İçeriğe geç
Anasayfa » KARAVELÎ’DEN SULTANAHMED MİHRABINA (Mülâkat)

KARAVELÎ’DEN SULTANAHMED MİHRABINA (Mülâkat)

Emrullah HATİBOĞLU Hocaefendi ile…

Muhterem Hocam, çocukluk günleriniz, yetiştiğiniz muhit, tesirinde kaldığınız insanlar… Bu konularla sohbetimize başlayalım isterseniz.

Elhamdülillah, ves’salatü ves’selamü ala rasulillah sallâllahu aleyhi ve selem. Ve b’ad.

Sohbetimizin başında Allah’a hamd edelim, şükredelim ki bizi insan olarak yarattı. Geçenlerde bir genç arkadaş gelmiş “Allah beni niye insan olarak yarattı?” diye sormuştu. Dedim yani “Yılan mı yaratsaydı? O zaman daha mı güzel olurdu? Yaratan O, sen hamdet şükret ki bir sürüngen, yılan, akrep olarak yaratmadı, ne bileyim bir vahşi olarak yaratmadı. Yaratılmışların en üstünü, en güzeli kıldığı insan olarak yarattı. “O’na hamd etmen lazım, şimdi bak ne terslikler yaptın.” “Bana niye sormadı?” diyor. Ona soracakmış da ondan sonra yaratacakmış. O zaman sen kendini nasıl bir konumda görüyorsun?

Bir de insanı yarattı ama hilkatiyle iç içe; düşündüğümüz zaman, su gibi gıda gibi. Peki, insanın değerini artıran nedir? Manevî yapısıdır. İnsanda ruh var. Ruhun gıdası da zikirdir. Yani insan ruhunun yegâne gıdası dindir. Öyle ise din, ilk insandan itibaren en temel hayatî ihtiyaçtır. Netice; fıtratın, hilkâtin gereği olan bir dine, hak bir dine mensup kılması da Allah’ın en büyük nimetidir. Bunun için de ayrıca hamd etmek lazım, şükretmek lazım. Onun için “elhamdülillâh hâzâ min fazli Rabbî” (Bu Rabbimin fazl u ikramındandır.) demek gerekiyor. Biz de onu demeye çalışıyoruz. Elhamdülillah bizi Müslüman yarattı.

Hz. Allah (c.c) “Elyevme ekmeltü leküm dîneküm ve etmemtü aleyküm ni’metî ve razîtü lekumu’l İslâme dîne.” (İşte bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak Müslümanlığa razı oldum.)1 ayetinde de haber verdiği üzere, bizim hidayetimiz, en doğruyu bulmamız, ebedi saadete ulaşmamız için hazırladığı bu en güzel nimet, bizim için ikmal ettiği, tamamladığı ve razı olduğu yegâne din İslâm’dır. Tasavvur edin; Hıristiyanlar da “Biz Allah yolundayız” diyorlar, Yahudiler de “Biz Allah yolundayız” diyorlar. Belki ineğe tapanlar da “Biz hak bir yol üzereyiz” diyor. Bir başkası başka iddialarda bulunuyor. Ama bunların hiç biri Allah katında bir değer ifade etmiyor. “İnne’d-dîne indellâhi’lislâm” (Doğrusu Allah katında din, İslâm’dır)2 ayeti kesin hükmü vermiştir. “Allah katında geçerli din İslam’dır.” diyerek dolayısıyla bizi de Müslüman yapmakla bize en büyük iyiliği yapmıştır.

“Lekad mennellâhu ale’l mü’minîne iz be’ase fîhim rasûlen minhüm…” (Allah, müminlere, aralarından kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulundu.)3 ayetinin de işaretiyle Hz. Allah’ın en büyük iyiliği, bize peygamber göndermesidir. O peygamberle hak olan dini tanıtmasıdır. O din üzere yaşamamızı sağlayacak nimetini indirmesidir. Hamdediyoruz, şükrediyoruz.

