Bismillahirrahmanirrahim
Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Tefekkür, insanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliktir. İnsan, tefekkürü sayesinde Rabbini tanımış, âlemdeki eşyayı kendi faydasına kullanmayı başarmıştır.
Eğer, insanı diğer varlıklardan ayıran en önemli vasıf nedir, diye bir soru sorulacak olsa, bunun cevabının tefekkür olacağında hiç şüphe yoktur. Rasûlullah (s.a.v), “Bir saat tefekkür, geceyi ayakta ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır.”1 buyurmuştur.
Allah Teâlâ’nın zatı hariç, varlık âlemini, dinin ahkâmını, Allah Teâlâ’nın isim, fiil ve sıfatlarını tefekkür etmeyi Allah Teâlâ kitabında, Rasûlullah (s.a.v) de hadis-i şeriflerinde teşvik etmiştir.
Rasûlullah (s.a.v), “Her şeyi düşünün ama Allah’ın zatını sakın düşünmeyin.”2 buyurmuşlardır. Bu ve buna benzer hadis-i şerifler Allah Teâlâ’nın zatı üzerine tefekkür etmeyi men etmiş; tefekkürü dinin ahkâmına, Allah Teâlâ’nın masnuâtına, fiillerine, isim ve sıfatlarına mahsus kılmıştır.
F-k-r kökünden gelen tefekkür lügatte, hatırlamak, iyice düşünmek manasınadır. Tefekkür kelimesinin, “Bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri sıraya koymaktan ibarettir.”3 şeklinde tarifi yapıldığı gibi “maksada ulaşmak için işleri incelemeye, araştırmaya ve olaylara akıl yormaya denir.” diye de tarifi yapılmıştır.
Kalbe gelen düşüncelerin dört şekilde adlandırıldıkları görülür. Bunlar; “Hacis”, “Vacis”, “Hatır” ve “Tefekkür” dür. Kalbe ilk gelen düşünceye “Hacis”, kalbe gelip orada bir miktar kalana “Vacis”, bu düşünce kuvvetlenirse “Hatır”, kalpte yerleşir kalırsa “Tefekkür” adını alır. Toprağa atılan tohum “Hacis”e, üstüne toprak atılırsa “Vacis”e, orada pekişirse “Hatır”a, yerleşip kök salarsa “Tefekkür”e benzer.
İradenin dışında insanda meydana gelen düşünceler ise, “Rabbânî”, “Melekî”, “Nefsânî” ve “Şeytanî” olmak üzere dört kısımdır. Bunlar bazen saf, bazen de karışık halde insan muhayyilesine doğar. İnsan mütemadiyen bu gelen düşüncelerin etkisi ve tazyiki altında kalır. İnsanın tefekkür dünyası bu gelen düşüncelere göre şekillenir.
- Rabbânî Olan Düşünceler: Ruha gelen bu düşüncelere yalan asla karışamaz. Rabbânî olanlar insanın gönlüne rahmet, azamet ve hikmet olarak gelir. Rahmetle geldiği zaman kalpte ünsiyet, azametle geldiğinde kalpte heybet, hikmet ile geldiğinde kalpte sükûnet hasıl olur.4
- Melek Tarafından Gelen Düşünceler: Bunlar akıl üzerine gelir. Akıl üzerine inen düşüncede hile ve aldatma olmaz. Melekî olarak insana doğan düşünceler, müjdeleyici, korkutucu ve uyarıcı olarak gelir. Müjdeleyici olarak gelenler kalpte “bast”ı yani ferahın yayılmasını ve genişliği celp eder. Korkutucu olarak gelen düşünceler “kabz”ı yani kalpte sıkılmayı, tutulmayı ve darlığı meydana getirir. Uyarıcı olarak gelenler ise kalpte ilim bırakır.5
- Nefsânî Olan Düşünceler: Bunların alameti; kibir, asabi mizaç, acelecilik, haram yemeği sevmek, kötü insanlarla düşüp kalkmak, kavgacı olmak, çok konuşmak gibi hallerdir. Nefis herhangi bir şeye ulaşmak istediğinde onun üzerinde ısrarla durur. Aradan uzun zaman geçse de o şeyi unutmaz. Maksadına ulaşıncaya kadar o arzu üzerinde bekler6ve bunu kişiye yaptırmaya çalışır. Alıştığı kötülüklerin terk edilmesini de hep ileriye atar ve insanı oyalar durur. Böylece bir aziz ömür heba olur gider.
