Kardeşin hakkında, onun hoşlanmayacağı ama yalan da olmayan şeyleri söylemen gıybettir. Yani gıybet eden kimse aslında olanı konuşur. Gıybeti tarif ederken “yalan” kelimesine rastlanmaz da diyebiliriz. Eğer konuşmada yalan varsa bu artık “iftira” olur ki günahı çok daha büyüktür. Demek ki her söylediğimiz doğru olmalıdır; ama bu doğruyu her yerde söyleyebileceğimiz manasına gelmez.
Gıybetin konusu, o anda söylenmesi yanlış olan bir doğrudur. Konusu, muhtevâsı hakikate ne kadar uygun düşerse düşsün yine de bu, eylemin doğruluğunu göstermez. Eğer yapılan doğru bir davranış olsaydı, arkasından söylenilecek olan şey kişinin yüzüne söylenirdi, söze konu olan kimsenin oradan uzaklaşması beklenmezdi.
Gıybet, müfsid bir eylemdir. Bir kötülüğü düzeltmez; aksine yeniden üretir, çoğaltır, sürekli kılar. Ne gıybet sahibine, ne dinleyenlere, ne de gıybet edilene faydası vardır. Gıybetin belki de tek ürünü gıybete konu olan kişiyi, dinleyenlerin zihninde sadece o kusurundan ibaretmiş gibi göstermesi.
Gıybetini yaptığınız kardeşiniz, o ortamın ‘ölü’südür. Aynen gerçek ölü gibi, kendisi orda değil; ama yüzüyle, cismiyle sizin ve konuştuğunuz kimselerin aklındadır. Hatıraları zihninizdedir. Fakat ruhu çekilmiştir, dili yoktur, söz söyleyemez, söylediklerinize tepki veremez, yaptıklarınıza müdahale edemez. Siz bunu bile bile gıyabında konuştuğunuz kimsenin varlığına karşı vurdumduymaz davranıyorsunuz, onu çekiştirip duruyorsunuz, etini parçalıyorsunuz, parçalar koparıyorsunuz bedeninden ve ağzınıza götürüyorsunuz…
Gıybetini ettiğin kişinin yüzüne daha önce bunu söylemiş olabilirsin. “Yüzüne de söyledim zaten!”, “Burada olsa yüzüne de söylerim!” gibi cümlelerle başlayabilirsin konuşmana. Gıybetini ettikten sonra yüzüne de söyleyecek olabilirsin belki. Ama bilmen gerekir ki daha önce yüzüne söylemen ayrı bir eylem, şimdi yüzü yokken başkalarına söylemiş olman ayrı bir eylemdir.
Maalesef ki özellikle ve öncelikle dostların ve kardeşlerin gıybeti yapılır. Güya onları seviyormuş gibi başlanır söze. “Ona hiç yakıştıramıyorum…”, “ Onun gibi birisi nasıl yapar bunu!” gibi cümleler. Kardeş eti yeme ziyafetinin çatalı bıçağı gibi öne sürülür hemen. Ama o ortamda olmadığı garantilenerek, aniden çıkıp gelmeyeceğinden emin olduktan sonra, hele bir uzaklaşsın diye fırsat kollanarak başlanır kanlı ziyafete. O kadar sessiz sürer ki bu ziyafet, kardeşin, onun etini dişlediğini bilmiyor bile; bedeninin yağmalandığından hiç haberi yok.
Ve birlikte gıybet ettiğin kardeşlerine de şöyle bir mesaj veriyorsun aslında: “Siz de beni bir ölü gibi dişleyebilirsiniz yokluğumda…” ve “Yokluğunuzda sizi de bir ölü gibi dilim-damağım arasına alıp ayıplarınızı sayarak dişleyebilirim…” Yeni kurbanlar buluyorsun kendine. Bilmeden yem oluyorsun sonraki ziyafetlere.
