İçeriğe geç
Anasayfa » KENDİMİZE YOLCULUK

KENDİMİZE YOLCULUK

2019 yılının sonlarına doğru Çin’de başlayan, adım adım dünyayı etkisi altına alan ve Mart 2020’den itibaren de yanı başımızda hissetmeye başladığımız bir süreci yaşadık/yaşıyoruz. Gözle görülemeyen, elle tutulamayan, kokusu duyulamayan ancak mikroskopla fark edilebilen 125 nanometre büyüklüğündeki bu virüs, içinde yaşadığımız dünya düzenini derinden sarstı ve ciddi bir şekilde etkisi altına aldı. Gelişmiş silahlar, büyük teknolojik aletler bu virüs karşısında çaresiz kaldı. Toplumlar iktisadî, siyasî, hukukî ve sosyal alanlar başta olmak üzere büyük değişimler geçirmeye başladı.

Dünyada binlerce işyeri kapanırken, yüzbinlerce insan işini kaybetti. Her gün milyonlarca öğrenci ve öğretmenin sınıfları doldurarak yüz yüze yaptığı eğitim, çevrimiçine dönüştü. Camiler başta olmak üzere mabetlerde toplu ibadetlere müsaade edilmedi. Sportif müsabakalar, düğünler, toplu etkinlik ve organizasyonlar yasaklandı. Kısacası hayatımızda, daha önce hiç tecrübe etmediğimiz ve kısa bir süre içerisinde uyum sağlamaya çalıştığımız yepyeni bir dönem başladı: “Evde kal”.

Dış dünyamızda yaşanılan bu gelişmeler, kısa bir süre içerisinde bizleri de etkisi altına aldı. Alışageldiğimiz günlük rutinleri değiştirdi. Aynı ortamı paylaştığımız eşimiz ve çocuklarımızla daha fazla vakit geçirme imkânı elde ettik. Genellikle şikâyetçi olduğumuz iş yoğunluğumuz birden hafifledi. Dilediğimiz gibi üzerinde dolaştığımız yeryüzü yerini, dört duvar arasına bıraktı. Aslında yaşanılan bu olumsuz süreç, insanın kendisiyle yüzleşmesi için bir fırsat sundu.

Biz kimdik? Nereden geliyor ve nereye gidiyorduk? İçinde yaşadığımız yüzyılda baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknik gelişmeler, şehirlerimizde yükselen gökdelenler, fabrikalarda üretilen mamuller,  bilgiye ulaşma hızı, tıp alanında yaşanılan gelişmeler, uzayla ilgili yapılan devasa çalışmalarla beraber beslenen sonsuzluk/ölümsüzlük duygusu, yerini acizliğe bırakıyordu. Nereden ve nasıl geleceği belli olmayan bu virüs canımıza mâl olabilir veya kalıcı etkiler bırakabilirdi. Sahip olduklarımızla her şeyi kontrol altında tuttuğumuzu hissettiğimiz bir dönemde, aslında sığınılacak yegâne varlığın Yüce Allah olduğunu bir kez daha öğretiyordu. Bütün tıbbî imkân ve gelişmelere rağmen salgının zengin-fakir, yaşlı-genç, doktor-çiftçi vb. ayırt etmeden herkesi etkileyeceğinin örneklerini gözler önüne seriyordu. Kendimizi en iyi hissettiğimiz bir yerde bile güven içinde değildik.  “Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size ulaşacaktır…” ayeti, şu hakikati bir kez daha hatırlatıyordu: “Bâki olan yalnızca O’dur. Onun dışında kalan her şey fânidir.” İşte bu fânilik duygusu dünya ve ahiretini inşa etmesinin kilit taşını oluşturuyordu ki bir kez daha hatırlamış olduk.

Bu dünyada neyimiz var? Nelere sahibiz? Bizde olmayan ama etrafımızdakilere baktığımızda gördüğümüz, bizde de olmasını arzu ettiğimiz onlarca şey sıralayabiliriz. Duygu ve düşünceler sahip olunanlardan daha çok, sahip olunamayanlarla meşguldür. Bunlar da genelde menkul ve gayrimenkul değerlerdir. Bu süreçte aslında ne kadar büyük bir zenginlik içerisinde olduğumuzu fark ettik. Sağlığımızın dünyanın bütün malına sahip olmaktan daha büyük bir hazine olduğunu öğrenmiş olduk. Küçücük gelen evimiz günlerce dışarı çıkmadan zaman geçirdiğimiz bir yaşam merkezi haline geldi. Aile fertlerini buluşturan, yemek yenilen, televizyon izlenen ve istirahat edilen bu ortam; yeri geldiğinde oyun parkına, dersliğe, sinema salonuna, beceri atölyelerine dönüştü. Aslında özü itibariyle dönüşen bizlerdik. Eşyaya ve mekâna bakışımız değişince onların da fonksiyonları değişmeye başlamıştı.

