İçeriğe geç
Anasayfa » KANAAT BAKKALİYESİ

KANAAT BAKKALİYESİ

KANAAT BAKKALİYESİ

I.

Açgözlülükten sakın; çünkü açgözlülük peşin bir fakirliktir.

Hadis-i Şerif

Dünya bütün insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilir;

ama açgözlülüğünü (oburluğunu) asla.

Gandhi

Herkes, farkında olmadan, çocukluk yıllarından beri yaşadığı olayları, tükettiği mekânları ve tanıdığı insanları “beyin çatı katı[1]”nda biriktirir. Yıllar sonra yaşadığımız bazı olaylar bu biriktirdiklerimizden bazılarını gün ışığına çıkarır. Gün ışığına çıkan bazen bir mekân, bazen bir olay, bazen bir insan, bazen de hepsinden birazıdır. Yıllar sonra fark ediyorum ki, her insan gibi ben de çocukluğumda yaşadığım bazı olayları, bulunduğum bazı mekânları ve tanıdığım bazı insanları beyin çatı katımda biriktirmişim. Biriktirdiğim insanlardan birisi de Maksut Dayı, mekânı ise Kanaat Bakkaliyesi idi. Karadeniz’in bir ilçesinde geçen çocukluğum, köy, okul ve babamın işyeri arasındaki üçgende geçip gitti. Çay hasadında aileme yardım ve okul hayatım dışında, arta kalan zamanımı babamın dükkânında geçirirdim. Nedense yıllar sonra dükkânımızın karşısındaki bakkal ve bakkalın sahibi olan Maksut Dayı düşünce [am1] dünyamda gün ışığına çıktı. Demek ki bugünlerde yaşadığım bazı olaylar, beni o günlere, o mekâna ve o kişiye taşıdı. Ya da yaşadıklarım o yılları, o kişiyi ve o mekânı günümüze taşıdı. Maksut Dayı, Kanaat Bakkaliyesi’ni 1961 yılında açmış[am2] , 1981 yılında ise kapatmıştı. Söz konusu bu iki tarih Türkiye’nin planlı ve serbest piyasa ekonomisine geçiş yaptığı yıllara denk geliyordu. Bu tarihlerde Türkiye sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlarda farklı zihniyet değişimleri yaşıyor, Kanaat Bakkaliyesi de bu değişimlerden payına düşeni alıyordu.

Kanaat Bakkaliyesi’nin ve Maksut Dayı’nın zihnimde yer etmesi ise 1970’li yılların başı ile sonu arasındaki zaman dilimindeydi. Bizi hayata alıştırmak, yaramazlıklarımızı örselemek, sorumluluk sahibi kılmak, göz önünde bulunmamızı sağlamak gibi dürtülerle, babam bizi her zaman dükkânında görmek isterdi. Biz de hem ona yardım ederdik hem de bazen simit satmak, ayakkabı boyamak gibi işler yaparak harçlığımızı çıkarırdık. Dolayısıyla, bu süreçte çok küçük olan ilçemizde Maksut Dayı da olmazsa olmazlarımızdandı. Maksut Dayı aynı zamanda babamın da esnaf arkadaşıydı. Dükkânının ismi Kanaat Bakkaliyesi idi. Eski bir binanın girişinde, ilçe halkına günlük ihtiyaçlar için çok sıradan şeyler satan bir bakkal konumundaydı. Maksut Dayı içi dışına yansıyan, sessiz ve sakin bir kişilikti. Uzun beyaz sakalları, nurlu yüzü, bol kesimli pantolonu ve sakin tavırları hala gözümün önünden gitmemektedir. Zaten dükkânının ismi Kanaat Bakkaliyesi olan bir kişilikte, dükkânın ismine aykırı başka özellikler bulunması o kişinin yaratılışına aykırı olurdu. Hırs, tamah, rekabet, açgözlülük onun dükkânına uğrayan ve onun kişiliğinde yer eden özelliklerden değildi. Müşterisi olsa da olmasa da mal satışı yapsa da yapmasa da dükkânını her sabah namazından sonra “bereket” düsturu ile açan, mal satışı yanında, müşterilerine taşıdığı inancı da esnaflığı ile sunan derviş ruhlu biriydi. Her gün ilk müşterisine “siftah senden bereket Allah’tan 9” inancıyla yaklaşan, bir medeniyetin inanan ve inandığı gibi yaşayan mübarek bir ferdiydi. 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarından sonra Türkiye’de yaşanan değişim yani dükkândan süpermarkete, süpermarketten AVM’ye dönüşüm, sanki bir medeniyet değişiminin ilk habercisi; bu tarihten sonra yaşanmaya başlananlar ise bu medeniyet değişiminin ilk sancıları gibiydi. 1960 darbesinden sonra (1961) faaliyete açılan Kanaat Bakkaliyesi de bu değişimden payına düşeni alacak, 1980 darbesinden sonra (1981) bakkalın kepenkleri bir daha açılmamak üzere aşağı indirilecekti.

