İçeriğe geç
Anasayfa » İSLAM ŞERİATININ İKİNCİ KAYNAĞI SÜNNET

İSLAM ŞERİATININ İKİNCİ KAYNAĞI SÜNNET

 

Bismillahirrahmânirrahim

Elhamdü lillahi rabbil âlemîn vessalâtü vesselâmü ala seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihî ecmaîn.

Sünnet lügatte, gidilen yol demektir.  Rasûlullah (s.a.v)’ın risâlet hayatında insanlığa gösterdiği hidayet yoludur.

Bu hidayet yolu, Rasûlullah (s.a.v)’ın sözleri, fiilleri (yaptığı işler) ve takrirleridir. Takrir, sahabe tarafından söylenen sözlere ve yapılan işlere, bunları duyduğu ve bildiği halde ses çıkarmayarak olur vermiş olmasıdır.

Rasûlullah (s.a.v)’ın kavlî, fiilî ve takrirî şeklinde taksim edilmiş sünneti, mütevâtir, meşhur ve âhad haber diye üç kısma ayrılır. Mütevâtir, yani yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan çok sayıda sahabenin, onlardan sonra aynı şartları hâiz, tabiîn ve tebe-i tabiînin naklettikleri sünnetlerdir. Mütevâtir sünnet kesinlik gerektirdiğinden inkârı ve reddi, küfrü gerektirir.

Burada aslolan, sünnet hangi neviden olursa olsun, kesin olarak Rasûlullah (s.a.v)’a ulaşıyorsa, ona bakılması, ona dikkat edilmesi gerekir. Çünkü Allah Teâlâ, Rasûlü için, “Onun emrine aykırı davrananlar başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli azap isabet etmesinden sakınsınlar.”[1] buyurmaktadır. Öyle âhad haber olur ki, bakarsın, o, Rasûlullah (s.a.v)’a kesin olarak ulaşır da kişi bunu fark edemez. Onun için sünnet hususunda her zaman dikkat üzere olmak lazımdır.

Sünnet, Kur’ân-ı Azîmü’ş-şan’dan sonra İslam dininin ikinci kaynağıdır. Bu hususla ilgili olarak Cenab-ı Hak, “Biz Kur’ân’ı sana indirdik ki, sen insanlara neyin indirildiğini açıklayasın.”[2] buyurmuştur. Kur’ân’ı açıklama vazifesi, bu ve emsali ayet-i kerimelerle Rasûlullah (s.a.v)’ın sünnetine bırakılmıştır.

Sünnetin ne demek olduğunun anlaşılması için de, o sünnetin sahibini çok iyi tanımak gerekir. Kur’ân’ın açıklanmasının Ona bırakılmış olması, Onun Allah Teâlâ tarafından risâlet için seçilmiş, fevkalade üstün kabiliyetlerle donatılmış olmasından ileri gelmektedir. Kur’ân Onun etine, kemiğine, aklına ve gönlüne silinmeyecek tarzda nakşedilmiş, Ondan ayrılmaz bir parça haline gelmiştir.

Rasûlullah (s.a.v)’ın olağanüstü kabiliyetini, aklının kemâlini, bedenen, lisanen ve ruhen nasıl yüce meziyetlere sahip olduğunu, ilahî vahye nasıl hazır hale getirildiğini anlamak için, Onun hayatına ve yetiştiği ortama göz atılması lazım ki, Onun sıradan birisi olmadığı anlaşılsın.

Bir defa O, en üstün bir nesebe sahipti.                                         

“Rasûlullah (s.a.v) bir gün minbere çıktı ve “Ben kimim?” diye sordu. Oradakiler, “Sen Allah’ın Rasûlüsün.” dediler. Sonra O, “Ben Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah, mahlûkâtı yarattı, beni onların hayırlısının tarafına koydu. Sonra onları iki guruba ayırdı. Beni hayırlı olan tarafa koydu. Sonra onları kabilelere ayırdı. Beni kabile bakımından hayırlı olanının içine koydu. Sonra onları evlere ayırdı. Beni ev bakımından hayırlı olanın içine koydu. Ben ev bakımından sizin hayırlınızım. Ben nefis bakımından sizin hayırlınızım.” buyurdu.[3]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) yetim olarak büyüdü. Bu yetimlik, Onu hayatın bütün zorluklarına, çilelerine karşı direnecek, dayanacak ve karşılaşabileceği bütün müşkilâtları aşabilecek bir seciyeye ulaştırdı. Kur’ân ile Ona yüklenecek şer‘î ahlâk da zaten maddî ve manevî yönden sağlam bir tabiatın üzerine inşa edilebilirdi.

Göğsü yarılıp ümmetiyle tartıldı. 

“Biz senin göğsünü açıp (risâlet nuru ile) genişletmedik mi? Belini büken yükünü senden alıp atmadık mı.”[4]   Rasûlullah (s.a.v)’ın göğsü yarılarak manevî ameliyata tabi tutuldu. Böylece vahye hazır hale getirildi. Kendisine manen ağırlık veren ve kabiliyetinin teâlîsine mâni olan unsurlar ondan alındı.

