İçeriğe geç
Anasayfa » İslam’da Şefaat

İslam’da Şefaat

Bismillahirrahmanirrahim

Elhamdülillahi rabbil alemin. Vessalatü vesselamü ala Rasûlina Muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmain.

Hz. Ömer (r.a.) hilafeti zamanındaki bir hutbesinde, “Rasûlüllah (s.a.v)-zina suçunun cezası olan- recim cezasını uyguladı. Ondan sonra biz de -Ebu Bekir ve ben- uyguladık. Dikkat edin sizden sonra bir taife gelecek recmi, deccalı, şefaati, kabir azabını ve yanıp kömür gibi olduktan sonra bir topluluğun cehennemden çıkarılacağını inkâr edecekler.” diye söylemiş ve dediği gibi de olmuştur.

İnsanımızı bu yanlış düşünceden berî tutmak maksadıyla biz de bu yazıyı İslam’da şefaat mevzusuna ayırdık. Gayret bizden, tevfik Allahu Teâla’dan.

Şefi’ kelimesi vitrin, yani tekin zıddı olan çift manasınadır. Şefaat kelimesi de bundan türemiştir.

Şefaat: Dilemek, esirgemek, aracı olmak, birini öbürüne, yani günahkar kimseyi salihlere zammetmek ve eklemek manasınadır. Böylece; şefaat eden salih insanla, hakkında şefaat olunan günahkâr kimse birleşmiş, önce tek iken sonra çift olmuştur. Yoksa şefaat yapmasına müsaade edilen salih insan Allahu Teâla’ya eklenip ona ortak edilmiş değildir.

Allahu Teâlâ’nın rızasını isteyip namaz kılanlar, kendilerine verilen rızıklardan Allah yolunda gizli ve aşikâra infak edenler, kötülüğü iyilikle savanların cennete gidecekleri, bunlara da, dereceleri daha düşük iman ehli babalarının, eşlerinin ve zürriyetlerinin ekleneceği beyan edilmiştir. “(O yurt ) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden durumu müsait (iman ehli) olanlarla girecekler.”1

“İman eden ve soylarından gelenlerden, imanda kendilerine tabi olanlar (var ya) işte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik.”2

Bu ayetlerde, salih evlatlara, durumu müsait (iman ehli) olup taksiri olan atalarının, salih insanlara, onların seviyesine çıkmayan eşlerinin, salih babalara onlardan daha aşağı mertebede olan zürriyetlerinin katılacağı, salih olanlara iman ehli olmaları şartıyla taksiri olanların ekleneceği haber verilmiştir. Demek ki şefaatin manasında olduğu gibi günahkâr olanlar salih olanlara eklenip zammedilmektedir. Her ikisi kendi ameliyle cennette daha yüksek makama gitseydi, birilerine öbürlerinin katılmasının bir faydası olmazdı.

Allahu Teâlâ’nın nebilere, salihlere, şehitlere, meleklere ve mü’minlerden dilediklerine şefaat etme yetkisi vermesi ile şefaate ortak olma tamamen ayrı şeylerdir. Meşru olan şefaatte, günahkâr olanla salih olan iki kul birleşmiş olurken, meşru olmayan şefaatte ise cansız putlar, Allahu Teâla’ya eklenip ortak edilmektedir.

İslam hukukunda ve beşeri hukukta temel bir prensip vardır ki o da; birisi işine veya malına birini ortak ederse ortak olan o malda veya işte hak sahibi olur. Ortak olan bundan sonra diğerinin rızasına bakmadan hak sahibidir. Ama birisi gerek işinde, gerekse malında ortak değil de tasarruf etmek için başkasına yetki verirse, daha sonra bunu geri alabilir veya azleder. Ortaklıkta ise bu mümkün değildir. Şefaate yetki verilenlerle, ortak olanların durumu da aynen böyledir.