II.

Kanaatten güzel zühd, açgözlülükten şiddetli yoksulluk yoktur.

Envâru’l-Âşıkîn

Yoksulluk bir uygarlık icadıdır.

J. Zerzan

Eğitim süreci, herkesin hayatında gerçekleşmesi gereken önemli bir aşamadır. 1970’li yılların başı ile 1980 yılı arasında, ilkokul ve ortaokul eğitimimi ilçemde tamamladım.  Sonrasında, lise eğitimim için ile gidip gelmeye başladım (1980-1983). Böylece ortaokuldan liseye, ilçeden de ile terfi etmiş oldum. Ticaret meslek lisesinde okumam, belki de üniversite hayatımın belirlenmesinde önemli bir role sahiptir. Artık yaşam alanım ilçe sınırları ile sınırlı değildi, ile taşmıştı. Fakat bu alanın da bana yetmeyeceğini bildiğimden, üniversite eğitimim için herhangi bir büyükşehre gitmek olmazsa olmazım oldu. Ve 1985 yılında, Rabbimin izni ile üniversite giriş sınavını kazanarak, üniversite eğitimime devam etmek için bir büyükşehre gitmek nasip oldu. Rabbimin bana bir diğer nasibi, mezun olduğum ticaret lisesinin devamı olarak kabul ettiğim iktisat bölümünü kazanmam oldu. Köyden ilçeye, ilçeden şehre ve sonra da büyükşehre göç, her anlamda benim için de büyük bir değişimin habercisiydi. Türkiye, bir yandan 24 Ocak 1980 kararları ile serbest piyasa ekonomisine geçişi, diğer yandan ise 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile sosyal ve toplumsal değişimi yaşarken, ben de bunlara ilaveten, büyükşehirde üniversite öğrencisi olmam hasebiyle, bazı değişimler yaşadım. İktisat bölümünde okumam, yeni bilgiler öğrenmem yanında, hayatımda bazı önemli kırılmalara da neden oldu. Bu kırılmaların ikisini hala dün gibi hatırlamaktayım. İktisadın onlarca tanımı olmasına rağmen[2] (Yiyiniz içiniz; fakat israf etmeyiniz gibi), ne hikmetse, “Kıt kaynaklar ve sonsuz ihtiyaçlar arasında denge kurmaya çalışan sosyal bir bilimdir.” tanımının merkeze oturtulması, inanan bir insan olarak beni fazlasıyla düşündürdü. Bu tanımı inanç dünyamda herhangi bir yere oturtmam mümkün değildi. Hani herkes rızkı ile doğuyordu? Hani herkese rızık vardı? Hiç kimse rızkını elde etmeden ölmeyecekse kaynakların kıtlığı ne anlama geliyordu? Sonra, iktisat tanımında yer alan sonsuz ihtiyaçlar da ne demek oluyordu? Ya da ömrü sonlu olan insanın ihtiyaçları nasıl oluyordu da sonsuz oluyordu? “Allah dilediğine rızkı hesapsız verir.[3] inanışına, sonsuz ihtiyaçlar anlayışını ikame etmek nasıl mümkün olacaktı? Kısaca, iktisat eğitiminde öğrendiğim bu yeni bilgiler, yaşadığım kırılmaların ana nedenini oluşturuyordu. Zira inancım ile örtüşmüyorlardı. Bu kırılmalar belki de çok arzuladığım akademisyenliğe geçişimi -Rabbimin izni ile- tetiklemiştir. Bir diğer kırılma noktam ise, mezun olduktan sonra, bölümümüzde asistan olan sınıf arkadaşımı ziyarete gittiğimde gerçekleşti. Arkadaşım beni yemekhaneye davet etti. O sırada yemekhanede yemek yemekte olan hocaların çoğu tanıdıktı. Bir yandan yemeğimi yerken, diğer yandan da gayri ihtiyari bir şekilde, yemeğini bitirip dışarı çıkan hocalarımın tabldotlarına baktım. Gördüklerim karşısında adeta şok oldum. Çünkü hocalarım ya bazı yemeklerine hiç dokunmamış ya da bazı yemeklerini hiç bitirmemişlerdi. Bırakın yemek tabağının sünnetlenmesini, azını yedikleri ve/veya hiç yemedikleri yemekleri maalesef çöpe döküyorlardı. Bu durumu ne anlamlandırabildim ne de kabullenebildim. Bir yanda aklımda bu hocaların bana öğrettiği “kıt kaynaklar, sonsuz ihtiyaçlar” kavramı, diğer yanda ise aynı hocaların gözümün önünde çöp kovalarına döktükleri yemekler… Bir yerlerde muhakkak bir şeyler yanlış olmalıydı. Bizlere kaynakların kıtlığından dem vuran hocalarımız, bu kıt kaynakları nasıl heba ederlerdi, üstelik yeryüzünde bu kadar aç insan varken. Ya anlattıklarında ya da yaşadıklarında bir terslik, yanlışlık [am3] vardı.