Bu ameliyatın sonrasını Rasûlullah (s.a.v) şöyle anlatır: “Mikail, Cebrail’e: “Onu ümmetinden on kişi ile tart.” dedi. Beni onlarla tarttı. Ben onlardan ağır geldim. “Onu ümmetinden yüz kişi ile tart.” dedi. Beni onlarla tarttı. Ben yine onlardan ağır geldim. “Onu ümmetinden bin kişi ile tart.” dedi. Beni onlarla tarttı. Ben onlardan da ağır geldim. Bunun üzerine: “Artık onu tartmayı bırak. Vallahi, onu bütün ümmetiyle tartacak olsan yine de o ağır gelir. dedi.”[5]

O, en üstün akla sahipti.

Rasûlullah (s.a.v), en üstün bir akla sahipti. O, şöyle buyurdu: “Vallahi, ben önümden gördüğüm gibi arkamdan da öyle görürüm.”[6] Ayşe Validemiz (r.anha), “Rasûlullah, ışıkta gördüğü gibi karanlıkta da öyle görürdü.”[7]  demiştir.

Tâbiînin hükemâsından Vehb b. Münebbih, “Rasûlullah (s.a.v) akıl bakımından insanların en üstünü, fikir bakımından en faziletlisiydi. Okuduğum kitapların tamamında şunu gördüm: Dünyanın başından yıkılışına kadar, Rasûlullah (s.a.v)’ın aklının yanında diğer insanlara verilen akıl, dünyadaki kum taneciklerinden ancak bir tanesi kadardır.” demiştir.[8]

O, fesahat ve belagat sahibiydi.

O, fasih Arapçayla sütannesinin yanında tanıştı.  Mekke’de ileri derecede şifahî olarak Arap edebiyatına şahit olduğunu İmruü’l-Kays’ın şu beytini okumasından anlıyoruz:

Sana bilmediklerini, günler ortaya çıkaracak.

Azıklayıp göndermediklerin, sana haberlerle gelecek.

Bu şiiri, tasalı olduğu zamanlarda sağ elinin parmağını, sol elinin içine vurarak terennüm ederdi. Kendisine cevâmiu’l-kelim (özlü ve toplu söz söyleme) ihsan edilmişti.[9] Onun hadis-i şeriflerini okuyanlar, uzun izahlarla ifade edilmesi gerekenleri, Onun nasıl iki kelime ile özetlediğini göreceklerdir. Bütün bunlardan, Rasûlullah (s.a.v)’ın Arap dilinin fesahat ve belagatine aşina kılındığını da anlıyoruz.

 

Ona vahiy, Hira Dağı’nda inzivadayken geldi.  

Yetiştiği Hicaz bölgesinde mektep, medrese namına bir şey bulunmuyordu. Kendisi okuma yazma bilmiyordu. Zaten kendisi de ümmî birisiydi. İnsanlardan bir hocası da yoktu. O bölgede âlim şöyle dursun, okuma yazma bilenlerin sayısı dahi parmakla gösterilecek kadar azdı. Onun öğretilmesi, terbiye edilmesi insanlar tarafından değil, bizâtihî Allah Teâlâ tarafından olmuştur. İlahî emanetin kendisine tevdî edilme zamanı yaklaşınca Onu bir yalnızlık hissi kapladı. Hira Dağı’nda inzivaya çekildi. Hira Dağı’ndaki bu inziva hayatıyla, içini dünya ve içindekilerden arındırdı. Bu hâl, Onu derin bir fikir ve gönül enginliğine ulaştırdı.

Cebrail (a.s.), Rasûlullah (s.a.v)’ın haberi olmadığı, bilmediği ve böyle bir şey beklemediği,  Onun iradesi ve isteği dışında ilk vahyi getirdiği zaman Ona, “Oku.” dedi. O da: “Ben okuma bilmem.” deyince, Cebrail (a.s.), Peygamberimizi (s.a.v) iki aguşu arasına alarak takati kesilinceye kadar sıktı. Ve bıraktı. Yine, “Oku” dedi. O, “Ben okuma bilmem.” deyince tekrar takati kesilinceye kadar sıktı. Yine Ona, “Oku.” dedi. “Ben okuma bilmem.” deyince yine onu aguşu arasına alarak sıktı ve bıraktı.[10]

Buhari’deki bu rivayette, Cebrail (a.s.)’in onu son sıkışında  “Takatim kesilinceye kadar” ifadesi bulunmamaktadır. Yani Cebrail (a.s.)’in, Onun takatini kesmeye daha gücü yetmedi. Bu rivayete binaen, daha işin başında Onun kabiliyeti vahyi Ona taşıyan melekten daha üstün hale geldi. Böylece o göklerin ve yerin almaktan imtina ettiği ilahî emaneti, almaya liyakat kesbetmiş oldu.

Ona, bütün peygamberlerin hidayet yoluna uyması emredildi.