Bu temeli böylece attıktan sonra gelelim hayat hikayemize. Efendim, resmen 1946, gayri resmi, esas, hakiki 1945 yılında, Of ilçesine bağlı eski adı Zisino (şimdiki adı Bölümlü) Köyü’nün Aksaray (eski adı Karaver onun da aslı Karaveli) Mahallesi’nde dünyaya gelmişiz. Eskilerimiz Maraş tarafından gelmiş yerleşmiş ya da getirilip yerleştirilmiştir. Tabi bu yerleştirme etrafta Rumların varlığı, Pontus idaresi kalıntılarının varlığı dikkate alınırsa bir nüfus dengelemesi için yapılıyor Sultan Fatih (rahmetullâhi aleyh) tarafından. İşte o çerçevede getirilenler tabi ki yerleşiyorlar, ormanı açıyorlar, tarla olacak yerleri açıyorlar. Bu gelenler Müslümanlardır. Bunlara bir de cami lazım, kestane ağacından güzel bir cami yapıyorlar. Bu caminin hatibi de bizim akrabanın ilki, Karaveli diyorlar ona, Karaveli Hasan Efendi. Mahallenin adı Karaveli. Ondan bozma Karavel Mahallesi oluyor.

Bu bozmaların başka örnekleri de vardır. Mesela Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin doğduğu köyün adı Zülfazl. Faziletli bir şahsa sahip köy anlamında. Onu ne yapmışlar, bozmuşlar, Solfasol yapmışlar. Ankara’nın Solfasol Köyü. Hacı Bayramı Veli Hazretlerinin köyü Zülfazl’dır. Bu vesileyle bunları da zikredelim: El Azîz, Ma’muretü’l Azîz’e Elazığ demişler. Adam aç kalmış, azık diye düşünüyor. Hâlbuki El Azîz, Ma’muretü’l Azîz’dir. Diyâr-ı Bekr, onu da Diyarbakır yapmışlar. Böyle değişiklikler dilde oluyor. Bazen kasıtlı oluyor, bazen halk yapıyor. Solfasol. Kim demiş? Birisi bir şey demiştir herhalde ötekiler de buna uymuşlardır. Veya kasıt vardır; dini çağrıştıran ifadeleri her yerde olduğu gibi kasten orada da unutturma gayreti. Böyle bir yapı her zaman vardır, bugün de vardır.

Evet, insanın demek ki en önemli tarafı dindar, din sahibi olmasıdır. O nimeti de bize Mevlamız verdi. O nimet üzere de böyle, Müslümanların getirilip yerleştirildiği bir Müslüman Mahallesi oluşturulduğu yerde dünyaya geldik. Hatipoğulları diye anılırız. Sebebi yukarıda ismi geçen cami imamı Kara Hasan (Kara Veli)’nın aynı zamanda mahalle camiinin hatibi olması. Onun çocuklarına Hatipoğulları demişler. Soyundan gelenler, Onun yolundan gitmeye çalışmışlar. Köyün hatibi; Onun çocuklarına Hatipoğulları diyorlar. Ve enteresandır bizim akrabada Kuran hafızı olarak düşünürsek epeyce adam yetişmişti. Bir ara bir kesinti oldu ama yine de devam ediyor, elhamdülillah.

Babam Merhum Ömer Hatipoğlu gurbete gider gelirdi. Bütün Karadeniz insanları gurbet insanıdır. 9 ay gider, 3 ay gelir. Hayallerimizde bazen yüzünün şeklini bile unuttuğumuz olurdu. Babamdan hafızlık yapmaya başladık. Gurbet günlerinde gurbete gitmeyenlere gidiyoruz. Onlara ders veriyoruz. Fakat 6 sahife tamamladığımızda babam gurbette bir trafik kazası geçiriyor, Amasya’da. Uzun zaman yatıyor. Elinin üstünden bir kamyonetin arka tekerleri geçmiş. 11 kırık varmış. Enteresan şeyler olmuş. O bir trafik kazası geçirecek. Tabiî olarak köye dönecek. Yatak mahkûmu olacak. O esnada ben hafızlığı tamamlayacağım. Sanki benim hafızlığımın tamamlanması için öyle bir şeye ihtiyaç var. Ve babam da böyle iken altı sahifeden sonrasını on ay içinde tamamladık. On yaşında iken Kur’an hafızı olma nimetini bahşetti Mevlam. Hamdolsun.

