İçeriğe geç

KARARMAMAK, KURUMAMAK, TÜKENMEMEK İÇİN VERMEK

Zekâtın kelime manası; artmak ve temizlemektir. Verenin malı artar ve temizlenir.

Gül, cömertçe koku vermeseydi neslini devam ettiremez, artamazdı. İnsanlar onu bahçelerinin süsü yapmazlardı. Çiçek arıya aşkla bal vermeseydi çiçek döllenemez ve neslini devam ettiremezdi. Anne kendi özünü bembeyaz süte dönüştürüp yavrusuna vermeseydi çoğalamazdı. Erik ağacı hoş kokulu çiçeğini ve meyvesini vermeseydi ocakta yanarak bir anda tükenirdi.

Çiçekler güzel koku, güneş ısı ve ışık verirken yüzleri gülüyor, veremediklerinde kararıp kalıyorlar.

Kararmamak, kurumamak, tükenmemek için vermek, ilmimizden, sevgimizden, tecrübelerimizden, canımızın yongası malımızdan ve canımızdan vermek.

Sonbaharda can verip, ağaç yapraklarını kendine kefen yapan bir çiçek, baharda binlerce çiçek oluyor. Bir ölüp bin dirilme vardır can vermede. Elimiz dilimize, dilimiz midemize, midemiz tırnağımıza, tırnağımız saçımıza, saçımız kemiğimize, kemiğimiz iliğimize, iliğimiz beynimize, sinirlerimize hâsılı her hücremiz diğerine bir şeyler veriyor. Vermekle varlığını devam ettiriyor.

Peygamber Efendimiz:

“Mü’minler sevgide, şefkatte, merhamette tek vücut gibidirler. O vücuttan bir parça hastalandığında diğerleri ona yardıma koşar, ateşine ve uykusuzluğuna katılır.” buyurmuştur.[1]

Ayaktaki bir ağrı, gözümüzü rahatsız ediyor. Onun için bütün vücut rahat etme gayesiyle ayağın yardımına koşuyor, oraya yardım gönderiyor, ateşini ve acısını paylaşıyor. Bu paylaşma o parçaların rahatı içindir. Aslında veren kendisi için vermektedir.

Eczacıya para veren karşılığında ilaç almakta ve onunla damar sertliğini yumuşatmaya çalışmaktadır.

Zekât veya sadaka veren karşılığını bu dünyadayken de almaktadır. Peygamber Efendimize gelerek kalbinin katılığından şikâyet eden birisine Efendimiz, “Yetimin başını okşa, fakirin karnını doyur.” buyurmuştur.[2] Demek ki verişlerimiz karşılıksız değilmiş. Karşılıksız veren yalnız ve yalnız Allah (c.c)’ dır.

Sevinmek, mutlu olmak, tatmin olmak vermenin karşılığında alınanlardır. Onun için verdiğiniz şeyler karşılığında, alan kişiyi minnet altında tutarak eziyet etmeyin.

Eczacıya para verip ilaç aldığınızda nasıl ki onun başına kakamıyor, onu minnet altında tutamıyorsanız, muhtaç insana verdiğinizde de karşılığını aldığınızdan onu da minnet altında tutamazsınız. Rabbimiz, “Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmakla ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın”[3] buyurmuştur.

Aslında verirken kendi malımızdan vermiyoruz ya. Elim, ayağım, gözüm, kalbim diyerek mülkiyet iddiasında bulunduğumuz şeylere bile tam hâkim değiliz. İsteğimizin dışında ihtiyarlıyor ve saçlarımız ağarıyor. Eğer ben bunlara tam sahip olsaydım saçlarımın ağarmasını ve ihtiyarlamayı istemezdim. Bütün bunlar başka birinin mülkiyetine işaret eden mühürlerdir.

Elime, beynime tam sahip olamayınca onlarla elde ettiğim mallara nasıl tam sahibim diyebilirim? Onun için Rabbimiz mü’minleri tarif ederken “Kendilerine verdiğimiz rızıktan verirler.” buyurmuştur.[4] Yani bizim elimizdeki malların da Rabbimiz tarafından verildiğini ve onlardan dağıtmamız gerektiğini haber vermiştir.

O Allah ki; çamuru buğdaya çeviriyor. Kara toprağa binlerce renk veriyor, tabiatı rengârenk çiçeklerle süslüyor. Sevgili hanımına bir demet çiçek veren insan, Allah’ın bir kuluna veriyor. Böylece dünyada saadeti ahirette cenneti elde ediyor.

“Namaz kılın, zekâtı verin.”[5] ayetiyle Rabbimiz, Allah hakkıyla kul hakkını ard arda getirmiştir. Zekât veren kişi, malının içinde bulunan fakirin hakkını çıkarıp vermekle hak sahibine hakkını veriyor demektir.

 

[1] Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Müsned-i Ahmed 4/270-276.

[2] Mecmeu’z-Zevaid ve Menbeu’l-Fevaid 8/160.

[3] Bakara, 2/ 264.

[4] Bakara, 2/4.

[5] Bakara, 2/43.