İçeriğe geç

İNSANINMUHAFAZA VAZİFESİ*

Allah Zülcelâl ve’l-Kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ne Celâl zâtına, Kemâl sıfatlarına lâyık hamd ü senâlar, şükürler olsun ki bizlere en büyük nimet olan iman nimetinden sonra sağlık-sıhhat ve afiyet nimetlerini de nasip ve müyesser buyurmuştur.

Bu nimetleri bizlere ihsan buyuran Rabbimiz Allah Teâlâ Hazretleri, mahşerde Rasûlullah’ın sancağı altında arş-ı A‘lâ’nın gölgesinde, cennet âleminde, Rasûlullah’ın komşuluğunda da bir araya gelip o âlemden Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin Cemâlini müşahede etmeyi de bizlere nasip ve müyesser buyursun.

***

İnsanoğlu dünyaya gelişi ile ezelden ebede doğru giden şerefli bir yolun yolculuğuna başlamıştır. Elhamdülillah, bizi yaratan Rabbimiz bu tahsisatı bizlere bağışlamış ve bu yolda bizleri muvaffakiyete erdirmek için bütün imkânları hazırlayarak bizleri kendi kendimize bırakmamıştır. Yol göstermek için ilâhî kitaplar ve peygamberler göndermiş ve bu yolda bu ana kadar bizleri “Hafîz” isminin tecellîsi olarak muhafaza buyurmuştur.

Bütün bu ihsanlar karşısında biz insanoğlundan da kendisine vermiş olduğu nimetleri hiç bir zaman unutmamamızı istemiştir:

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ

“Rabbinin sana olan nimetini (unutma) yâd et.”[1]

Bu âyet-i kerîmeyi hiç unutmayacağız. Allah Teâlâ, Kendini hiç unutmayan, bir an olsun Ona karşı şükür görevinden geri kalmayan, bütün vazifelerini hakkıyla ifa etmeye koşan Râsulullah’ın (s.a.v) şahsında bizleri uyarmaktadır.

Allah Zülcelâl’in bizlere verdiği nimetlerin hesabını yapmaya kalkacak olursak bunları saymamamız mümkün değildir. Bizlere verilen ve unutmamamız gereken bu nimetleri saymamızın mümkün olmadığını yine Kur’ân-ı Kerîm’den öğrenmekteyiz:

وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَةَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا

“Allah’ın nimetlerini saymaya kalkacak olursanız (imkân yok) sayamazsınız.”[2]

Çünkü ilâhî nimetler sonsuzdur. Allah Zülcelâl, sayıp bitirmemiz mümkün olmayan bu sonsuz nimetleri bizlere ihsan etmiştir. Buna mukabil bize düşen vazife ise her nimetin kıymetini bilmeye çalışmak ve hakkını vermeye gayret etmek olmalıdır. Bir insan, bir nimetin kıymetini, bir eşyanın kıymetini bilmezse muhakkak o eşyayı gereksiz şeylerle çok ucuza değiştirir ve zayi eder. Öyleyse her insan, Allah Zülcelâl’in kendisine verdiklerinin muhasebesini yapmaya gayret etmeli ve acaba benim için şu kâinatta en değerli şey nedir, diye düşünmelidir. Çünkü o zaman sahip olduğun varlıkların kıymetini kavrayarak onları ucuz ve değersiz şeylerle veya az bir bedelle değiştirme gibi bir hataya düşmez.

Peki, insanoğlu evvela neyin kıymetini bilmeli ve neyi muhafaza etmeye çaba sarf etmelidir? Bu soru önemlidir, çünkü bütün mevzuları bir araya getirmek mümkün değildir. Öyle bir araştırma yapmalıyız ki muhafaza edildiği takdirde bütün eşyayı muhafaza etmemize vesile olacak şeyi bulabilelim.

Öyleyse şimdi de “Hafîz isminin sahibi olan Allah Teâlâ neyi, niçin muhafaza eder?” sorusunu sormalıyız. Çünkü Allah Teâlâ en güzel muhafaza edici ve koruyucudur. Bunu öğrendiğimizde bizden istenen kulluk vazifemizi güzelce muhafaza etme yolunda daha büyük bir şevkle koşarız. Böylelikle “Hafîz” sıfatının tecellileri bizde görünmeye başlar ve bizler de emanetleri muhafaza etmenin gayreti içerisinde oluruz.

Allah Zülcelâl, sıfatlarını kullarında görmek ister. İman ediyoruz ki Rabbimizin sıfatlarının hepsi kâmildir ve en güzeldir. Allah Teâlâ, sıfatları insanlarda görünsün diye de insanı yaratmıştır. Allah Zülcelâl’in bizleri nasıl muhafaza ettiğine bir bakın. Yokluk âleminden varlık âlemine doğru bizi yola çıkaran Allah Zülcelâl’in bu ana kadar bizleri nasıl muhafaza ettiğini düşününce aklımızla birçok şeyleri kavrayabiliriz.

Yokluk âleminden varlık âlemine doğru yola çıktığımız andan itibaren âlemlerden âlemlere irtihal ederek yaptığımız bu yolculukta Allah Zülcelâl, bizleri nasıl muhafaza etti? Beşerî bir gücün müdahale kudreti olmadığı günlerde bizzat bizleri muhafaza eden, âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ değil midir?

O bizim bütün azalarımızı bünyemizi ve varlığımızın tamamını koruyup muhafaza etmiş sonra da muhafaza ettiği bu varlığı iki tane muhafaza edici meleğin koruyuculuğuna teslim etmiştir. O ne güzel koruyucudur.