Yıllar yılları kovaladı… Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimi derken, daha çok okudukça, kırılma ve sorgulamalarım daha da arttı. Esasen çok daha önce Ticaret lisesinde okurken, coğrafya dersinde atalarımızın “Homo sapiens” olduğunu öğrendiğimde ilk şoku yaşamıştım. İnancımın eşref-i mahlûkât[4] yaklaşımı bu öğretinin neresindeydi! Dolayısıyla gerek lise ve gerekse üniversite eğitiminde yaşadıklarımın toplamı, eğitim hayatımızın inancımızla örtüşmeyen bir seyir takip ettiğiydi. İnanıp yaşamaya gayret sarf ettiğimiz değerler, maalesef karşımıza bir eğitim modeli olarak çıkmıyordu. Eğitim sistemimizin insanın yaratılışı ve yaşayışı (İktisat) noktasında yetersiz kalmasının yanında, bize sunulan bilgiler inancımızla da çelişiyordu. Günümüzde artık inancımızda kanaat, yaşayışımızda ise iktisat kavramları birbirlerini tamamlamadığından, hatta birbirlerinin tam aksi kavramlar olduklarından, maalesef menzilimizi şaşırmış durumdayız. Oysa medeniyetler her şeyden önce kavramlarla kurulur. Her medeniyetin ürettiği kavramlar, o medeniyetin temellerini oluşturur. Kavramları yaşamayan medeniyetlerin kendisi de yaşayamaz. Çünkü lisanımızın sınırı, dünyamızın da sınırıdır.[5] Dilimiz kimliğimizdir. Yani dünyamız ve sınırlarımız kullandığımız kavramlarımız kadardır. Dolayısıyla insanoğlu başka bir medeniyetin kavramlarını yaşarken, o kavramlarla inancının gereklerini yerine getirmesi ve yeni bir medeniyet inşa etmesi mümkün değildir.

