Bizimle bağlantıları çok güçlü ve şehirlerimize çokça benzeyen nice ülkeler var ki ülkemizde tanınmaz bilinmezler. Gittiğimizde şaşırırız. Yabancı bir ülke beklerken Türkiye’nin bir şehrine geldik sanırız. Makedonya’nın Üsküp’ü, Kosova’nın Prizren’i veya Bosna-Hersek’in Travnik’i böyledir mesela. Oraya ayak basıp da karşısında minarelerle süslü bir Türk–İslam şehri bulan bizler buna hayretle sevinirken bir o kadar da buralardan habersizliğimize üzülürüz.
İran’ın da bizler için benzer süprizleri var. İran denildiğinde aklımıza neler geliyor? Yabancı bir ırka, farklı bir dile ve mezhebe sahip, Pers imparatorluğunun devamı bir ülke. Halbuki ülkenin hemen her şehrinde Türkçe konuşabildiğimizi fark edince ve hemen her şehrin bir büyük ehl-i sünnet âliminin doğup yaşadığı yer olduğunu fark edince bugüne kadarki kanaatlerimiz hızla değişmeye başlar.
Peki, İran nasıl bir ülke?
“İran… Sabırla dinleyen, uzun, tane tane konuşan insanların ülkesi…”
Sınırı geçip İran şehirlerine girdiğimizde, Türkiye’nin otuz sene öncesinde yaşayan geri kalmış ülke görüntüsü karşılar bizi. “Modern” zihinler, kapitalistleşmemiş bu şehirlerin sokaklarında gezerken, eski tip arabaları ve “demode” cadde ve binaları gördükçe bir nevi acıma hissiyle dolar. Bu his haklı mıdır? Karşımızdaki insanlar gerçekten bizim seviyemize ulaşamamış köhne şehirlerin zavallıları mıdır? Evet, cevabıyla geri dönenler çok şeyi ıskalamıştır kuşkusuz. Kapitalizm silindirinin üstünden henüz geçmediği bu ülke, 21. yüzyılda başka bir hayat da yaşanabilirmiş dedirtiyor insana. Büyük markaların gölgesinden uzak, lüks otomobiller ve batı giyim kuşamının uğramadığı bu ülke tek tipleşen dünyada kendi olarak kalmayı başarıyor. Takdire şayan. Bu orijinalliğini korurken ödediği bedelleri yadsıyamayız. Ancak bizim büyük bütçelerle adeta cam fanus içine alıp güç bela korumaya çalıştığımız otantik doğu şehri orada hâlâ ruhunu koruyarak doğal ortamında yaşıyor. Bu bozulmamışlıktan mıdır bilinmez İran insanında bir sükûn hali hissediliyor. Yaşadığı toprakları seven, mahzun, ağırbaşlı insanlar…
İran… Türklerin ülkesi…
Kuşkusuz sadece Türklerin değil, ancak 9. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar Türkler tarafından yönetilmiş. Askeriyede ve bürokraside de Türklerin ağırlığı hep hissedilmiş. Ülkenin ikinci büyük sanayi şehri olan Tebriz başta olmak üzere birçok şehrin nüfusu Türklerden oluşuyor. Nüfusun yüzde kırkı Türkçe konuşuyor. Bunlardan ne kadar haberdarız? Ülkenin dört bir yanında yükselen Selçuklu şaheserlerinin oraya gidenlerin dünya ve tarih algısında kırılmalar yaşatmaması imkânsız. Hayallerimizdeki bize çok uzak, bu geri kalmış doğu ülkesinde, dedelerimizin izleri Anadolu’dakilerden az değil. Büyük Selçukluların başşehri Rey’in bugünkü Tahran’ın bir semti olduğunu, kaçımız biliyoruz?
İranlıların ve Şiilerin ülkesi… Ama ne kadar?
