İçeriğe geç
Anasayfa » İSLÂMİ ORTADAN KALDIRMA TEŞEBBÜSÜ SÜNNET-İ SENİYEYİ İNKAR -Selmân el-Hüseynî en-Nedvî-

İSLÂMİ ORTADAN KALDIRMA TEŞEBBÜSÜ SÜNNET-İ SENİYEYİ İNKAR -Selmân el-Hüseynî en-Nedvî-

Kur’an-ı Kerim, İslâm ilimlerinin ana kaynağıdır. Nüzûlünün ardından asırlar geçmesine rağmen Allah Teâlâ’nın hıfz u himayesiyle (aslı) korunmuş bir kitaptır. Zira Kitabında bizzat Cenab-ı Hak “Muhakkak ki Kur’an’ı biz indirdik ve onu koruyacak olan yine biziz.”[1] buyurmaktadır.

Hepimiz gayet iyi bilmekteyiz ki; Kur’an-ı Kerim satırlarda korunduğu gibi gönüllerde de, hafızalarda da aynı şekilde ilahî himayeyle korunmuştur. Bugün Allah’ın kitabını, kitabımız Kur’an-ı Azimüşşânı, yüz binlerce Müslüman ezberlemektedir. Bırakın bütün dünyayı, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki sadece Hindistan bölgesinde yüz binlerce hâfız Kur’an-ı Kerim’i tamamen ezbere bilmektedir. Bugün Hindistan köylerinde, şehirlerinde mübarek Ramazan-ı Şerif ayında teravih namazında bir gecede üç cüz, beş cüz hatta on cüz okuyarak namaz kıldıran kimselere şahit olmaktayız. Ve bu kimseler yüzleri, binleri geçmektedir. Bir hafta içerisinde veya on gün içerisinde Kur’an-ı Kerim’i ezberden okuyan hafızları görmekteyiz, müşahede etmekteyiz. Bu demektir ki, Cenab-ı Hak (c.c) Hazretlerinin, Kitabullah olan Kur’an-ı Azimüşşânı koruyacağı vadi, şahit olduğumuz gibi dünya hayatımızda binlerce hâfızın Kur’an’ı ezberlemesiyle, bu güne kadar aynen tahakkuk etmiştir.

Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’in, tarafından korunmasını vaat ettiği gibi sünnet-i seniyyenin hıfzını da vaadetmiştir. Nitekim Peygamber Efendimizin hadis-i şerifleri, sünnet-i seniyyesi de zamanımıza kadar aynı şekilde intikal etmiştir.

Bu hususta Allah Teâlâ, Kıyamet Sûresi’nde şöyle buyurmaktadır: “Hiç şüphesiz Kur’an’ı (kalbinde) cem etmek ve (dilinde) okutmak bize aittir. Biz onu okuduk mu, sen de o(kunuşu)nu takib et. Sonra onu beyan etmek (açıklamak da) bizim üzerimizedir (bize aittir).”[2] İşte bu, Allah Teâlâ’nın, Kur’an-ı Kerim’in hem metninin hem ezberlenmesinin hem de açıklanmasının kendi üzerinde olduğuna dair taahhüdü ve vadidir.

Cenab-ı Hak (c.c) Allah Rasûlü (s.a.v)’nü peygamber olarak görevlendirdiğinde O’na; sözleriyle, davranışlarıyla, yaşayışıyla Kur’an-ı Kerim’i insanlara en güzel şekilde açıklama vazifesini vermiştir ve bu hususta “Muhakkak biz, bu Zikri (Kur’an’ı) sana, insanlara indirilen (ayetlerimiz)i beyan etmen için indirdik, böylece onunla tefekkür etsinler.”[3] buyurmuştur.

Yine bu sebepledir ki Cenab-ı Hak (c.c) Necm Suresi’nde Peygamber-i Zîşân Efendimizin sözlerinin, sünnet-i seniyyesinin kendiliğinden söylenmiş sözler olmadığını, ilahî bir vahiy olduğunu açıkça beyan etmektedir: “O (peygamber), kendiliğinden hiçbir şey konuşmaz, onun (bütün) söyledikleri vahiyden ibarettir.”[4] Ayet-i kerimesi bu gerçeği açıkça ifade etmektedir.

Sahabe (r.anhüm) döneminden itibaren hadis hâfızları, Efendimiz (s.a.v)’in hadis-i şeriflerini, hadis-i şeriflerin tedvin edildiği döneme kadar aynen muhafaza etmişlerdir. İmam Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâi, İbni Mace, Ebû Davud, Beyhakî, Dârakutnî ve diğer muhaddisler, yüz binlerce hadis-i şerifi ezberlemiş ve nakletmişlerdir. Elhamdülillah hadis-i şerifler de aynı Kur’an-ı Kerim gibi korunmuştur.