Öncelikle insanın beş duyu organına hitap eden, sadece maddî unsurları önemseyen bir zihniyet olan kapitalizm[6] ile modern tıbbın tanımladığı duyu organları yanında, duyu organlarının ötesine de hitap eden inancımızı karıştırmamamız gerekiyor. Çünkü her iki anlayışı aynı mantıkla yaşamak ve her iki dünyaya aynı pencereden bakmak mümkün değildir. Günümüzde zihniyetimizin marifeti, arzuları (want) kamçılayıp onları insanlar için birer ihtiyaç (need) haline dönüştürmek yani “isteklerimizi ihtiyaç haline getirmek”tir. Çünkü sanayinin motoru yapay ihtiyaçlardır[7]. Belki de iktisat bilimi, sanayinin devamlılığı için var olup istekler bu minvalde ihtiyaçlara dönüştürülmektedir. Böylece insanlık sadece bedensel zevklerin tatmini için uğraşan, bunların çoğunu da karşılayamadığı için (görece) yoksul kalan bir sürüye dönüşmektedir. Yani zorunlu ihtiyaçları ile yetinmeyen ve yapay ihtiyaçlarını da zorunlu ihtiyaçlar gibi karşılamak isteyen insanlar için, elbette ihtiyaçlar sonsuz olacaktır; sistemin devamı için olmalıdır da. Bu yaklaşımla sonsuzluk mahallesinde kanaat ehlinin yaşaması ve bu mahallede yer bulması mümkün değildir. İsraf ve cimriliğin orta yolu olarak da tanımlanan iktisat[8] günümüzde sonsuz ihtiyaçlar çerçevesinde “açgözlülük”ün bilimine dönüşerek “bir din[9][10] haline gelmiş, kanaat (tokgözlülük) kavramı müzelerin tozlu raflarına kaldırılmıştır. Açgözlülük kavramını kıtlıkla tamamladığımızda bütün savaşlara iktisadî zemin hazırlar, bu savaşlara haklılık payesi verir, sonuçta iktisat bilimini bir meşrulaştırma aracına dönüştürürüz. Oysa kanaat, yani tokluk, yani bolluk, yani rekabetin, hırsın, tamahın, açgözlülüğün olmadığı bir dünya, savaşları ortadan kaldırabileceği gibi, buradan beslenen küresel aktörlerin hâkimiyetine de son verecektir. Artık ana akım iktisadın dışında yeni bir dünya ile birlikte yeni bir iktisat arayışı (anlayışı) da mümkün olacaktır.

            Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı

            Söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz. (Yunus Emre)

Yani öyle sözler (kavramlar) var ki (açgözlülük gibi) insanları birbirine düşürür; kavgalara, savaşlara neden olur. Öyle sözler de (kavramlar) vardır ki (kanaat gibi) savaşları sona erdirir, barışa vesile olur.

Adeta piyasalara tapınma çağında yaşıyoruz.[11] Ve maalesef günümüzde kıt­lık pa­ra­dig­ma­sı ile ya­şa­ma­ya mahkûmuz. Ya­ni Al­lah 9 bi­ze ne ka­dar nimet bah­şe­der­se et­sin, gö­zü­müz doy­mamaktadır. Kursaklar doldurmanın dersi[12] olarak da tanımlanan iktisat bilimi işte bu doy­maz­lı­ğın ve bazı meşrulaştırmaların bi­lim­sel bir aracı haline dönüştürülmüştür. Geçmiş hiçbir dönemde insanların gözlerinin doymadığı zaten ayet ve hadislerden bilinmektedir. Bizler biliyor ve inanıyoruz ki rızkı veren yalnızca Allah’tır 9.[13] Ayetlerde yeryüzündeki bütün canlıların rızkını verenin Allah 9 olduğunun[14] vurgulu bir şekilde anlatılması yanında, Efendimiz x de şöyle buyurmaktadır: “İnsanoğlunun bir vadi (dolusu) altını olsa, bir vadi daha ister. Onun ağzını (gözünü) ancak toprak doldurur (doyurur).”[15]

İnsanoğlunun tabiatında doyumsuzluk hissi bulunduğundan, elde ettiği ile yetinmeme, daha çoğunu isteme duygusu onda baskındır.[16] Bir vadi dolusu altınla yetinmez, bir o kadar daha ister.  İki vadi dolusu altını olsa, üçüncüyü arzu eder. Bu bakış açısı, insanoğlunun kendini frenleyecek bir inanış ve yaşayışı olmadığında, onun ne kadar açgözlü birisine dönüşeceğini ortaya koymaktadır. İnsanoğlunun bu açgözlülüğü “şeytanî bir bilim”[17] olarak da tanımlanan iktisat biliminin yakıtını oluşturmaktadır.

