 A’râf, 7/173
6 Müsned-i Ahmed, 4-267
7 En’âm, 6/74
8 En’âm, 6/78
9 Rum, 30/30
10 Müsned-i Ahmed, 12-104
11 Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1-158
12 Mu’cemü’l-Kebir,17-363
13 Zümer, 39/71
14 İsrâ, 17/15
15 Sahih-u İbn-i Hibbân, 16-356
16 Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, 20-313
17 Fussilet, 41/53