- Şeytan Tarafından Gelen Vesveseler: Bunlar insanın tabiatı üzerine gelir. Şeytan, insanı daima fakirlikle korkutur. Onun en önemli vasfı budur. Yalanları tatlı, günahları güzel gösterir. Onları işlemeye teşvik eder. Bir vesvese ile maksadına ulaşamazsa bir başka vesveseyi devreye sokar. O, nefis gibi aynı şey üzerinde ısrar etmez, birisinde başarılı olamazsa öbürüne geçer.7
Şeytan ‘aleyhilla‘nenin bir adı da, “Hannâs”tır. Bu, şu demektir: Şeytan, insana vesvese verir. İnsan, Allah’ı zikredince şeytan geri çekilir. İnsan zikirden gafil kalınca bu sefer şeytan insana bir başka vesvese vermeye başlar. Rasûlullah (s.a.v), “Şeytan, âdemoğlunun kalbinin üstüne çöker. (Âdemoğlu) Yanılır, gaflet ederse (şeytan, âdemoğluna) vesvese verir. Şayet (âdemoğlu), Allah Teâlâ’yı anarsa (şeytan) geri çekilir.”8 buyurmuştur.
İslam’da emredilen tefekkürü şu başlıklar altında izah edebiliriz:
- Dinin Emirlerini Tefekkür
Tefekkürle ilgili Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, “Bir saat tefekkür bir geceyi ayakta ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır.”9 buyurmuşlardır.
Tefekkürün ibadetten daha faziletli olmasının sebebi; tefekkürün, insanı Allah Teâlâ’ya, ibadetin ise sevaba ve mükâfata ulaştırmasıdır. Allah Teâlâ’ya ulaştıran iş, Allah’tan gayrısına ulaştıran işten daha hayırlıdır. Çünkü ibadet, organların işi; tefekkür ise kalbin işidir. Haliyle kalbin işi organların işinden daha mühimdir. Onun için bir başka hadis-i şerifte, “Bir saat tefekkür, altmış sene ibadetten daha hayırlıdır.”10 buyrulmuştur.
Said ibn Müseyyeb şöyle demiştir: “Allah’a ibadet, namaz ile oruç ile değildir. Allah’a ibadet; dinde fakih olmak, derin görüşlü olmak ve Allah’ın emirlerini tefekkür iledir.”11
Allah’ın her emrinde sayısız hikmetler vardır. Bunları tefekkür eden kimse, dindeki incelikleri, bunlar arasındaki ahengi sezer ve adım adım Rabbine yaklaşır.
- Alemin Yaratılışını Tefekkür
Yerlerin, göklerin ve bunların içerisinde olanların tefekkür edilmesi hususunda bizleri teşvik eden birçok ayet-i kerimeden birkaçını zikredelim:
“…Bunda düşünebilen bir kavim için ibretler vardır.”12
“…Tefekkür eden bir kavim için ayetlerimizi böyle açıklarız.”13
“Yerin ve göklerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde ‘ulü’l-elbâb olanlar için ibretler vardır.”14
Ayet-i kerimede geçen “‘ulü’l-elbâb” tabiri şu demektir: “‘Ulü” kelimesi sahip, lübb kelimesinin çoğulu olan “elbâb” da öz demektir. Aklın, bir zâhiri bir de özü vardır. Bu, işin başında akıl diye bilinir. İşin sonunda ve kemâl halinde ise “lübb” (elbâb) diye anılır. Ancak aklı kemâle eren “‘ulü’l-elbab”lar yerin ve göklerin yaratılışından ibret alırlar.