Sünnet-i Seniyye’nin, mü’minlerin gönüllerindeki bu yeri sebebiyledir ki Cenab-ı Hakk kitabında mü’minlere, Rasûlün verdiği (emrettiği) her şeyi alıp kabul etmelerini, yaşamalarını, tatbik etmelerini; onun sakındırdığı her şeyden de kaçınmalarını emretmiştir: “Rasûl(ullah) size neyi vermişse onu hemen alın; O size neyi yasaklarsa ondan derhal kaçının.”[5] ve yine bu sebepledir ki Rasûlullah’a mutlak itaati Allah’a itaatle birlikte zikretmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emr’e de itaat edin. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, bu meseleyi Allah’a ve Rasûl’e havale edin.”[6]

Dolayısıyla anlaşmazlığa düşülebilecek husus, üçüncü husustur. Ulu’l-emr ile ilgili konulardır. Mü’minlerin Allah’a itaat hususunda veya Rasûl’e itaat hususunda bir anlaşmazlığa düşmesi asla mümkün değildir. Bir olan, Samed olan, Rabb olan (c.c) Hazretlerine itaat hususunda ve onun halifesi, emir ve nehiylerine itaatin emredildiği cenab-ı hakkın emirlerinin tercümanı olan, O’nun vahyini bizlere ulaştıran, vahyinin mümessili olan Rasûl-i Ekrem aleyhissalatü vesselamla bir kulun arasında anlaşmazlık ve çelişki olması asla mümkün değildir. İşte bundan dolayı peygamber (s.a.v)’e itaat, Allah’a itaattir:

“Rasûl’e itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur.”[7] “Biz hiçbir rasûl göndermiş olmayalım ki, ona itaatle müminler mesul olmasın.”[8] İşte bu ve benzer meyândaki ayeti kerimelerde Rasûl’e mutlak itaat emredilmektedir. Zira Rasûl’e itaat olmadan İsâm’ın hayata tatbiki mümkün değildir. Müslümanın bir vakit namazını bile sünnet-i seniyye olmaksızın kılması mümkün değildir.

Bugün namaz ibadetini, oruç ibadetini, hac ibadetini yapabilmemiz için mutlaka sünnet-i seniyyeye müracat etmek zorundayız. Mesela sabah namazını kılmak istesek; Kur’an-ı Azimüşşandaki namazda rukû ile secde ile ilgili ayetler tamamen mücmel ayetlerdir, tamamen genel manadaki ayetlerdir. Dolayısıyla iki rekâtlık sabah namazının farzını bile kılmamız için sünnet-i seniyyeye başvurmamız gerekmektedir. Aynı şekilde öğle namazının farzının dört rekât olduğunu, ikindinin farzının dört rekât olduğunu, akşamın farzının üç rekât olduğunu bize anlatan hep sünnet-i seniyyedir. Namaz kılan namazına nasıl başlar, niyetini nasıl yapar, ellerini nereye nasıl koyar; Fatiha’yı nerede okur, Fatiha’dan sonra ne kadar ne okur, ne zaman rukü eder, ne zaman ruküdan kalkar, ne zaman secde eder, teşehhüdde ne kadar oturur, bütün bu tafsilatlar Kur’an’da zikrolunmamıştır, sünnet-i seniyyededir. Ne kadar ve hangi şartlarda zekât vereceğimizi, namazlarımızı nasıl kılacağımızı bize öğreten sünnet-i seniyyedir. Bütün bunların manası şudur ki: Hadis-i şerifler göz ardı edildiği ve sünnet-i Rasûlillah terk olunduğu zaman, hakiki olarak namaz kılabilecek bir Müslüman kalmaz. Bu ise bir Müslüman için kabul edilecek bir durum değildir.

İsâm tarihinde, ilk defa sünnet-i seniyyeyi reddeden; Hz. Ali’yi şehid eden, Hz. Muaviye’yle, Amr b. Âs’ın öldürülmesi için teşebbüste bulunan ve sahabeden de birçoklarını tekfîr eden hâricîler olmuştur. İşte bunlar sünnet-i seniyyeyi inkâr etmişlerdir. Bunun üzerine Abdullah b. Abbâs (r.anhümâ) bu konuda onlarla tartışmıştır. Hal böyleyken onlar sünneti terk edip sadece Allah Teâlâ’nın kitabıyla yetinerek namaz dahi kılamazlar.