Rasûlullah (s.a.v), Mekke müşriklerini tek Allah’a imana davet edince, “Muhammed bütün ilahları tek ilah yapıyor” diye Ona karşı çıktılar. Onlar bu putları salih insanların sureti diye düşünmüyor, doğrudan doğruya ilah diye adlandırıyor ve o suretlere tapıyorlardı. Bir müşrik, bir yolculuktan geldiğinde önce gidip inandığı putun karşısında ona ibadet ediyor, tazimde bulunuyor sonra evine gidiyordu. Hac zamanı tavaftan sonra ihramdan çıkmak için de onların yanında tıraş olduktan sonra ihramdan öyle çıkıyordu.

Allahu Teâlâ tarafından izin verildikten sonra şefaat edebilecek enbiya, salih insanlar, şehidler, melekler ve müminlerin şefaatini müşriklerin putlarından beklediği şefaate benzetmek hakikatten uzak, yanlış bir yargı ve batıl bir tasavvurdur. Çünkü müşriklerin inancına göre putlar, ibadet edilmeye layık, mağfiret ve şefaat için izne ihtiyaç duymayan ortak ilahlardır.

“Onlar Allah’ın dışında kendilerine zarar ve fayda vermeyecek şeylere tapıyorlar ve sonra da “Bunlar Allah’ın katında bizim şefaatçilerimiz.” diyorlar.”3 Müşrikler burada iki şey yapıyorlardı, önce (ya’budun) ibadet ediyorlar, sonra ibadetlerinin bedeli olarak onlardan şefaat diliyorlardı.4 Bu müşrikler, Allahu Teâlâ’nın izin verip vermediğine bakmaksızın, onları şefaate layık ve hak sahibi olarak görüyor ve buna böyle inanıyorlardı. Ayrıca bu putlar bir suret ile tasvir edilmiş mücessem varlıklardı. Allahu Teâlâ kendisi için dahi mücessem bir misal edinmemişken onlar, yontulmuş taş, ağaç ve madenlerden yapılmış suretlerin karşısına geçip ona ibadet ediyor ve tazimde bulunuyorlardı.

Müşriklerin nasıl inandıklarını daha iyi anlamak için cahiliye dönemindeki müşriklerin telbiyelerine bir bakmak lazım. Onlar hacda telbiye olarak “Buyur Allah’ım buyur. Buyur senin ortağın yoktur. Ancak senin bir ortağın vardır. O ve onun malik oldukları da senindir.”5 derlerdi. Neticede onların temel inancı, putların Allahu Teâlâ’ya ortak olduğuydu.

İbni Abbas’ın naklettiğine göre, müşrikler telbiye ederken “lebbeyke lâ şerike leke” -Buyur senin ortağın yoktur- derlerdi. Onlar böyle söylediklerinde Rasûlullah (s.a.v), “Size yazıklar olsun yeter yeter, gerisine gerek yok.” derdi. Müşrikler ise, “Senin için bir ortak vardır. O ve onun malik oldukları da senindir.”6 demek suretiyle, putları Allah’a ekleyip onlara bir nevi ulûhiyet payesi verirlerdi. Bundan dolayı Rasûlullah (s.a.v) de cümlenin bu son kısmının tevhid akidesine zıt ve şirk saymıştır.

Müsaade edildiği takdirde günahkâr-ların salih insanlara eklenip katılması şefaat; salih insanların Allahu Teâlâ’ya eklenip ortak sayılması ise şirk olmaktadır. Ümmet-i Muhammed’den aklı başında hiç bir kimse salih insanları Allahu Teâlâ’ya ortak edip katmamıştır. Bilakis peygamberlerin, salih insanların ve meleklerin Allahu Teâlâ’nın mükerrem kulları olduğuna inanmışlardır.

Şefaatle ilgili ayet-i kerimelerden anlaşıldığına göre şefaat için iki şart gerekmektedir.