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.(derler)”15 Bu ayet-i kerime, yukarıdaki ayette geçen “‘ulü’l-elbâb” kelimesinin sıfatıdır. Demek ki tefekkür, ancak aklın kemâlinden sonra mümkündür. Bu normal akılların yapabileceği bir iş değildir.
Rasûlullah (s.a.v) yukarıdaki ayet-i kerimeleri “…Bizi cehennem azabından koru.” kısmına kadar ağlayarak okuduktan sonra, “Bu ayetleri okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun.” demiştir.
- Allah’ın Sıfat, Fiil ve İsimlerini Tefekkür
İbn Abbas der ki; Rasûlullah (s.a.v) bir topluluğa uğradı, gördü ki onlar, Allah Teâlâ’nın zatı hakkında tefekküre dalmış konuşuyorlar. Onlara, “Yaratılanlar hususunda tefekkür edin ama Yaratan hakkında tefekkür etmeyin. Çünkü siz Onun yüceliğini takdir edemezsiniz.”16 diye buyurdular. Yine bu minvalde Kur’an-ı Kerim’de “Onlar, Allah’ın yüceliğini hakkıyla takdir edemediler.”17 buyrulmuştur.
Allah Teâlâ’nın zatını tefekkür etmek yasaklanmıştır. Çünkü Onun kendine mahsus hakikatini bilmek beşer için mümkün değildir. Yaratanın zatını tefekkür etmenin bir faydası yoktur. Bilakis zararı vardır. Rasûlullah (s.a.v) “Allah’ın yarattıklarını düşünün. Allah’ın zatını düşünmeyin sonra helak olursunuz.”18 buyurmuştur.
Onun isimleri tefekkür edilince görülür ki; bir işin meydana gelmesi için onlarca isim o işte tecelli eder ve o iş, bu isimlerden birinin boyası ile boyanarak meydana gelir. Allah Teâlâ, bir şeyi yaratmak istediğinde önce onu murad eder. Sonra Mübdi ism-i şerifi ile tecelli edince onun varlığı inşa olmaya başlar. Musavvir ismi tecelli ederek onu kendine mahsus bir biçime ve şekle sokar. Muhyî ismi tecelli eder, can verir. Daha sonra ona Basîr, Semi gibi isimler tecelli eder, o şeye mahsus olan gözü, kulağı takar. Toprak onda gören göz, işiten kulak, koklayan burun, hisseden deri, tad alan dil haline gelir. Allah Teâlâ kendi sıfatlarından birçoğunu emaneten ona verir. Kısacası Hâlik ismi tecelli ederek, yaratılması murad edilen insan ise, insan olarak vücut bulur. Sonra, yaratılan bu insan faydasını bilir ve ona koşar, dostuna gönül açar, düşmanından korunur ve onun şerrinden kaçar. Açlığından, susuzluğundan haberi olur, neslinin devamını sağlayan şartları yerine getirir. Hülasa Allah Teâlâ daha nice özellikleri onda yaratır. Hay ism-i şerifinin tecellisi ile onu yaşatmaya da devam eder. Onun ölümünü murad ettiği zaman Mümit ismi ile tecelli ederek onu hayattan çekip alır. Onun ruhunu kendi katına yükseltir. Muîd ism-i şerifi ile o insanın bedenini geldiği toprağa geri gönderip enkazını toprağa çevirir. Sonra Kuddüs (temizleyen) ism-i şerifi tecelli eder, cesedin kirlettiği toprağı siler, süpürür ve temizler. Nâfi ismi ile tecelli eder onu başka varlıklara yapıtaşı eder, onlara gıda olur, gübre olur. Diğer isimler de tefekkür edilince böyle milyarlarca sanatın varlığı anlaşılmış olur.
Mahlûkatın tefekkür edilmesine müsaade edildiği halde Allah’ın zatının düşünülmesine ise asla müsade edilmemiştir. Kuran’da, “Şüphesiz (tefekkürün) nihayeti Rabbine kadardır.”19 buyrulmuştur. Allah’ın zatında tefekkür olmaz. Çağlayan ırmakların denizde durup sükûnet bulduğu gibi, bütün düşünceler Allah Teâlâ’ya ulaşır ve onda son bulur. Rasûlullah(s.av)’in, “Her şeyi düşünün ama Allah’ın zatını sakın düşünmeyin.”20 hadisinin Ziya Paşa’nın dilindeki tercümesi ise
“İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez.