Eşya neydi? Asıl fonksiyonu nelerdi? Onları kullanan bizler için ne anlama geliyordu? Eşya hayatta bizler için birer amaç mıydı, yoksa araç mı? Araba, araba olduğu için değil, aile fertlerini bir yerlere götürürken onların arasındaki muhabbeti güçlendirdiği için anlamlıydı. Koltuklarımız, yemek takımlarımız misafirlerini ağırladığı için kıymet taşıyordu. Okul, öğrenme sürecinin ötesinde arkadaşlık ilişkileri kurduğumuz, sosyalleştiğimiz, duygu ve heyecanlarımızı paylaştığımız için önemliydi. İş dönüşü beraberimizde sadece yorgunluğu değil, geleceğe dair ümit ve heyecanlarımızı da taşıyormuşuz. Evin ihtiyaçlarını gidermenin huzuru, psikolojimizi ayakta tutan bir güç kaynağıymış aynı zamanda.

Ramazan neden önemliydi? Niçin oruç tutuyorduk? Oruç insana neler kazandırırdı? Salgın sürecinin yoğun olarak yaşandığı bir zamanda idrak ettiğimiz Ramazan, bambaşka bir boyutla gösterdi kendini. Ne teravihler kılınıyordu camilerde, ne de insan kalabalıklarının koşuşturması vardı etrafta. Bu seferki Ramazan yalındı, sadeydi, ruhuna uygun geçirmemiz için bir fırsattı. Kur’an ile daha yakın olmak, teravihleri tam olarak eda etmek için büyük bir imkân doğmuştu. Bedenimizle beraber vücut azalarımıza ve kalbimize oruç tutturmanın fırsatıydı. Sokaklarda oruç yiyenler azalmış, davet ve ziyafetlerin ardından ortaya çıkan israf manzaraları yok olmuştu. Ramazan kültürel ve geleneksel öğelerle değil; dilimizi, bedenimizi ve kalbimizi mâsivâdan arındırarak yalnızca Ona (c.c) yönelmenin adı olarak karşımıza çıkıyordu. Kendimizi, geçirdiğimiz bir yılı gözden geçirme; yaptığımız hatalardan pişmanlık duyarak, hayrın yolcusu olduğumuzu hatırlama fırsatı sağlıyordu.

En son ne zaman derinlemesine düşünmüştük? Hangi fikrin etrafında düşünme eylemini gerçekleştirmiştik?  Günümüz insanı hız çağının bir parçası olarak sürekli bir yerlere yetişme, bir şeyleri yetiştirme mücadelesi veriyor. Özellikle büyükşehirlerde olanlar bu durumu fazlasıyla yaşıyor. İşçisinden patronuna, öğrencisinden müdürüne, çocuğundan ebeveynine, çeşitli meslek gruplarının çalışanlarına kadar herkes bir telaşın içinde yer alıyor.  Hayat meşgalesinin içine her bir dalış, gerçeklikten biraz daha uzaklaştırıyor insanı. Genellikle koşmaktan nereye gittiğini düşünmeye fırsat bulamıyor. Salgın bizleri fiziksel olarak yavaşlatırken, derinlemesine düşünmemiz yani tefekkür edebilmemiz için bir imkân sundu. Geçmişten geleceğe, maddeden manaya uzayan bir köprü kurdurdu zihnimizle kalbimiz arasında. Günlük hayatta meşgul olduğumuz, ömrümüzü harcadığımız işlerin anlam ve değerini, kurduğumuz ilişkilerin kıymetini düşünmeye sevk etti. Hayatın gayesini tekrar tekrar hatırlatarak, ‘hiç’liği fark ettirip, yeniden bir inşa süreci başlattı. Ayrılık birlikteliğin, yokluk varlığın, fakirlik zenginliğin, hastalık sağlığın, acı tatlının kıymetini öğretiyor insana. Elinin altındakiler her an yok olup gitme potansiyeline sahipken; fark etmediği nice cevherlere sahip olduğunu görüyor. Kâinata, tabiata, insana, eşyaya, mekân ve zamana bakarken kullandığı gözlüğün camlarını silerek, hayata bakışındaki bulanıklığı gideriyor. Bunun ardından her şey, anlamlı bir bütün olarak beliriyor. Buradan hareketle düşünmek, anlamak ve anlamlandırmak hayatının en büyük dönüm noktası oluyor.