Sünnet-i seniyyeyi inkâr eden kimse, fiiliyatıyla ve sözleriyle İsâm’ı ortadan kaldırmaya teşebbüs etmiş olmaktadır. Bu sebeple bütün ehl-i sünnet ve cemaat genel olarak şu noktada ittifak etmişlerdir:

Kur’an-ı Kerim bütün müslümanların anayasası ve bütün Müslümanların ilk ana kaynağıdır. Bu birinci kaynaktan sonra sünnet-i seniyye ikinci kaynak olarak gelmektedir. Müslümanların, hayatlarında Kur’an-ı Azîmüşşân’ı ve sünnet-i seniyyeyi en güzel şekilde tatbik etmeleri için hadis-i şerifler bize Kur’an’ı Kerim’i açıklamaktadır. “Hâss”, “âmm”, “mücmel”, “müşkil”, “mutlak” yahut “mukayyet” olarak Kur’an-ı Azimüşşan’da kapalı kalan bütün noktaları açıklayan sünnet-i seniyyedir. İsâm’ı, Kur’an’ı en iyi şekilde anlamamız, tatbik etmemiz için mutlaka sünnet-i seniyyeye, aleyhissalatü vesselam Efendimizin nebevî mesajına muhtacız. Nitekim aleyhissalatü vesselam Efendimiz, hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Bana Kur’an-ı Azîmuşşân verildi ve bunun yanında Kur’an’ın bir benzeri de verildi.”

Efendimiz (s.a.v) ümmeti içerisinde hadis-i şerifleri inkâr edecek bazı kimselerin ortaya çıkacağını Allah’ın izniyle önceden bilerek fetanet(son derece zekiliğ)iyle bu şekilde buyurmuştur:

“Dikkat edin! Koltuğuna yaslanmış, karnı tok bir adam çıkacak ve diyecektir ki ‘Biz sadece Kur’an’la yetiniriz, Kur’an’la iktifâ ederiz.’ Dikkat edin! İyi bilin ki bana Kur’an-ı Azîmuşşân verildiği gibi bir benzeri de verilmiştir.”[9]

Rasûlullah (s.a.v)’a iman eden mü’min, Kur’an-ı Azîmüşşân’ın Allah tarafından indirildiğine iman ettiği gibi Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine de aynı şekilde inanmaktadır. Kur’an-ı Azîmüşşân’a iman eden mümin, Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimize de aynı şekilde iman etmek zorundadır; çünkü Kur’an-ı Azîmüşşân bize, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e tabi olmayı emretmektedir. Kur’an-ı Azîmüşşân ile sünnet-i seniyyenin arasını ayıran, Kur’an-ı Kerim’e inanıp sünnet-i seniyye’ye inanmayan kimsenin gerçek bir mümin olduğundan söz edilemez. Böyle yapan kimseler, hakikatler ile burhanların arasını ayırmaktadır. Bunlar, tıpkı peygamberlerin arasını ayıran kimseler gibidir. Hz. Musa’ya inanıp Hz İsa’ya inanmayanlar; Hz İsa’ya inanıp Hz. Musa’ya inanmayanlar veya her ikisine inanıp da Muhammed Mustafa (s.a.v)’e inanmayanlar nasıl mü’min ve müslüman olarak görülmezse, Kur’an-ı Azîmüşşân’a inanıp sünnet-i seniyyeyi inkâr eden de aynı konumda olmaktadır. Çünkü Kur’an-ı Azimuşşân’da, Cenab-ı Hak bütün peygamberlere iman etmenin şart olduğunu “Biz (müminler), peygamberler arasında ayrım yapmayız.”[10] ayetiyle bildirmektedir. Peygamberlerin arasını ayırmak caiz olmadığı gibi Kur’an-ı Kerim’in ayetleri arasını tefrik de asla caiz değildir. Aynı şekilde Kurân’a iman ile sünnet-i seniyyeye imanı ayırmak da caiz olmaz.

Zaten Kur’an-ı Kerim’i nakledenler, sünneti seniyyeyi nakledenlerle aynı kimselerdir. Kur’an-ı Kerim’i de sünnet-i seniyyeyi de nakledenler sahabe-i kirâm hazretleridir. Allah Rasûlu’nün değerli dostları, arkadaşları, sahabîlerdir. Sahabe-i kirâmın Kur’an-ı Azîmüşşânı nakletmelerini kabul edip de hadis-i şerif nakillerini kabul etmeyenler akıllı, mantıklı, makbul düşünmemektedirler. Bu aklın ve naklin kabul etmeyeceği bir şeydir, hakikatleri evirip çevirmek ve dinle oyun oynamaktır. Aklını kullanan bir kimse için aynı kişinin Kur’an-ı Kerim (ayet) naklini kabul edip de hadis-i şerif naklini reddetmesi mümkün değildir, makul değildir, kabul edilebilir bir husus değildir.

