İçeriğe geç
Anasayfa » İSLAM’DA CEMAAT

İSLAM’DA CEMAAT

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdü lillâhi rabbil âlemin. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.

Cemaat kelimesi aslen Arapça bir kelime olup “bir araya gelme, toplanma” gibi manalara gelen “ce-me-a”dan türemiştir. Cuma kelimesi da bu kökten gelmektedir.

Toplu halde yaşamak Allah Teâlâ’nın âlemlere koyduğu bir sünneti, bir kanunudur.  Bu, dünyada da böyledir ahirette de böyledir. Uzaydaki galaksi ve onların bünyesindeki sistemlerin tamamının her biri, kendi arasında bir bütünlük ve bir topluluk oluşturmaktadır.   Dünyadaki bütün canlılar da bu topluğun birer parçası durumundadır. Arılara, karıncalara, havada uçuşan kuşlara, sahralarda yaşayan yabani hayvanlara, denizlerdeki canlı çeşitlerine hatta bölge bölge yoğunlaşmış bitki örtülerine varıncaya kadar her şey, tabii olarak bir topluluk ve bir cemaat halindedir.

Dünyanın neresine gidilirse gidilsin, tarihin hangi devrine bakılırsa bakılsın, toplum ve cemaat dışında yaşayan insana rastlamak mümkün değildir. İnsanlık tarihinde müzeye konacak kadar az bir kısmı bundan müstesnadır. Onlar da ya savaş, ya da bir afet neticesinde insanlardan ayrı düşmüş kimselerdir. Hülasa, her şey cemaat halinde yaşıyor ve yaşamaya da devam edecektir.

Tarih boyu yaşamış, hüküm sürmüş olan bütün padişahlar, krallar, beyler, insanları kendi yönetimleri altında topluca, cemaat halinde yaşamaya mecbur tutmuşlardır. Ayrılmak isteyenlere en ağır cezaları vermişler, bu birlikteliklerden kopmayı, ayrılmayı cezaların en ağırı olan ölüm suçu saymışlardır. Gelmiş olan bütün peygamberler kavimlerini Allah’a imana ve kendi etraflarında toplanıp cemaat olmaya ve itaate davet etmişlerdir.

Cemaat, İslamiyet’in olmazsa olmaz şartıdır. İslamiyet, cemaatten ayrılmayı dinden dönme (irtidat) olarak kabul etmiş, ayrılığı ise men etmiştir. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de, “Topyekûn Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Sakın bölünüp parçalanmayın.”[1] diye buyurmuş, İbn Mesud ise burada, Allah’ın ipi diye bildirilenin cemaat olduğunu söylemiştir.

Yukarıdaki ayet-i kerimede, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, sakın bölünüp parçalanmayın” denilerek Müslümanlar tek vücut olmaya çağrıldığı gibi, insanlar imana davet edilirken, asiler tevbeye çağrılırken, Mü’minler imana devama teşvik edilirken, ona kulluk yapılırken, ondan yardım istenirken hep bu cemaat şuurunu taşımamız bizden istenmiştir. İnsanlara bütün emir ve yasakların tamamı hep cemaate hitap tarzında bildirilmiştir.

İslam’ın ilk yıllarından itibaren Rasûlullah (s.a.v) de, kendisine inananları bir cemaat halinde teşkilatlandırmaya çalıştı. İlk Müslüman olanlar, Hz. Muhammed(sav)’in sadece Allah’ın elçisi olduğuna iman ile mükellef tutuluyor, bu cemaatleşme sürecinde Daru’l-Erkam (Erkam’ın evi) üs olarak kullanılıyordu. Rasûlullah (s.a.v), Mekke’de Müslümanlara karşı baskı ve zulüm artınca bir kısım sahabenin sığınmacı olarak Habeşistan’a hicret etmelerine müsade etti.  Habeşistandaki kurulu devlet düzeninin, Rasûlullah (s.a.v)’ın ve Müslümanların orda ayrı bir cemaat halinde teşkilatlanmasına imkân vermeyeceği aşikârdı. Daha sonra Habeş kıralı, – Müslüman olmasına rağmen- Rasûlullah’a haber göndererek, “isterseniz krallıktan ayrılayım, yanınıza hicret edeyim” şeklinde yaptığı teklifi de, orada müstakil bir halde cemaatleşmenin imkânsızlığını gösteriyordu.