Peygamber Efendimiz x insanoğlunun bahsedilen doyumsuzluğunun gerçek sebebini şu şekilde ifade etmektedir: “İnsan ihtiyarlasa bile, onun iki duygusu hep genç kalır: Birisi çok kazanma hırsı, ötekisi ise çok yaşama arzusudur.”[18] Açgözlülük, dolayısıyla iktisat bilimi ölüm ile son bulacağından, ana akım iktisat biliminin devamlılığını sağlayan “sonsuz ihtiyaçlar” söylemi, bu disiplinin olmazsa olmazı haline gelecektir. Yani sonsuz hayatlar için sonsuz ihtiyaçlar. Ölüme ise hiç yer yok. Yani hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak eylemi. Bu yaşam tarzı “yarın ölecekmiş gibi” yaşayanların ne iktisadî anlayışı ne iktisadî inanışı ne de iktisat bilimi olamaz.

Bir Müslümanın çok daha fazla  kazanç elde etmesi elbette ki çok daha fazla hayır ve hasenat yapması, zekât ve sadaka vermesi, kısacası bu kazançları Allah 9 yolunda harcaması demektir. Ama buradaki asıl tehlike, bu insanların kazandıkça gözü doymayan, ahiret yurdunu unutan, dünya sevgisine ram olan açgözlü insanlara dönüşmesidir. O zaman, mademki topraktan geldik toprağa döneceğiz, bu insan tipinin de gözünü ancak toprak doyuracaktır. Oysa Ferîdüddîn Attar’ın (ö. 618/1221) söylediği gibi “Kanaatten nasibi olmayanı, dünya malı bile zengin edemeyecektir.” Peki günümüzün küresel kapitalist dünyasında kanaatkâr olmak mümkün müdür?[19] Bir yanda kanaat yani tokgözlülük, diğer yanda ise ekonomik büyümenin[20]  motoru haline getirilen hırs, tamah, haz, rekabet gibi kavramlarla ifade edilen açgözlülük. Cevabı, her insanın kendi yaşam tarzı ve kullandığı kavramlar belirleyecektir. Çünkü kullandığımız kavramlar kaderimizdir.

III.

Kalplerinizi çok yiyerek öldürmeyiniz.

                                                                               Çok su, ekinleri öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemek de kalbi öldürür.

Hadis-i Şerif

Doğada ne ihtiyacından fazlasını yiyen ne de şişman bir hayvan vardır.

Uygarlaşan iştahıyla insan karnını da gözünü de doyuramaz hale geldi.

İsmail Gezgin[21]

Bir insan [am4] Allah’a 9 kulluk vazifesini yerine getirmek için çalışır, çalışır, ta ki cennetle arasında bir karışlık mesafe kalır da kul Allah katında hoş olmayan bir kelime konuşur ve o ana kadar kazandıklarının hepsini mahvederek cehennemin derinliklerine doğru yolcu olur. Bir diğer insan da dünya hayatında isyankârlardan olup isyan üzerine yaşar, cehennemle arasına bir karışlık mesafe kalır. Fakat Allah’ın 9 razı olacağı bir söz konuşur da ebedî cennetlik olur.[22] Dolayısıyla bir insanın hayatı (cenneti ve cehennemi) iki kelime arasında gidip gelebilir.

Sınırlı [am5] bir zaman dilimi olan dünya hayatında ne ekersek, sınırsız bir zaman olan ahiret hayatında da onu biçeceğiz anlayışı ile, bizim de hem bu dünyada ve hem de ahirette cennet ve cehennemimiz iki kelime arasında gidip gelebilir: Kanaat (tok gözlülük) ve açgözlülük.