Zira bu ufak terazi o kadar sıkleti çekmez.” şeklindedir.
Mü’minlerin Allah Teâlâ’nın zatını tefekkürden men edilmeleri, mütekebbir kimselerin de kibirleri devam ettiği sürece ayetlerden ibret almaları men edilmiştir.
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar.”21
Bu ayetten hareketle müfessirler, kibirli insanların Allah’ın ayetlerini tefekkür edemeyeceğini bunun onlara yasaklandığını söylemişlerdir.
Allah Teâlâ’nın ayetlerini tefekkür edebilme yeteneği mütevazı olanlara nasip edilmiştir. Mütekebbir olanlar ise Allah Teâlâ’nın ayetlerinden ibret almaktan ve tefekkürden men edilmişlerdir. Kâfirler ancak kibri terk ettikten sonra onlara iman nasip olur. Hz. Ömer, tekebbürü terk ettikten, kız kardeşini dinleme tevazusunu gösterdikten sonra Ona iman nasip olmuştur. Ebu Cehil ise savaşta yaralanıp yere düştüğünde başını kesmek için üstüne çıkan İbn Mesud’a, “Koyun çobanı çok yüksek bir yere çıktın.” diyerek ölürken bile kibrini terk etmemiş, bu sebeple iman edememiştir.
Manevi sahada olduğu gibi maddi sahada da yükseliş ve terakki yine tefekkür sayesinde olmuştur.
Allah Teâlâ, insanı dünyaya gönderirken, “Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz. Sizin için yeryüzünde belli bir zamana kadar kalacağınız yer ve kullanacağınız malzeme vardır.”22 buyurmuştur. İnsan, anadan üryan, çırılçıplak geldiği bu dünyada kendi istifadesine sunulmuş bu malzemeyi, ihtiyaçları doğrultusunda hayatını kolaylaştıracak bir şekilde kullanmayı başarmıştır. Hammadde halindeki bu malzemeden bugün görmekte olduğumuz ve kullandığımız bütün araç ve gereçleri ihdas etmiştir. İşte bütün bunların tamamı da tefekkür sayesinde elde edilmiştir.
Tefekkür hakkında söylenmiş çok güzel sözler vardır. Onlardan bir kaçını teberrüken buraya alıyorum.
“Kalp, hüzünle cilalandığı gibi başka bir şeyle cilalanmamış, tefekkürle nurlandığı gibi başka bir şeyle nurlanmamıştır. Suyun, bitkileri geliştirdiği gibi tefekkür de kalpte haşyeti geliştirir. Gafleti ancak tefekkür giderir.”
“Tefekkür, zihnin çalıştığının; aksi de zihnin iflasının delilidir.”
Şekîk-i Belhi der ki: “Mü’min de, münafık da iki hasletle meşguldür. Mü’min ibret ve tefekkürle, münafık hırs ve uzun emelle meşguldür.”
Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhiru da‘vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn. i
1 İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7, 190.
2 Beyhaki, el-Esmâu ve’s-Sıfat, 2, 323.
3 Mazhari, 1, 605.
4 Câmiu’l-Usûl, 98-101.
5 a.g.e.
6 a.g.e.
7 a.g.e.
8 el-Câmiu’s-Sahîh, 1, 292.
9 İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7, 190.
10 Ebu’ş-Şeyh el-İsbahâni, 1, 299.
11 a.g.e. 1, 219.
12 Bakara, 2/164.
13 Yunus, 10/24.
14 Âl-i İmrân, 3/190.
15 Âl-i İmrân, 3/191.
16 Ebu’ş-Şeyh el-İsbahâni, 1, 216.
17 Hacc, 22/74.
18 a.g.e., 1, 214
19 Necm, 53/42.
20 Beyhaki, el-Esmâu ve’s-Sıfat, 2, 323.
21 A‘raf, 7/146.
22 Bakara, 2/36.