Rasûlullah (s.a.v), İslam’ın Habeşistan ve Mekke’de yayılma imkânı olmadığına kanaat getirmiş olacak ki hacc zamanı dışarıdan gelen kabileleri dolaşarak kendisinin ve Müslümanların hicret edebileceği bir yer aramaya başladı. Birçok kabileye hicret için başvurmasına rağmen kimseden olumlu bir cevap alamadı. Ancak Medine’den gelenler ile Mina’da Akabe denen yerde buluşularak, onlardan iman şartı ile birlikte biat aldı.  Bu biat, siyasi cemaat olmanın ilk adımını teşkil ediyordu. İltizam ve intisap cemaatinin kökünün de buraya kadar uzandığını söylemek mümkündür. Ertesi yıl ise biat edenlerin sayısı yetmiş iki kişiye ulaştı. Bu kişiler yapılan görüşmede Medine’ye hicret ettiğinde Rasûlullah (s.a.v)’ı koruyacaklarına söz verdiler. Böylece hicret yurdu Medine olarak kararlaşmış oldu. Medine’ye hicret, Mekke’nin fethine kadar her Müslüman üzerine farz kılındı. Sonra bütün Müslümanlar birer, ikişer Medine’ye hicret etmeye başladılar ve bir yapının taşları gibi birbirlerine kenetlenerek Rasûlullah(s.a.v)’in etrafında tarihin şahit olduğu en muazzam cemaati oluşturdular.

Biz bu yazımızda, Kuruluşundan bugüne kadar İslam’ın bünyesinde meydana gelen cemaatleşme hareketlerini şu başlıklar altında sınıflandıracağız:

1- İktida cemaati. 2- İntisap cemaati. 3- İltizam cemaati. 4- Biat cemaati (siyasi cemaat).

İktida cemaati;  bir mescitte bir imamın arkasında namaz kılmak için toplanan cemaat iktida cemaatidir. Namazı cemaat ile kılmak Hanefi mezhebine göre vacip derecesinde bir sünneti müekkededir. Maliki mezhebine göre sünnet,[2] Şafi mezhebinde farz-ı kifaye, Ahmed bin Hanbel’e[3] ve Zahiri mezhebine göre farz-ı ayndır. [4] Bir kısım ulema, “cemaate gelmek fazilet değil farzdır, fazilet olsa onu terk etmeye ruhsat bulunur ama cemaat farz olduğundan farzı terk etmeye ruhsat bulunamaz” derler. Hanefi ve Maliki mezheplerine göre, cemaati terk eden kimse sünneti, diğer mezheplere göre ise farzı terk etmiş olur. Fakat bununla birlikte namazı eda etmiş sayılırlar.

Namaz, kelime-i şehadetten sonra İslam’ın beş temel şartından ikincisidir. Dinin direği olan namaz, Allah Teâlâ’ya amellerin en sevimlisidir. Cemaatle eda edilmesi ise, ibadetlerin en kuvvetlisi, taetlerin en kıymetlisi, İslam alametlerinin en büyüğüdür. Cemaatle eda edilen namaz, Allah Teâlâ’nın rahmet ve rızasını celp edeceğinden bu namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha faziletli olduğu Rasûlullah (s.a.v) tarafından bildirilmiştir.[5]

Rasûlullah (s.a.v), “Bir adam kırk gün ilk tekbire kavuşarak namazını cemaatle kılarsa, ona iki tane berat yazılır. Bir tanesi cehennemden berat, diğeri ise münafıklıktan berattır.”[6] buyurmuştur. Yine başka bir hadis-i şerifte, “Bir kimse yatsı namazını cemaatle kılarsa sanki gecenin yarısını namazla ayakta geçirmiş gibidir. Bir adam da sabah namazını cemaatle kılarsa gecenin tamamını namazda ibadetle geçirmiş gibi olur.”[7] buyrulmuştur.

Cemaat için, mescitlerin yapı bakımından en büyük olanı ve cemaati en çok olanı seçilmelidir. Evine yakınlıkları aynı olan mescitlerin de, cemaati en fazla ve ilk önce inşa edileni tercih edilmelidir. Nidayı duyan kimselerin cemaati terk etmelerine ruhsat verilmemiştir. Eğer bir bölge ahalisi cemaati topyekûn terk ederlerse hepsi günahkâr olur ve bundan dolayı cezalandırılırlar. Çünkü cemaat İslam’ın alametidir. Ancak tevbe ederlerse artık ceza verilmez. Eğer şahıslar bir özre bağlı olmadan münferit olarak devamlı bir şekilde cemaati terk ederlerse, tazir cezası ile cezalandırılırlar ve şahitlikleri kabul edilmez. Tazirin de en azı üç değnek cezasıdır. Para cezasının daha tesirli olacağını söyleyenler de vardır. Hâkim, hangisini daha fazla caydırıcı görürse o cezayı verir.[8]

Rasûlullah (s.a.v), “İster köyde isterse sahrada üç kişi bulunur da orada ezan okumaz, cemaat olup namaz kılmazlarsa, şeytan onları kuşatır ve Allah Teâlâ’yı onlara unutturur. Sizin cemaat olmanız gerekir. Çünkü sürüden ayrılan koyunu kurt yer” buyurmuştur. Başka bir rivayette ise, Abdullah İbn Ümmü Mektum der ki, “Bir gün Rasûlullah (s.a.v)’a varıp, “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben evi uzak, gözü görmeyen bir adamım. Beni her vakit mescide getirecek birisine de sahip değilim. Medine ise yırtıcı ve ısırıcı hayvanların bol olduğu bir yer. Namazımı evimde kılmam için bana bir ruhsat var mı?” dedim. Rasûlullah (s.a.v) önce bana ruhsat verdi. Sonra ben dönünce geri çağırdı ve bana, “Namaz için okunan “Hayye alassalah (namazı gelin) hayye alel felah (kurtuluşa gelin)” nidasını duyuyor musun? dedi.  Ben de “Evet, duyuyorum.” dedim. O da, “Ben senin için cemaate gelmemene bir ruhsat bulamıyorum.” diye karşılık verdi.”[9]