Bunlardan birincisi; şefaat edenin mümin olması ve şefaat için kendisine izin verilmiş olmasıdır. Şefaat etmesine izin verilmeyenler şefaat edemeyeceklerdir. Aşağıda aldığımız ayet-i kerimeler bu hususu bildirmektedir.

“İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir?”7

“Rahman’ın nezdinde izin alandan başkaları şefaat etmeğe sahip olamayacaklardır.”8

“O’nun izni olmadan hiç kimse şefaatçi olamaz.”9

“O gün, Rahmanın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez.”10

İkinci şart ise, şefaat edileceklerden, Allahu Teâlâ’nın razı olmasıdır.

Allahu Teâlâ meleklerle ilgili olarak, “Ondan (emir almazdan) önce konuşmazlar; onlar sadece onun emri ile hareket ederler. Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de -yaptıklarını da, yapacaklarını da- bilir. Allah’ın rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler.”11

“Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve razı olduğu kimse için Allah’ın izin vermesi dışında bir işe yaramaz.”12

Ebu Cafer et-Taberi, İbni Abbas’ın bu ayeti kerime hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir “Onlar ancak Allah’ın razı olduğu kimseye şefaat ederler. Allah’ın razı olduğu kimselerse, Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik edenlerdir.”13

Allah’ın rızasına ulaşmış olanlar müminlerdir. Çünkü onlar amellerle kıyas edilmeyecek olan iman sahibi kimselerdir. Onlar bir taraftan günah-ı kebair ile rızadan uzak olsalar da, diğer taraftan ondan daha büyük iman ile rızayı kazanmış bulunuyorlar.

Rasûlullah (s.a.v) bir hadis-i kutside, “Ey Âdemoğlu! Sen yer dolusu kadar hatalarla bana gelsen sonra şirk koşmadan bana ulaşırsan ben de sana o yer dolusu kadar mağfiretle karşılık veririm.”14 buyurmuştur.

Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse hadis-i şeriflerde Peygamberimize Makam-ı Mahmud’un verileceği beyan edilmiştir. Makam-ı Mahmud, yaratılanlar içerisinde sadece bir kişiye verilecek olan en yüksek makamdır. Buna şefaat-i uzmâ (en yüksek şefaat) makamı da denir.

“Gecenin bir kısmında uykuyu böl. Senin için ganimet15 olmak üzere Kur’an ile teheccüd namazı kıl. Böylece Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a iletir.”16

Cabir ibni Abdullah, Rasûlullah (s.a.v)’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Kim ezanı duyduğu zaman, “Allahümme Rabbe hâzihi’d-da’veti’t-tâmmeti vessalati’l-kâimeti âti Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fazîlete veb’ashü makamen Mahmûden ellezi vaadteh.” (Ey eksiksiz çağrının (ezanın) ve kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed Aleyhisselam’a vesile ve fazileti (yüksek dereceyi) ihsan eyle. Ve kendisine vadettiğin Makam-ı Mahmud’a (en yüksek şefaat makamına) onu ulaştır.) diye söylerse kıyamet gününde şefaatim ona helal olur.”17

Âdem ibni Ali der ki ben Ömer’in oğlu Abdullah’tan duydum. O şöyle dedi: “Kıyamet gününde her ümmet kendi nebisine tabi olacak. İnsanlar feryat edip “Ey filan şefaat et, Ey filan şefaat et.” diye sızlanacaklar. Ta ki şefaat Rasûlullah (s.a.v)’e ulaşacak. İşte o gün Allah, Onu makam-ı Mahmud’a ulaştıracak.”18

Âdem evlatlarından her biri nebilerinden şefaat isteyecek. Sonunda şefaat istekleri Rasûlullah (s.a.v)’e ulaşınca o da, Rabbine secdeye kapanacak, Allahu Teâlâ’nın daha önce hiç kimseye nasip etmediği hamd ve sena ile Onu övecek. Sonra, Ona “Ya Muhammed! Başını secdeden kaldır. İste sana verilecek, şefaatte bulun, şefaatin kabul olunacak.”19 denecek.