İlk hafızlık hocam babamdı. Diğer hocalar var, ama onlar değişken. Hafız Mahmut Efendi var, Hafız Mecid Efendi var. Ama sabit, önünde devamlı diz çöktüğüm; babam Ömer Efendi merhum. Talim ve Tecvid derslerini ağabeyim Abdullah Hatipoğlu’ndan almaya başladım. Talim derslerini de çok fazla alamadım. Amme Cüzünden Nâziât’a kadar talim şeklinde alabildiğimi aldım. Ondan sonra da dinleyiciyim. Bol bol dinlerim. Dinlerim derken çok özel dinlemem, yani kulağıma gelenden birtakım şeyler kalır. Mesela Abdurrahman Gürses Hocaefendi’nin aşr-ı şerif kasetleri vardı eskiden, onları dinlerdik. Radyolardan okuyanlar vardı. Mesela Hafız Hasan Akkuş Hocaefendi’yi oradan hatırlarım hep. Kani Karaca’yı oradan hatırlarım. Zekai Sarsılmaz, Ankara Hacı Bayram Camii imamı, Allah rahmet eylesin, Türkçe ezan okunmaya başlandığı anda “okumam” diyerek önce Kıbrıs’a sonra Suudi Arabistan’a gitmiş. Daha sonra artık ezanlar aslına göre okunmaya başlayınca Diyanet İşleri Başkanı Merhum Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun daveti üzere Ankara’ya dönmüş ve Hacı Bayram Camii imamı olmuş. Mesela o da radyoda okurdu. Bunları böyle duyarız.

İlkokul okumadık ama Kur’an-ı Kerim hıfzını tamamladık. Ramazan Ayı münasebetiyle biz de gurbete gidiyorduk. Bir aylık gurbet bir yıllık ihtiyacı karşılıyordu o Ramazanlar. Ankara’ya geldik. Ağabeyim daha önce geliyordu. O zamanlar Hacı Bayram Camii’nde grup mukabeleleri okunurmuş. On kişi bir cüz okurmuş mesela. Hafız Abdullah Hatipoğlu da orada Ramazan’da grup mukabelelerine katılırdı. Ben de ağabeyim vesilesiyle Ankara’ya geldim. Altmış ihtilali öncesi oluyor bütün bunlar.

Ve 1960 ihtilal senesi de Ankara İmam-Hatip Okulu’nda okumaya başladım. Bir sene okuduktan sonra –o da çok maceralı geçti ya- Trabzon’a döndüm. Trabzon’da ikinci sınıftan mezun oluncaya kadar devam ettim. Bu sırada önce Hacı Abdurrahman (Beşikçi) Hocaefendi’nin ismiyle tanıştım. Sonra da bizzat kendisiyle de şerefyâb olma imkânımız oldu. Trabzon’da Çarşı Camii vardır. Çarşı Camii Trabzon’un en cezbedici camii desem yalan olmaz. Onun tam karşısında Abdurrahman Efendi’nin kitap dükkânı vardı, oradan tanıyoruz. Tabi Karadeniz’de tasavvufu temsil eden pek fazla insan bilinmez, şer’î ilimleri tahsil eden hocalar bulunur da bu alanın pek fazla adamı bilinmez.  Salih Bayraktar vardı, bizim Kuran-ı Kerim hocamız, Çarşı Camii’nin imamıydı. İddialı birisiydi, öyle üniversite bitirmemişti ama “Profesörlerle cedelleşmeye ben varım” derdi her zaman. Hodri meydan. Çok kitap okurdu, bize de kitap okuma hususunda teşvikkâr idi, Allah rahmet eylesin.