Yukarıdaki hadis-i şerifte geçen nidanın ezan nidası mı, yoksa ikamet nidası mı olduğu kapalı bulunurken, aşağıda gelen rivayette bu nidanın ikamete mahsus olduğu tahsis edilmiştir.

İbn Huzeyme’deki bir rivayette, “Ümmü Mektum’un “ Ya Rasûlallah! Beni mescide getirecek birini bulamıyorum.” sözüne karşılık Rasûlullah (s.a.v) ona, “Peki, namaz için getirilen ikameti duyuyor musun?” diye sordu. O da “Evet, duyuyorum.” deyince, Rasûlullah (s.a.v), “Cemaatte hazır ol.” dedi. Cemaatten geri kalmasına müsade etmedi.”[10] Bu durumda ezanı duyanların değil de ikameti duyanların cemaati terk etmelerine müsaade edilmemiştir.

Yine Rasûlullah (s.a.v), “Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı ve sabah namazlarıdır. Eğer münafıklar namazlardaki bu fazileti bilselerdi, emekleyerek dahi olsa cemaate katılırlardı. İstedim ki, insanlara emredeyim onlar cemaat olmak için kalksınlar, sonra bir adama emredeyim onlara namazı kıldırsın. Ben de odun alayım bir takım insanlarla cemaate gelmeyen topluluklara gidip evlerini ateşe vereyim.”[11] dedi. Bu hadis-i şerif, sadece Cuma namazına gelmeyenleri kastetmiyor. Aynı zamanda vakit namazına gelmeyenleri de kastettiği şu hadis-i şerifte de bildirilmiştir: Rasûlullah (s.a.v), “Mescidin etrafında bulunup da yatsı cemaatine gelmeyenler ya bu hareketlerinden vazgeçerler, ya da evlerinin etrafını odunlarla ateşe veririm.”[12]  buyurmuşlardır.

Namazını cemaat ile kılan kimseler hem yirmi yedi kat ecir alır, hem de birbirlerini tanımak suretiyle emniyetlerini sağlamış olurlar. Cemaat vesileyle birbirlerinin hastalıklarından-sağlıklarından, varlıklarından-yokluklarından haberleri olmuş olur. Yardıma muhtaç olanlara imkânı olanlar yardım eder. Aralarında zihin ve fikir birliği oluşur. Şeytanın araya sokacağı fitne ve fesatlara karşı ruh birliğini sağlamış olurlar. Tanışları artırarak hem dünya hem de ahirette bunun sayısız faydaları görmüş olurlar.  Camilerin cemaatleri bu düşüncede olmalı, tefrikaya, ayrılığa ve nefrete sebep olmamalılardır.

Medine’de münafıkların inşa ettikleri mescit ayrılığa sebebiyet vereceği ve cemaati parçalayacağından dolayı orada namaz için toplanılmasına Allah Teâlâ müsaade etmemiştir.  Allah Teâlâ, bu mescidi zararlı mescit manasına gelen “Mescid-i Dırar” diye isimlendirmiş ve Rasûlullah (s.a.v)’e de “Orada asla namaz kılma”[13] diye talimat vermiştir.

Ömer Efendimiz ayrılığa sebep olur endişesiyle, sahabenin üçer beşer kişilik gruplar halinde Mescid-i Nebevi’de teravih namazını kılmalarına müsaade etmemiş ve onları kendisinin tayin ettiği bir imam arkasında toplamıştır.

Cemaatin meşru kılınışının sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, namaz vesilesiyle Müslümanların bir şuur ve ideal etrafında bir araya gelip ülfet ve muhabbetle birbirlerine kenetlenmeleridir.

Vessalâtü vesselâmü alâ rasûlina Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhiru da‘vanâ enil hamdü lillâhi rabbil âlemin.

[1] Âl-i İmrân, 3/103.

[2] Mevahibü’l-Celil, 2, 395.

[3] Minhetü’s-Süluk, 1, 164.

[4] Bidayetü’l-Müctehid, c. 1, s. 150.

[5] Buhari.

[6] Camiu’s-Sahih, c. 7, s. 74.

[7] Müslim.

[8] Şiratü’l-İslam, s. 112.

[9] el-Camiu’s-Sahih, c. 5, s. 300.

[10] İbn Huzeyme, c. 1, s. 717.

[11] Müslim.

[12] Müsnedi’l-Mevzui, c.  4, s. 68.

[13] Tevbe, 9/107-108.