Çok çeşitli bir etnik yapıya sahip İran. Türkler, Kürtler, Araplar ve başka birçok milletten insan yaşıyor İran’da. Ancak bütün bu etnik unsurlar Farslarla beraber kendilerini iki şekilde tanımlıyorlar: İranlı ve Şii. Siyasi yapıdan bağımsız olarak mezheplerini kimliklerinin önemli bir parçası olarak görüyorlar. İranlılık ise en temel şemsiye. Ülkeye aidiyet anlamında bizden daha fazla milliyetçi oldukları seziliyor. Gelgelelim ülkenin şiiliği tarihî olarak pek yeni. Onbeşinci yüzyıla kadar İran toprakları ehl-i sünnet İslam’ının en önemli merkezlerindendir ve nüfus da çoğunlukla Sünni’dir. Sonraki asırların siyasi cereyanları ülkeyi yavaş yavaş şiileştirmiş. Haritayı açıp ülkenin önemli şehirlerinin isimlerine aidiyet –i’si eklerseniz çoğu, bize bir İslam büyüğünü hatırlatacak. Çok sayıdaki bu duruma bir kaç örnek verelim isterseniz: Tarihiyle meşhur Taberî (Taberan), Meşhur sûfi Beyazıd-ı Bistamî (Bestam), Yusuf el-Hemedanî (Hemedan), Abdülkadir Geylanî (Gilan), Müfessir Ragıp el-Isfahanî (Isfahan), Fahreddin Razî (Rey), Seyyid Şerif Cürcanî (Gürgan), Hâkim en-Nisaburî (Nişabur), İmam Beyhakî (Beyhak), İmam Serahsî (Serahs)… İsmi doğrudan şehirlere nisbetiyle bilinmeyen İmam Gazzali, Molla Camî ve Ferüdiddin Attar gibi önemli isimleri de bu meyanda analım.
İran: Bir devrim ülkesi…
Mollalar, ülkenin hâkimi olduklarını şık kıyafetleri ve mağrur yürüyüşleriyle bile ilan ediyorlar. Ülkede belli tesettür kurallarına uymadan adım atmak imkânsız. İnternetin birçok yaygın mecraları yasak. Humeyni, Hamaney gibi dini ve siyasi liderlerin hemen her yerde karşımıza çıkan portreleri, İran devrimi şehitlerinin poster ve anıtları, şehirlerin bütün büyük caddelerine verilen devrime dair isimler… Her adımda devrimi ve rejimin etkisini hissediyorsunuz.
İran’ı gezmek
İran keyifle seyahat edilesi, tadı çıkarılası güzelliklere sahip. Tebriz’in insanlarıyla sohbet etmek… Mollalar şehri Kum’un heybetli dini havasını solumak… Isfahan’ın bin yıllık camilerinin arasından süzülüp Nakş-ı cihan meydanında ferahlamak… Şiraz’ın bambaşka ikliminde Hafız’ın kabrini ziyaret edip İskender’in yerle bir ettiği efsanevi Pers Sarayı’nın harabelerinde yirmi asırlık ibretlere dalmak… Çöl şehri Yezd’de buzlu meyve suları ve yerel tatlılardan tadıp, Zerdüşt tapınaklarındaki binlerce yıllık ateşleri seyretmek… Ve bütün bu şehirlerde kilometrelerce uzanan otantik İran çarşılarında alışveriş yapmak..
Ayrıntılı gezi tavsiyelerini seyahat rehberlerine bırakıp İran’ın orta bölgelerindeki bir kaç şehirden bahsedelim:
TEBRİZ
Tebriz, Osmanlı’nın birkaç kez alıp geri çekildiği, İran’ın eski başkentlerinden. İran’ın ikinci büyük sanayi şehri. İran’da ilk gittiğiniz şehir Tebriz’se, her konuştuğunuz kişinin Türkçe bildiğini fark edip hala İran’a gelemedik hissine kapılıyorsunuz.
İran’da en görülesi şeylerden biri Cuma namazı olsa gerek. Tebriz sokaklarında gezerken ezandan önce uzunca bir süre ağır ve iniltili melodileriyle ilahiler duyulmaya başlıyor. Peşinden komünist devlet propagandasını andıran farsça vaazlar şehrin bütün caddelerine hoparlörlerle dinletiliyor. Ardından şii tarzı yine ağır ve hüzünlü bir ezan. Cuma namazının kılındığı camilerin içi yaklaşık iki futbol sahası büyüklüğünde. İmam, şatafatlı kümbet gibi bir vaaz kürsüsünden Türkçe-Farsça karışık bir vaaz veriyor.