Allah Teâlâ, En‘am Suresinde on sekiz peygamberin adını sayarak onlara hidayet ettiğini, bu peygamberlerin babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarına da hidayet edip onları seçtiğini beyan ettikten sonra Peygamberimize (s.a.v), “İşte o peygamberler, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayet yoluna uy.[11] buyurmuştur. O peygamberlerin hidayet yolu da, onların iman ve güzel ahlâkta takip ettikleri yoldur.

Peygamberimiz (s.a.v), “Ben mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur.  Tamamlanması icap eden bir şey, elbette ki eksik demektir. Peygamberler dâhil bütün insanlık bu ahlâkta eksik haldeydi.  İşte o eksiği Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) tamamlamıştır.

O peygamberlerin kimi züht, kimi iffet, kimi sabır, kimi cömertlik, kimi şecaat, kimi adalet, kimi şükür, kimi sıdkta ileri gitmişti. Hülasa, bu peygamberlerin her biri mekârim-i ahlâkın birinde temayüz etmişti. Rasûlullah (s.a.v) ise bu ahlâkların tamamını kendinde toplayarak huluk-ı azîm sahibi olmuştur. Cenab-ı Hak da Onun hakkında, “Habibim muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.”[12]  buyurmuştur.

Rasûlullah (s.a.v) da: “Beni Rabbim edeplendirdi. Edep ve terbiyemi de en güzel surette yaptı.” buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in birinci muhatabı Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’dir. Allah Teâlâ’nın muradını da en iyi bilen O’dur. O, Kur’ân-ı Kerim’e, Allah Teâlâ’nın emrettiği ve Onun murad ettiği şekilde inandı, yaşadı ve ahlâk haline getirdi. Yaşayıp ahlâk haline getirmediği hiçbir hüküm bırakmadı. Emredilenleri yaptı. Nehyedilenlerden sakındı ve sakındırdı. Ümmetine güzel bir numûne oldu. Bir ümmetin kıyamete kadar ihtiyaç duyacağı bütün mesâili tebliğ etti.

Ayşe Validemiz (r.anha)’e Rasûlullah (s.a.v)’ın ahlâkından sorulduğunda: “Allah Teâlâ’nın Kur’ân’daki: “Muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin.”[13] sözünü okumaz mısınız? Onun ahlâkı, Kur’ân’ın ahlâkıydı.”[14] demiştir.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Kur’ân nazil oldukça, gelen ayetlerin her birini tazesi tazesine öğreniyor, sıcağı sıcağına kavrıyor, onu akıl, gönül ve vücut aynasına nakşediyordu.   “Oku!” emrinin bulunduğu ayet-i kerimelerden sonra inzâl olan suredeki, “Şüphesiz biz senin üzerine (taşınması) ağır bir söz atacağız. (indireceğiz).”[15] ve “Rabbinin adını an, bütün mâsivâdan (Allah’tan başka her şeyden) kop ve Ona dön (kilitlen ki, O da seni kendisinden başka her şeyden kessin.)”[16] ayetleriyle birlikte nefesleri kesen, nefisleri ezen, bedenleri çökerten, develeri dahi inzâl anında yere yığan, soğuk mevsimlerde inzâl anında buz gibi terler döktüren vahyin ağırlığına muhatap oldu.   Allah Teâlâ, nebîsini, gece ve gündüz farklı vazifelerle yükümlü tuttu. Ona böylesine ağır vazifeleri yükleyerek Onu adım adım kemâlâta ulaştırdı. Görülmektedir ki, Kur’ân Onu bir hamur gibi yoğurdu. Kendi kalıbına döktü. O yürüyüp hareket eden canlı bir Kur’ân haline gelirken, Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân cansız bir levh-i mahfûzdan, canlı bir levh-i mahfûza intikal etmiş oldu.

Peygamber Efendimiz dinî ve dünyevî yönden kemâlât ve faziletlerin tamamını, bütün peygamberlerde, evliya ve asfiyada bulunan ahlâkları, daha yüksek bir seviyede kendinde cem etti.  Bütün bu kemâlâtlarla teçhiz edilen Rasûlullah (s.a.v)’ın din hususunda yanlış yapma ihtimali ortadan kalkmış oldu.

[1] Nûr, 24/63.

[2] Nahl, 16/44.

[3] Tirmizi, 5-543; Kenzü’l-Ummâl, 11-415.

[4] İnşirâh, 94/1-3.

[5] Hasâis-i Kübra, 1-96;  Âcûri, 3-1422.

[6] Müslim, 1-139.

[7] eş-Şifâ bi Ta‘rîfi Hukuki’l-Mustafâ, 1-163.

[8] a.g.e., 1-162.

[9] Müslim, 1-372.

[10] Buhâri, 1-7.

[11] En‘am, 6/90.

[12] Kalem, 68/4.

[13] Kalem, 68/4.

[14] Müsned-i Ahmed, 41-148.

[15] Müzzemmil, 73/5.

[16] Müzzemmil, 73/8.