Trabzon’da bir büyük hocamızı daha tanımıştık; Ali Haydar Efendi’yi. Trabzon’un meşhur kurrâlarından birisiydi. Daha sonra İstanbul’a geldiğinde bize de teşrif ederdi. Ağabeyimle beraber Beylerbeyi’nde ikamet ederken bazen bizde misafir olurdu. “Hafız Emrullah bir kahve yap da içelim.” Ben kahve pişirirdim, “Yahu bunun tuzunu az koydun Hafız Emrullah.” derdi şekeri kastederek. Zaman zaman Kaside-i Bürde’den, vezinlere dikkat ederek okurdu. Onunla tanışma şerefine ermiş olduk, elhamdülillah.

Trabzon’un meşhur hocalarından birisi de meşhur kıraat hocası Âşık Mehmed Efendi idi. Ağabeyimin hocası dolayısıyla benim de hocam, hepimiz ona zaten hocamız, baş tacımız diye bakardık.

Halk nezdinde ahlâk timsali idi kendisi. Ahlâk demek adeta Âşık Mehmed Efendi demek; şeriat demek, Âşık Mehmed Efendi demek. Halk kendisine öyle bakardı. İhtilaflı bir konu olduğu zaman “Şeriata gidelim” denirdi.  “Kime gidelim?” sorusuna da “Âşık Mehmed Efendi’ye gidelim.” derler, şeriatın hükmünü onda ararlardı. O, köyden Of-Çaykara yolu üzerindeki Taşhan isimli kasabaya indiği zaman Hocaefendinin “Esselâmu Aleykum” şeklindeki selamını almak için herkes ayağa kalkar, önünü iliklerdi. Hocaefendinin selamını alacak; hayırlı işler temennisine muhatap olacak. Onun için en kârlı iş buydu. Böyleydi insanlar.

Rize’de Yusuf Efendi vardı. İstanbul Darülfünunu’nda, Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi’den iki sene önce mezundu. Yusuf Efendi’yi Rize’de gördüm, ziyaret ettim. Rize müftüsü, edebiyat alanında müthiş. Arap Edebiyatı, Fars Edebiyatı ile şiirler yazar adeta kelimelerle oynardı. Düz okursun bir mana, tersten okursun aynı mana, böylesi az bulunur. “Trabzon’da hoca var mı?” deseler hiç kimseyi öyle kolay kolay beğenmezdi.

İstanbul’daki hocalarımızdan bazıları; Ali Üsküdarlı Hocamız bizim derslerimize de geldi. O da ayrı bir değer. Yabancı dili Fransızca, Türkçesinden daha iyi. Üç sultana yetişmiş bir saray hocası, hafızı, imamı. Mûsikîşinas Kani Karaca’nın hocası, kıraat ilimleri üstadlarından ve alanının en iddialılarından. Hakkıyla istifade edemediklerimizden.

Dolayısıyla, hani bazen böyle bulutlar gelir, bazen İstanbul’dan geçer, bazen yağmur yağar geçer, bazen yağamaz geçer, biz o hocaları böyle seyrettik yani. Yağmurlarından pek faydalanamadık, işte biraz arada serpintiler olmuştur. Abdurrahman Hocamı dinlerken ondan kalanlar olmuştur. Ali Üsküdarlı Hocamı dinlerken ondan kalanlar olmuştur. Rahmi Şenses Hocamızı dinlerken ondan kalanlar olmuştur. Radyoları dinlerken, Hasan Akkuş Hocaefendi’yi dinlerken, Zekai Sarsılmaz dedim ya biraz önce, onlardan bazı böyle esintiler.

Mihrab maceranız nasıl başlıyor hocam?

Mihraba geçişim ise İmam Hatip’i Trabzon’da bitirdikten hemen sonra İstanbul’a gelişimle başlar. İstanbul’da ise Üsküdar Beylerbeyi Hamid Evvel Camii İmamı -Allah rahmet eylesin.- Halil Efendi diye kurrâdan bir zât vardı. Ona vekâlet şeklinde göreve başladım. Daha sonra asalete geçtim.