Geçmişten geleceğe her şey değişiyor ve herkes bu değişimden payına düşeni alıyor: mevsimler, insanlar, mekânlar… Yıllar önce babamın dükkânının karşısında yer alan ve benim de kimliğimin oluşmasında önemli bir role sahip olan Kanaat Bakkaliyesi’nin de içinde yer aldığı bina, daha fazla kazanç (açgözlülük) arzusuyla, Kanaat Bakkaliyesi (tok gözlülük) de altında kalacak bir şekilde yıkıldı. Yerine günümüz şartlarına uygun modern bir bina inşa edildi: açgözlülüğün mabedi. Maksut Dayı bu yıkıma şahit olsaydı ne düşünür ve iç dünyasında neler yaşardı acaba? Acaba o da yıkıntılar arasında kalır mıydı? Bu yıkıntılar arasında kalmadan, dünya hayatında vadesini (ecel) doldurarak Rabbine kavuşan Kanaat Bakkaliyesi sahibi Maksut Dayı’ya Rabbim rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Âmîn.


[1] Maria Konnikova, Sherlock Holmes Gibi Düşünmek, Çev: Zeynep Yeşiltuna, 8. Baskı, Domingo Yayıncılık, İstanbul 2015.

[2] Kasvetli bir bilim (Marshall Sahlins, Taş Devri Ekonomisi, Çev: Taylan Doğa – Şirin Özgün, Bgts Yayınları, İstanbul 2010).

[3] Nûr, 24/38.

[4] Bk. İsrâ, 17/70; Tîn, 95/4.

[5] Wittengenstein.

[6] Kapitalizm, sadece toplumsal ilişkilerde değil, aynı zaman da insan bilincinde de muazzam bir devrimdir. Açgözlülük ve kıskançlığı hem kurumsallaştırdı hem de akıl ve vicdanlarda meşrulaştırdı (Mustafa Özel, Roman Diliyle İktisat, 3. Baskı, Küre Yayınları, İstanbul 2018).

[7] Huxley.

[8] Bk. Furkân, 25/67.

[9] “Ekonomi” bir davranış kategorisi olmak yerine, rasyonellik ve ihtiyatlılıktan çok, siyaset ve dinle aynı sınıfa dahil olan bir kültür kategorisine dönüşüyor (Marshall Sahlins, Taş Devri Ekonomisi).

[10] Tomas Sedlacek, İyi, Kötü & Ekonomi, Çev: Alpogan Sabri Erdoğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2018.

[11] Worldwatch Enstitüsü, Dünyanın Durumu 2014 Sürdürülebilirlik İçin Yönetişim, Çev: Gülru Hotinli, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014

[12] Rosa Luxemburg, iktisat Nedir?, Çev: Ahmet Çakmak – İzak Atiyas, Belge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1992.

[13] Bk. Zâriyât, 51/58.

[14] Bk. Hûd, 11/6.

[15] Buhârî, Müslim.

[16] Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır; ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar, eşyaya yönelmiş ölçüsüz, taşkın, başka her türlü duyguyu gölgede bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı (Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol, Çev: Cahit Koytak, 7. Baskı, İnsan Yayınları, İstanbul 2018).

[17] Mustafa Özel, Romanperver İktisatçı, Küre Yayınları, İstanbul 2019.

[18] Buhârî.

[19] Günümüz toplumlarının çoğunda tüketicilik o kadar doğal geliyor ki başka türlü bir kültürel modeli hayal etmek dahi çok zor (Worldwatch Enstitüsü, Dünyanın Durumu 2014.)

[20] Ekonomik büyüme ile ilgili meşguliyetimiz sıklıkla, insan hayatının ve yeryüzündeki tüm yaşamların iyileştirilmesiyle ilgili meseleler hususunda harekete geçmemize ket vuruyor (Worldwatch Enstitüsü, Dünyanın Durumu 2014.)

[21] İsmail Gezgin, Uygarlaşan İştah, Redingot Kitap, İstanbul 2021.

[22] Bkz. Buhari ve Müslim.


 [am1]zihin ?

 [am2]geçirmiş ?

 [am3]terslik ?

 [am4]kul ?

 [am5]Sınırlı ?