Bu akide, bu inanç Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in devrinden zamanımıza kadar aynı güzellikte, aynı tazelikte, aynı berraklıkta; insanların akıllarında, kalplerinde devam ederek gelmiştir. Ancak daha Peygamber (s.a.v) Efendimizin vefatından 20 sene sonra Hâricîlerle başlayan, buna paralel bir hareket olarak Mutezile’de ve bir takım bâtıl fırka ve mezheplerde zuhûr eden sünnet-i seniyyenin bağlayıcılığı üzerine gölge düşürme çalışmaları devam ederek günümüze kadar aynı şekilde gelmiştir.

Günümüzde Hindistan’da Seyyid Ahmed Han ile başlayan bu gibi batıl çalışmalara cevaplar verilmiştir. Yine İslâm dünyasındaki ve batı dünyasındaki oryantalist çalışmalara İslâm dünyasındaki âlimler tarafından gayet güzel cevaplar verilmiştir. Bu çalışmalar günümüzde batı kaynaklıdır, oryantalizm kaynaklıdır ve bu müsteşriklerin bu çalışmaları maalesef günümüzde bazı Müslüman yazar ve akademisyenlere de tesir etmiştir.

Sünnet-i seniyyenin hüccet olduğu, delil olduğu, bağlayıcı olduğu noktasında çok kıymetli eserlerde telif edilmiştir. Bu noktada İslâmî temel itikad, o temel düşünce aynen korunmalıdır, aksini düşünmek bir Müslüman için mümkün değildir.

Allah’ın Kitabı sadece bir teori kitabı değildir. Bizden amelî, tatbikî, tenfizî, icraî uygulamayı isteyen bir kitaptır Kur’an-ı Azîmüşşân. Allah Teâlâ, -hâşâ- kitabını insanlara istedikleri gibi tefsir etsinler, açıklasınlar, istedikleri gibi anlasınlar diye göndermemiştir. Allah (c.c), kitabının tefsirini, açıklamasını Rasûlü’ne vermiştir. Ve Peygamber Efendimiz aleyhissalatu vesselamın, Kur’an-ı Azîmüşşân’ı açıklama mahiyetindeki hadis-i şeriflerini Hz. Ebu Bekirler, Hz. Ömerler, Hz. Osmanlar, Hz. Aliler, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Muaz b. Cebel, Abdullah b. Mesud ve diğerleri aynı şekilde nakletmişlerdir. Diğer sahabe-i kirâm, sahabenin fukahâsı; tabiinden, etbâuttâbiînden zamanımıza kadar İslâm âlimleri Peygamberimiz (s.a.v)’in tefsir, açıklama mahiyetindeki hadis-i şeriflerini ezberlemişler, nakletmişler ve Efendimizden günümüze kadar Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılması için ellerinden gelen bütün imkânları seferber etmişlerdir.

Yine Kur’an-ı Azîmüşşân; Allah Rasûlü (s.a.v)’nü örnek olarak, model olarak nümûne olarak, rehber olarak, kılavuz olarak, izinden gidilecek kimse olarak bizlere tanıtmıştır. Kur’an-ı Azîmüşşân’da, bu hususta “Andolsun, Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah Rasûlü’nde sizler için en güzel örnek(lik) vardır.”[11] buyrularak buna işaret edilmiştir.

Aleyhissalatü vesselam Efendimiz; bir örnek olması, model olması, nümûne olması, rehber olması açısından Kur’an-ı Azîmüşşân’ı tatbikatıyla, sünnetiyle en güzel şekilde açıklamıştır. Sahabe-i kirâm da her vesile ile ve bilhassa müphem durumlarda Allah Rasûlü’ne başvuruyorlardı. Onlar O’nun örneklediğini kabul ediyorlar ve ona tabi oluyorlar, ona uyuyorlardı. Sahabe-i kirâm; sünnetin, Allah Rasûlü’nün hakemliğini kabul etmişler idi. O günden bu güne kadar, bu durum aynı şekilde devam etmiş ve elhamdülillah bizlere kadar bu kurtuluş zinciri gelmiştir. Kıyamete kadar Allah’ın izniyle, bu hayat devam ettiği müddetçe, aynı şekilde sürecektir.

“Ve âhiru da’vânâ en’il-hamdülillahi rabb’il-âlemîn.”

[1] Hicr, 15/9.

[2] Kıyâmet, 75/17-19.

[3] Nahl, 16/44.

[4] Necm, 53/3-4.

[5] Haşr, 59/7.

[6] Nisâ, 4/59.

[7]  Nisâ, 4/80.

[8]  Nisâ, 4/64.

[9]  Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlim, 10.

[10]  Bakara, 2/285.

[11]  Ahzâb, 33/21.

Arapça’dan Tercüme Eden: Abdulkerim MALKOÇ