Bir müddet sonra Eminönü Yeni Camii Hatibi İlyas Hoca (Ateşli konuşmalar yapan, dinamik, genç bir hatip) yerine -o askere gidince- ben Eminönü Yeni Camii Hatipliğine tayin edildim. Ali Fikri Yavuz Hocaefendi İstanbul müftü vekili idi. Hatiplikler kaldırılınca Yeni Cami’den Teşvikiye Camii’ne verildim. O dönemde hatiplik kaldırılınca, arkadaşlarımızdan bazıları bulundukları camilerde imam olarak kalmak için (şayet yaşlı hocalar varsa emekli olmaları yolunda) yoğun bir çaba gösterdiler. Ama hepsi değil tabi. Öyle örnekler de oldu. Ama ben öyle bir şeyi prensip olarak hiçbir zaman düşünmedim. Uzun yıllar emek vermiş bir insan emekli edilecek veya başka bir yere tayin edilecek ve onun yerine geçeceğim böyle bir şeyi hiçbir zaman tasvip etmedim etmem de.

Teşvikiye nasıl bir yerdir dedim. Yahu çok iyi bir yerdir. Neresi iyidir? Mevlit hatim varmış diye bazıları çok iyi bir yer şeklinde lanse ettiler. Neyse gittik, orada göreve başladık. Abdurrahman Hocamızla tanışacağız, demek ki orda da güzellikler var. 4,5 sene, 5 seneye yakın orda imam-hatip olarak vazife yaptık. Kısa dönem askerlik çıktı. Isparta’da dört aylık askerlik görevimizi tamamladık.

Askerden dönünce Haseki’de Arapça kursuna dâhil olmak için Ankara’da imtihana girdik. İmtihan sonrası kursa dâhil olduk. 1975-1978 arası, 2,5 sene. Orada Emin Saraç Hocam dersimize giren hocalarımızdan birisiydi, Ali Yakub Cenkçiler (Allah rahmet eylesin) bir diğer hocamız da o idi. O, İhya hocasıdır aynı zamanda. Hep İhya okuturdu, İmam-ı Gazali (rahmetullâhi aleyh)’nin eserini. Bir de tefsir derslerine gelirdi. İmam Nesefi’nin tefsirini okuduk orada. Abdurrahman Gürses Hocamız, Mehmet Âşıkkutlu Hocamız kıraat bölümünde. Biri Mısır tarîki, diğeri İstanbul tarîki üzerinde, o sahanın derslerini veriyorlardı. Kursiyer arkadaşlar var. Her gün iç içe öyle bir Haseki günleri yaşadık. Tekrarı olmayan güzel günler.

Sultanahmet Camiine geçişiniz…

Haseki’den üç buçuk ay sonra göreve Sultan Ahmet Camii’nde başladık. 1978 Temmuz’dan beri, yirmi dokuz senedir buradayız, elhamdülillah.

Gönenli Hocamızla bu defa aynı mihrapta hizmet şerefine nail olduk Elhamdülillah. Gönenli Hocamızı da yakından tanımış olduk. Daha önce Beylerbeyi’nde iken Abdullah Ağa Camii’ne gelirdi, sohbet ederdi. O her vakitte bir yere giderdi zaten, vazifeli olmadığı zamanlarda da.

Kaç yaşlarındaydı Hocaefendi o sıralar?

Kaç yaşındydı tam olarak bilmiyorum ama herhalde altmışın üstündeydi. Tabi aradan zaman geçti epeyce, buraya geldik. Mecburen emekli yaptılar. Altı seneye yakın burada beraberdik. Bir bakıma Onun şemsiyesi altında. Çok güzel oluyor, hoş oluyor. Birinci derecede sorumluluğu o taşıdığı zaman tabi tecrübeden faydalanıyorsunuz. Ama bunu benimsemeniz gerekir, bunu bir ezilmişlik olarak algılarsanız çok kötü olur, yani ıstıraba dönüşür. “Buradan bir an önce gitse de buranın baş imamı olsam” derseniz bu bir azap olur. Allah razı olsun, o, bu işi güzel götürüyor. Onun yanında tecrübe boşluğunu dolduruyorsunuz. Kolay değil böyle bir camiye gelmek. Burada insan şaşırır.