Tebriz halkı şehrini seviyor. Ülkesi kadar da Tebriz’de yaşamaktan mutlu. Kazara Isfahan’a yapılan “Isfahan dünyanın yarısı” (Isfahan nısf-ı cihan) güzellemesini söyleyecek olursanız hemen ilave ederler, “Eğer Tebriz olmasaydı” (Eğer Tebriz nebaşed). Peki, Isfahan kadar güzel mi? Maalesef. Otuzbeş derece sıcakta bile insanı bunaltmayan havası, geniş meydanları, köprüleri, saray ve camileriyle Isfahan çok daha güzel.
Topraklarının çoğu çöle benzer kıraç arazilerden oluşan İran’da kara yolculuklarında manzara sürekli kahverengi/sarı topraklardan ibarettir. Isfahan, bu çöllerin ortasında tarihin derinliklerinden süzülen klasik mimarisi, yeşili ve hoş iklimiyle nadide bir şehir. Nakş-ı cihan Meydanıyla, geceleri masalsı bir hal alan Siosepol Köprüsü ve şehre Büyük Selçuklu yadigârı Cuma Camii ile tarihi bir doğu şehrini insana tam anlamıyla yaşatıyor. Nakş-ı cihan Meydanı etrafı biblo gibi güzel binalarla çevrili, dünyada görülebilecek en ferah en sevimli meydanlardan biri. Meydanı çevreleyen binalar şehrin dinî, idarî ve ekonomi merkezleri aynı zamanda. Nefis mimarisi ve akustiğiyle İmam Camii şehrin dinî, Âli Kapu isimli hükümet binası siyasî (-ki bizdeki bâb-ı âli’nin daha Türkçe söylenişidir) ve tüm mekânı çevreleyen kapalı çarşı da Isfahan’ın ekonomi merkezidir. Kışın Zayende Nehrine yansıyan ışıklarıyla Siosepol Köprüsü masallardan çıkıp gelmiş gibidir. Yaz akşamları ise kemerlerinde toplanıp farsça şiirler okuyan, şarkı söyleyen Isfahanlıları görmek gerek.
KUM
Kum şehri ülkenin iki büyük dinî merkezinden biri. Burası mollaların eğitim merkezi. Ayrıca birçok abidevi ziyaretgâh burada. Mehdinin, üzerine ineceğine inanılan Mescid-i Cemkeran, devasa meydanı ve kocaman armudi kubbeleriyle etkileyici. Şii inancına göre kutsal kabul edilen on iki imamdan olan İmam Musa Kazım’ın kızı Fatıma Masume’nin kabri de burada. Bu büyük ziyaretgâh dolup taşan ziyaretçilerin vecd halleri ile çok geniş içmekanı ve ince ince işlenmiş aynalı süslemeleriyle nadir görülebilecek bir mistik havaya sahip.
YEZD
Yezd, İran’ın ortasında bir çöl şehri. Yedi bin yıllık tarihiyle dünyanın yaşayan en eski şehirlerinden biri. Toprak sarısı çöl evlerinin arasında dolaşırken antik bir şehrin bozulmamış sokaklarında mısınız yoksa bir film setinde mi tereddüt edebilirsiniz. Şehir silüeti badgir denen soğutma kuleleriyle süslü. Kendine has görüntüsüyle evleri soğutan bu sistem Yezd’in simgelerinden. Dünyadaki sayılı Zerdüşt nüfuslarından biri de Yezd’dedir. Zerdüşt tapınağındaki binlerce yıldır yanan kutsal ateş burada ziyarete açık. Yine Zerdüştlerin ölülerini vahşi hayvanlar yesin diye bıraktığı “sessizlik kuleleri”ne tırmanıp ölüm, yaşam ve insanlık tarihinin binlerce yıllık geçmişinde düşüncelere dalabilirsiniz.
İran coğrafyası, medeniyetimizin beşiği olmasının yanında vize istememesi, ucuzluğu ve dil benzerliği gibi sebeplerle de gezginler için çok cazip bir seyahat rotası. Batılı gezgine her şehrinde çokça rastlanırken Türkiye’den ziyaretçisi yok denecek kadar az. Batıya açılım yapan son siyasi gelişmeler otantik yapısını bozmadan gidip görmek gerek.
Kaynakça
https://tr.wikipedia.org/wiki/İran
Eski dünya Seyahatnamesi / İlber Ortaylı. 2007
Derin Tarih Dergisi, Eylül 2015 sayısı
İran gezi rehberi / Zafer Bozkaya. 2010