Ebu Hureyre şöyle demiştir: “Ra-sûlullah (s.a.v)’in, Allahu Teâlâ’nın “Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a iletir.” kavli hakkında şöyle dediğini duydum: “Makam-ı Mahmut öyle bir makamdır ki ben orada ümmetime şefaat ederim.”20

Yukarıdaki ayet-i kerime ve hadisi şerifler Rasûlullah (s.a.v)’e kıyamet günü -şefaat-i uzmâ- en yüksek şefaat etme hakkının verileceğini beyan ediyor. Bunların dışında yine birçok hadis-i şerif, şefaatin olacağını beyan ediyor ki, onlardan sadece bir kısmını aşağıya yazmayı uygun gördük:

Enes ibni Malik (r.a), Rasûlullah (s.a.v)’in şöyle dediğini anlatıyor. “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.”21

Yine Rasûlullah (s.a.v), “Ümmetimin yarısını cennete sokma ile şefaat arasında serbest bırakıldım. Ben ise şefaati tercih ettim. Çünkü şefaat daha geniş ve daha yeterli. Siz şefaati muttakilere yapacağımı mı düşünüyorsunuz? Hayır, zannettiğiniz gibi değil. Bilakis şefaatim günahkârlara ve hata ile kirlenmiş olanlaradır.”22buyurmuştur.

Başka bir hadis-i şerifte, “Rabbimin nezdinden bana bir gelen oldu. Beni ümmetimin yarısını cennete sokma ile şefaat hususunda serbest bıraktı. Ben ise şefaati seçtim. O şefaat de Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölenler içindir.”23 buyurulmuştur.

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Her nebinin kabul edilecek bir duası vardır. Her nebi acele edip duasını dünyada yaptı. Ben ise onu kıyamette ümmetime şefaat etmek için sakladım. Ümmetimden şirk koşmadan ölenler ona inşallah nail olacaklardır.”24

Enes ibni Malik dedi ki, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu. “Kabir azabına kim inanmazsa, Allah ona (kabirde) azap eder. Kim de benim şefaatime inanmazsa, Allah ona şefaatimi nasip etmez.”25

Buraya kadar zikredilen ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden anlaşılan odur ki, şartları bulunduğu zaman, şefaatten ümmetin asi olanları istifade edeceklerdir.

Ve sallallahu ala seyyidina Muhammedin ve alihi ve sahbihi ecmain. Ve ahiru davana enil hamdü lillahi rabbil alemin. i


1 Ra’d, 13/23

2 Tûr, 52/21

3 Yunus, 10/18

4 Mealimü’t-Tevhid, 494-496

5 Mu’cemü’l-Evsat, 8-45

6 Müslim,2-843

7 Bakara, 2/255

8 Meryem, 19/87

9 Yunus, 10/3

10 Taha, 20/109

11 Enbiya, 21/27-28

12 Necm, 53/26

13 Ebu Cafer et-Taberi, 18-429

14 el-cem’ Beyne Sahihi Müslim ve Buhari, 1-156; Tirmizi, 1-548

15 Nafile kelimesinin ganimet manasına gelmesi hakkında bknz, Maturidi; Tevilatu’l-Kur’an, İsra 79. ayet tefsiri.

16 İsrâ, 17/79

17 Sünen-i Ebi Davud, 1-146

18 Sahih-i Buhâri, 6-86

19 Sahih-i Buhari, 6-84

20 Şerh-i Müşkili’l-Âsâr,3-50.

21 Sünen-i Tirmizi, 4-236

22 Sünen-i ibni Mace, 2-1441

23 Süneni Tirmizi,4-627

24 Sahih-i Buhari, 8-67; Sahih-i Müslim, 1-189

25 Tertib el-Emâli, 2-418