Gönenli Hocaefendiyle de çok güzel günler yaşadık burada hep beraber. Bir defasında haşlamıştı beni, o kadar. Hutbeleri uzatıyordum. Bir Cuma günü – onu rahmetle yâd etmek için bunu zikredelim- kürsü nöbeti onda, minber nöbeti bende. Fakat yirmi altı dakika var ezana -Cuma günü- Hocaefendi kürsüye hala çıkmamış. Allah Allah. Oda var, geldi odaya. “Hocam kürsüye çıkmadınız.” dedim ben. -Bu ne demektir? Hocaya hesap soruyorsunuz.- “Ben kısa konuşurum.” dedi. “Sen de kısa oku hutbeyi, uzatma.” dedi. “Efendim” dedim, “Evet, ben biraz uzatıyorum; ama inşallah, zât-ı âlinizin ikazları ile belli bir noktaya getirmeye çalışacağım.” deyince “İşte ikaz ediyorum.” dedi. “Uzatırsan bağırırım aşağıdan.” “Aman efendim, böyle bir şeye sebep olmak istemem.” dedim. “Aldığım terbiye buna manidir. İki imam kavga ediyorlar. Ben bunu dedirtmem. Hatta bunun için gerekirse hutbe okumaktan da vazgeçerim.” deyince “Vazgeçersen geç, ben okurum.” Fesübhanallah, sanki seksen yaşındaki adam ben, yirmi yaşındaki delikanlı o. Üzerime üzerime geliyor. Ben zaten karşılık vermem ama şok etti beni. Biraz sonra çıkıp hutbe okuyacağım. Ya uzatırsam. Dediği gibi ya bağırırsa aşağıdan. Nasıl bir hutbe okuduğumu bir düşünün. Kazasız, belasız indik. İnerken de -Hocaefendi kürsünün orda tabi- bakanlara Hocaefendiyi işaret ediyorum. Birisi ona hatırlatıyor. Bakınca mihrabı gösteriyorum. “Hocam namazı buyurun kıldırın.” “Yok, sen kıldır.” Kıldırdım. O gün öylece geçti. Hocaefendi Pazar günleri gelir, talebelere harçlık dağıtırdı. Ayakkabısı, elbisesi eksik olana onlardan verir. Pazartesi onun görevi ama ben de bulunuyorum, geldi, elini enseme koydu ve okşayarak “Nasılsın arkadaşım?” dedi. Kendisine teşekkür ettim. Daha sonra öğrendiğime göre müezzinlerden birine diyormuş ki: “O gün kafam bir yere takılmıştı.” -Biraz kızgındım anlamında- “Ama iyi de oldu, bu arkadaşımızı denedik.” Müezzinin ifadesiyle: “Allah bize iyi bir arkadaş gönderdi, onun değerini bilin” demiş. Benim de ensemi sıvazlayarak gönlümü aldı, tabi o ilk ve tek bir olay ama çok güzel bir hatıra. Benim için de iyi oldu. Yerim neydi gördüm yani.

Hoş lakırdılar söylersin de, bir şeyi yaşarken o hoş lakırdılara uygun davranabilir misin? Yani, “saygıdeğerdir onlar”, “şöyledir onlar” demek kolay da yerinde o saygıyı gösterebiliyor musun? Elhamdülillah, ondan sonra Hocaefendi bizi gerçekten himayesine aldı. “Ev tutalım bu kardeşimize.” dedi. Anadoluhisarı’ndan gidip geliyorum. Böyle olmaz ona bir ev tutalım. Hemen mahalleyi taradık. Bir ev bulduk tam beş bin lira kira bedeli isteniyor. Benim aldığım maaş dört bin beş yüz kırk lira. “Bunu başkası da verse ben böyle bir evde oturmam.” dedim. Maaşımdan daha çok kira bedeli ödenecek yer bize yaramaz. Tamam, bir başka eve gittik üç bin yüz liraya orayı tuttuk. Bin altı yüzü ben verdim, bin beş yüzünü Hocaefendi verdi maaşımız on sekiz bin lira oluncaya kadar. On sekiz bin olunca yarısı kiraya, öbür yarısı bize yetiyor. Bir hanım bir ben, çoluk çocuk yok o zaman. Dedim ki: “Hocam size çok teşekkür ederim. Artık ben bu kira bedelini de ödeyebiliyorum. Benim gibi zor durum da olan kimselerin elinden siz nasıl olsa tutacaksınız.” Teşekkür ettik. Böylece bıraktık.