‘‘Hiç sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?”[1]
Başka söze ne hâcet. Gıybetin ne kadar habîs bir günah olduğunu gözler önüne sermeye bu âyet-i kerime yetiyor. Allah Teâlâ tek bir âyetle, kardeşinin etini ziyafet sofrasına taşıyanlara soruyor:
Sevgi ve buğz mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki en nefret edilecek bir işi sevebiliyorsunuz? İnsaniyetinize ne olmuş ki böyle canavarcasına kardeşlerinizi parçalayabiliyorsunuz? Vicdanınız nerede?
Kim bilir, belki de kardeşimiz, gıybetini ettiğimiz ayıbından pişman olup tevbe etti ve Rabbimiz (c.c) de o kötülüğünü affedip iyiliğe kalb etti. Ama onun pişmanlık duyarak terk ettiği ve sonunda rahmete mazhar olduğu hatasından biz işlemediğimiz halde günah alıyorsun. Kendi işlemediğimiz kötülükler yüzünden yeni kötülükler yazdırıyoruz hanemize. Vay aklımıza!
Hem günah kazanmakla kalmıyoruz sadece. Bir ömür, âhiret sermayesi olarak biriktirdiğimiz sâlih amellerimizi de ateşe veriyoruz. Ve gıybet için sarf ettiğimiz her nefesimizle ateşi alevlendiriyoruz. Onlar bitince alev bizi saracak bu sefer. Heyhât! Boşa gidecek bütün amellerimiz. Kardeşimizin insafına teslim ediyoruz ebedî geleceğimizi. Madem yanıp bitecekti, kaybedecektik bütün sermayemizi, onca emekten sonra çaresizce kalakalacaktık, nedendi bu kadar sarf u gayret? Ne içindi gözyaşlarımız?
Allah (cc) bize kâfî değil mi[2] ki, gıybetten vazgeçmek için kardeşimizin yanımızda olmasını bekliyoruz? Hâlbuki “Yüzünü nereye dönersen dön, Allah’ın vechi ordadır.”[3] hakikatine iman etmiştik. Kullarından bir kulunun yüzüne söylemekten çekindiklerimizi kulunun hatırını kendi hatırından üstün tutan Rabb-i Rahîm’e söylemekten çekinmedik. Yoksa biz Hâlık’tan çok mahlûkundan mı korkuyoruz? Hani takvâmız? Hani ihsân[4] hissiyâtımız?
Sonra kardeşimizin gıyabında konuştuğumuzu unutacağız belki de. Gıybetin utancıyla kardeşimizi hatırlasak da aradığımızda bulamayacağız belki. Belki aramaya vaktimiz olmayacak. Bulsak bile utandığımızdan dolayı helâllik isteyemeyeceğiz ondan. Utancımızı aşıp helâllik istesek bile hakkını helâl edeceğini bilemeyiz.
Allahım! Bize bahşettiğin her bir nefes için müteaddid kere şükretmemiz gerekirken, biz nefesimizi anlamsızca ve faydasızca tükettik. Gıybet ederek “doğru”nun en çirkinine değdirdik dilimizi. Her doğruyu söylemek doğru değilmiş anladık. Ey Rabbim! Bize “doğru”yu eğriltmeyecek bir dil ver. Dilimizi ateşe değdirme. Râzı olacağın sesleri dola nefesimize. Senin hatırına susmakla âlî kıl bizi. Hakk sözlere döndür dilimizi.
Ey Muhyî! Dudağımıza kardeşimizi ölü yerine koyan gıybetler yerine, kardeşimizi ihyâ edecek diri sözler nasîb eyle.
Nefesimizi gıybete yetirme. Dilimizi ayıpları sayıp dökmeye çevirme. Dilimizi kötü sözlere ölü eyle ey Mümît!
Gıybette, arkadan çekiştirmede bizi dilsiz eyle ey Rabbim! Yüzümüzü ikiyüzlülükten, dilimizi “iki sözlülük”ten uzak eyle.
Ya Rabbi! Bizleri affeyle…
[1] Hucurât; 49/12.
[2] Bkz. Zümer; 39/36.
[3] Bakara; 2/115.
[4] İhsân: Allah Teâlâ’ya O’nu görüyormuş gibi (yakînen) ibâdet ve kulluk etmek. Her ne kadar biz O’nu gör(e)mesek de O (cc) bizi muhakkak görüp gözetlemekte.