Bir anne ve babanın, yavrularını şefkatle muhafazası da Allah Zülcelâl’in onlara “Hafîz” sıfatıyla tecelli etmesiyle mümkündür. Bu sıfatın tecellisi ile onlar yavrularını muhafaza etmeye başlıyorlar. Bu anne ve babanın muhafaza görevlerini îfâ etmesini maddî ve mânevî yönüyle değerlendirmemiz lazımdır. Ana babalar dünyaya gelişinden itibaren yavrularını maddî yönüyle muhafaza ederler. Bu, insana fıtratında verilen bir özellik olarak ortaya çıkar. Bu muhafaza çok önemli ise de bu muhafazadan yoksun olanların da çeşitli zorluklar içerisinde de olsa yetişmeleri mümkündür. Çevremiz bunun sayısız misalleriyle doludur.

Ama bu muhafaza insan nesline ölümsüzlük getirmez. Kendini ve çocuğunu korursun ama bir bela geldiği vakit onu engelleme gücüne sahip olmadığını görürsün. Ölüm geldiği vakit âcizliğini daha iyi anlar ve ölümü engelleyemediğini de görürsün. Dünyada çok çile, meşakkatin önüne geçmek isteseniz bile bunda da her zaman başarılı olamadığınızı görürsünüz.

Bundan dolayı ana babaların asıl mükellefiyetleri çocuklarının mânevî yönünü muhafaza etmeleridir. Mânevî muhafaza en önemli vazifedir, denilebilir. Yavrularınızı manen muhafaza etmeye başladığınız vakit muhakkak ki onların sevap hanelerini dolduruyor ve böylelikle onlara ölümsüz bir hayat kazandırıyorsunuzdur.

Bir yavrun var. İstemez misin ki yavrum ölmesin? O zaman onun mânevî muhafazası için gayret sarf etmelisin.

Yavrunuzun her sahada ilim sahibi olmasını düşünmez misin? O zaman çocuğunuzu mânen terbiye etmelisin. Çünkü cennet âlemine yerleşmek ancak cehalete sırt çevirip ilme yönelmekle mümkündür.

Cennete yerleşinceye kadar her şeyimiz eksiktir. Dünya hayatında ilim, ulaşılan nokta ile sınırlıdır. Fakat cennet âleminde insanın ilimde ulaşamayacağı bir sınır mevcut değildir. Cennette, “Acaba şu nedir?” diye sorulamaz. Çünkü onun ilmi zaten o kula verilmiştir.

Cenâb-ı Hakk, dünyada kullarına sıfatlarıyla tecellî etmiş ama onları kemalâta erdirmemiştir. Eğer bu dünyada kemalâta ermiş olsaydık zaten dünyadan ayrılmazdık. Her şeyiyle eksik bir dünya, noksan bir dünya, tamamlanmamış bir dünya olduğu için buradan kemalâta ermek üzere ahiret âlemine ve inşallah cennete giderek ilimde kemalâta ereceğiz.

Yavrularınızı fakirlik korkusu olmayan bir servete kavuşturmak isterseniz, onları mânen terbiye edeceksiniz.

Kısaca ifade etmek gerekirse evlatlarınızı hangi sahada ebedî istikbale kavuşturmak istiyorsanız ona göre terbiye edeceksiniz. Felaketlere sürüklenmemeleri için, onları her sahada muhafaza altına almalı ve onlara haram ve helal hudutlarını gönüllerinden çıkmamak üzere öğretmelisiniz.

Evlatlarımızdan evvel dikkatimizi yöneltmemiz gereken en mühim husus ise hiç şüphesiz kendi düşünce, inanç ve yaşayışımızdır. Yani öncelikle dikkatimizi kendimize çekmemiz gerekiyor. Çünkü insan kendini koruyup muhafaza edemeyince neslini de, ailesini de, memleketini de, dünyasını da koruyamaz.

 İnsanlar için Hz. Âdem babamızın dünyaya gelmesiyle “Neyle karşılaşacağız?” diye başlayan bir nefsi muhafaza, koruyuculuk ve bekleyiş vardır.

Bir insan, nefsini muhafaza ettiği gün kendi nesli, ailesi, dini, dünyasıyla birlikte kâinatı da muhafaza etmeye başlar. Bütün bunları sağlayabilmek için dikkatimizi mutlaka kendimize çevirmeliyiz. Bir insan kendine bakarken, kendisinde bir dünyayı ve kâinatı görmeye mecburdur. Onun için Hz. Ali, “Kendinizi küçük bir cisim zannetmeyin, bütün âlemler sizde toplanmıştır.” buyurmaktadır.

Evet, her fert kendini bir memleket olarak, bir dünya olarak görmelidir. Çünkü her insan aslında bir kâinattır. Her fert kendini bu halde görmeye başladığı vakit dünyayı muhafaza altına alabilir. O zaman her şey güven altına girmeye başlar. Demek oluyor ki kişi kendini muhafaza altına aldığı vakit kâinat da muhafaza ediliyor, yerden ve gökten gelen felaketler def ediliyor. Ama fertler kendilerine çekilip nefislerini muhafaza etmezlerse “Sen kendini muhafaza et.” diye birbirleriyle tartışarak kıymetli zamanlarını heba ederlerse hiç kimse muhafaza çemberi içerisine girmemiş demektir.

Böyle toplumlar sadece çok kıymetli zamanlarını kaybetmektedirler. Onun için evvela her insan kendini bir memleket gibi görmeli ve onu muhafaza etmenin gayreti içerisine girmelidir.

* Bu makale, merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin 27.08.2001 tarihinde gerçekleştirdiği Eyüb Sultan Sohbetleri’nden bir bölümdür.

[1] Duhâ, 93/11.

[2] Nahl, 16/18.