Şimdi böyle Hocaefendiler çok fazla yok. İşte bunlar talebeleri himayelerine alırlardı. Âşık Mehmet Efendi evinde talebe barındırır. Tokat’tan gelen, Terme’den gelen, uzak vilayetlerden gelen talebeleri evinde barındırırdı. Böyleydi Hocaefendiler. Yani hem okutur hem de sıkıntılara katlanırlardı. Âşık Mehmet Efendi’nin hanımları, yemek yapar çocuklara yedirirlerdi. Çamaşırlarını yıkarlardı. Onlar böyle insanlardı. Onların bu gayretleri, bu ihlaslı, “hâlisan li vechillâh” “sırf Allah rızası için” olan çalışmaları çok bereketli oldu. Böyle biri yöreye girdiğinde, o yörenin rengi değişirdi. Yahu bir kişi bu.  Gittiği yerde ehl-i Kur’an talebeler yetiştirirdi. Onların da talebeleri olur, böylece etkisi dalga dalga o yöreye hâkim olurdu.

O vadide bulunan insanlarda genel bir güven ve sevgi oluşurdu. O silsilenin içinde kimin ismi geçerse -hatasız kul olmaz ama- sanki hatasızmış gibi düşünülürdü. Allah’ın hatalardan koruduğu bir zincirin halkaları gibiydiler. Hadis-i şerifte de zikri geçmiyor mu?

“Kulum bana (farzlara ilâveten yaptığı) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm, bana sığınırsa, onu korurum.”

Yani hepsini himayeme alırım buyuruyor Cenab-ı Hak. Allah’ın koruması altına girdikten sonra zaten yanlış yapamaz ki o.

Kulu Allah’a en çok yaklaştıran ibadetler farzlardır.  Allah’ın en çok sevdiği ameller onlardır. Sonra sünnetler, nafileler. Bu hassasiyeti gösterebilen bir insan düşünün ki; haramların ötesinde mubahların da bir kısmını terk edebiliyor. Allah (c.c) da o kimseyi himayesine alıyor, koruması altında yaşatıyor; ondan sonra da “filan efendi şöyle bir şey yaptı” diye kötü haber çıkmıyor. Bir haramı hatta mekruhu işlemeyen, o hassasiyeti gösterebilen insanın ahlâkı nasıl olur! Güzel olur tabi. Güzel olunca da sevilir. Ama ne yazık ki; bizler onların değerini anlayamıyor ve o insanlardan hakkıyla faydalanamıyoruz.

Muhterem hocam, yavaş yavaş sohbetimizin sonuna yaklaşıyoruz. İmamlık vazifesi hakkında bir iki cümle dinlemek isteriz sizden. Ehemmiyeti… Bu makamı dolduran kimsenin dikkat etmesi gereken hususlar…

Efendim imamlık yapacak insan kimin makamında olduğunu bir an olsun aklından çıkarmamalıdır. Ahzâb Sûresi 21. ayet-i kerimede buyuruluyor:  “lekad kâne fî rasûlillâhi…” (Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasûlullah en güzel örnektir.) Onun mihrabına geçen adam kimi kendine örnek almalıdır; bunun için konferans vermeye gerek var mı? O makamın gerçek sahibi Peygamber Efendimizdir. O halde; Ona layık bir temsil nasıl olabilirim sorusunu başa alacak.

Onu örnek olarak aldığı zaman, Onun hangi tarafına uymaya çalışırsa işte o onu adam eder. Ama Efendimizin hayatıyla tezatlar içinde olursa, bulunduğu yer mihrap dahi olsa herkese karşı rezil olur perişan olur. Bunun birçok örneklerini yaşıyoruz maalesef.

Mihrap öyledir. Minber de öyledir. İnsan minbere çıktığı zaman kimin adına konuştuğunun farkında olmalı. Orada Allah -celle celâlühü- böyle buyurdu, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu diyorsun. Bunlara rağmen ben de size derim ki diyebilir misiniz? Hayır.

Ama buna benzer şeyler olmuyor mu? Birilerinin keyfini yerine getirmek için o makama ihanet etmek. Oluyor işte. Ondan sakınmalı insan. Şeytanın oyuncağı olmaması gerektiğini bilmeli. Şeytan bizimle çok uğraşıyor, uğraşacak. Bizi o yapıdan uzaklaştırmak için her yolu deneyecek.

Mihrap sahibinin, dünyevî basit çıkarlara karşı zaaf içinde olmaması gerekir. “Ecrim Allah tarafından verilecek.  O zaman ben işimi yalnızca Allah için yaparım” şuurunda olmalı imam.

Bilmem hangi cami çok cazipmiş? Niye? Bol hatim, bol mevlit var. Senin vazifen mevlit ve hatim yoluyla zarf toplamak mı? Böyle bir yapının Hz. Peygamberle bir benzerliğini kurmak mümkün mü?

İmamın her zaman toplum tarafından örnek alındığını bilmeli ve kendi kendine şöyle düşünmeli: “Toplumun önüne geçiyorsun, toplum seni örnek alıyor. Hüsn-ü zan besliyor sana. Mihraba geçen adam herhalde en düzgün adamdır diye düşünüyor insanlar.” Ben öyle düşünürdüm.

Bu toplumda sahabe kime benzer? Herhalde Mehmet Rüşdü Âşıkkutlu’ya benzer diyordum. Onu tanıdığım için böyle diyordum. Bir başkasını tanıdığımız zaman onun için de aynısını söylüyorduk. İşte Allah rahmet eylesin Abdurrahman Beşikçi Hocaefendi ve nice benzerleri. “Herhalde bu toplumun en pürüzsüz insanları onlardır. Sahabenin hayatını hatırlatacaklar bu gibi insanlardır.” derdik.

Bir de menâkıb kitaplarından okuyup tanıdıklarımız vardı ki;  aman ya Rabbi! Onlar nasıl insanlardır yahu. Biz de insan onlar da insan. Ama hiç onlara benzemiyoruz. Eğer onlar insansa biz neyiz? Yok, eğer biz insansak onlar neyin nesi? Hâlbuki onlar da insandı biz de insanız. Peki, onları böylesine insanüstü tasavvur ettiren şey neydi? Çünkü onlar Rasûlullah’ı örnek alıyorlardı.

Rasûlullah  Efendimiz’i hiç tartışma konusu yapar mıyız? Yapmayız. O, Allah’ın özel koruması altında. Vallahu ya’sımuke… Ona uyarsan, sen de Onun gibi eller üstünde alınıp taşınmaya layık hale gelirsin Allah tarafından.

Bu potansiyel hepimizde var. “Herhalde o, bu toplumun en güzel, en düzgün adamıdır ki; onu mihraba geçirmişler.” Bu ön kabul, bizim en büyük avantajlarımızdan değil mi? “Yazık yahu. Bu mihraplar bu adamlara mı kaldı?” dedirtmemeliyiz. İşte bunu söylettiğiniz zaman ihanetin en büyüğünü yapmış olursunuz. Bu bakış açısı temel yaklaşımımız olmalı.

Cenab-ı Hak gençlerimizi bu istikamette yönlendirecek güzel örnekler yetiştirmeyi nasib eylesin. Âmin.

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Biz teşekkür ederiz.

1             Mâide, 5/3

2             Âl-i İmrân, 3/19

3             Âl-i İmrân, 3/164

(*) Sayı: 8, 2007.

Mülâkat: Abdurrahman KAYA – Murat USTAKURT