İçeriğe geç
Anasayfa » ÜMMET İNSANI OLMAK

ÜMMET İNSANI OLMAK

Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsek azdır. Zira bizlere ilim kapısını açmıştır. Fakat şükür sadece dille yerine getirilecek bir vazife değildir. Bizlere düşen vazife; ilmin kemâline ermek için, bunun izzetini bulmak için, gelecek nesillerin peşimizden gelmek suretiyle manevî servetimizi devam ettirmeleri için bu yolda devam etmektir.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ne buyurmaktadır, dikkatle dinleyiniz ve inşallah hiç unutmayınız:

“İnsan öldüğünde amel defteri kapanır…” Öldükten sonra artık insanın yapacağı bir iş kalmamıştır, dünyadan gitmiştir, amelleri bitmiştir.

“Ama üç kimse vardır ki müstesna. Birincisi, sadaka-i câriyesi bulunan kimsedir…” Sadaka-i câriye nedir? Allah rızası için yapılmış, beşeriyete faydalı, hayırlı olan hangi şey varsa işte ona sadaka-i câriye denir.

“İkincisi de ilim, irfan neşreden insandır…” Mesela hocalarımız nice fedakârlıklarla bizi okuttular, ama şimdi okuduklarımızdan, amellerimizden istifade ediyorlar inşallah. Amellerimiz onların defter-i a‘mâline de yazılmaktadır.

“Üçüncüsü de sâlih evlat yetiştiren kimsedir.” Evladının sâlih olması takdirinde o evladın yaptığı bütün güzel ameller aynı şekilde anne babanın siciline işliyor ve anne baba da kendileri bizzat hayatta yaptıkları amel gibi çocuklarının amellerinden istifade ediyor, memnun oluyorlar.

Bizler de ilim talebeleri olarak dünyadan ayrıldıktan sonra amel defterlerinin hasenât kısmı açık kalan kimselerden olacağız inşallah. Sizler daha gençsiniz, fakat bilin ki vakti geldiğinde arkanızdan çok insanlar gelecektir. Bunun için aman ha dikkat ediniz; siz ferd-i vâhid değil, ümmet insanı olacaksınız. “Her kim İslam’da güzel bir çığır açarsa, kıyamet gününe kadar ona hem açtığı bu yolun sevabı, hem de kendisinden sonra aynı yolda yürümeye devam edenlerin sevabı yazılır.” hadîs-i şerîfini hiç unutmayacağız. Sonra, başka bir şey daha… Herhangi bir kimsenin hidayetine vesile olmak, hidayet kapısını bulmasına sebep olmak bizler için dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır, buyuruyor Peygamberimiz (s.a.v).

Bütün bu temennilerimizin gerçekleşebilmesi için evvela kendimize çekileceğiz. Kendimizi, kalbimizi Kur’ân-ı Kerîm ile nurlandıracağız. Evlerimizi Kur’ân-ı Kerîm’den mahrum bırakmayacağız. Nasıl ki Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın okunmadığı bir ev karanlıktır, haraptır; aynı şekilde kalbinde Kur’ân-ı Kerîm olmayan kimsenin vücudu da haraptır. O Kur’ân-ı Kerîm ki; ruhtur ve nurdur. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak nasıl buyuruyor: “İşte biz, sana da (Habîbim) böylece emrimizden bir ruh vahyettik.”[1] Ruh ne manada bu âyet-i kerîmede? Kur’ân-ı Kerîm manasındadır. Düşünelim, ruhsuz olan bedenin hali nedir? En sevdiğimiz akrabamız vefat ettikten sonra, onun ruhu olmadığı için artık gözümüzde itibarı yok olur, onu defnederiz. Hemen götürürüz, defnederiz. Gözümüzün önünden uzaklara bırakır, geliriz. Binaenaleyh bizim kalplerimizde de Kur’ân-ı Kerîm yoksa halimiz nice olur.

Kur’ân’ın olmadığı kalpte -Allah muhafaza- iman da yok gibidir. İmansız Kur’ân; Kur’ân’sız iman olur mu? Kur’ân-ı Kerîm ruhtur, aynı zamanda nurdur. Nur ne demektir? Gözümüzün önünü görmesini sağlayan şey demektir. İnsana gideceği yeri gösteren şeydir. İşte insanın içinde Kur’ân-ı Kerîm varsa ona nereye gideceğini gösterir. İnsan ancak o nurla dünya huzurunu temin edebilir, cennet yolunu bulabilir. O sebeple Kur’ân-ı Kerîm’le irtibatımız daima kuvvetli olacak. Onu okumadan geçirdiğimiz günlerimizi ziyanda bileceğiz.

Kur’ân-ı Kerîm’in hemen yanı başında da Rasûlullah Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri gelecek tabi ki. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz şeylerdir. İslam tarihi boyunca bütün ulemamız bunu böyle bilmiş ve öğretmişlerdir. Daha dün gibi aklımdadır. Mısır’a tahsile gittiğim yıllarda bir gün Ezher Camii’inden çıkıyordum. Yanımda da Mısır’ın büyük allâmesinden Abdülvehhâb Buhayrî hocamız vardı. Bana, senin Riyâzu’s-Sâlihîn’in var mı, diye sordu. Olmadığını söyleyince hemen caminin yakınında bir iki basamak alt tarafta Mektebet-i … vardı. Oraya girdik. Bana bir tane Riyâzu’s-Sâlihîn hediye etti. “Bunu masanın üzerine koyacaksın, hani her gün Kur’ân-ı Kerîm okuyorsun ya -bu oku demektir tabi ki- sonrasında da bir miktar bundan okuyacaksın.” demişti. İlk sahifesine de oldukça tevazuâne birkaç satır yazmıştı, hatıra kabilinden. O kitabı hala gözüm gibi saklarım. Talebelerimiz bilir. Hala ders okuduğumuz masanın üzerinde Kur’ân-ı Kerîm’in yanında durur. Hocalarımızın bu tavırları bizler için misaldir. Ben de şimdi sizlere başka ne diyebilirim ki Kur’ân-ı Kerîm okuyacağız ve ehâdîs-i şerîfe okuyacağız.

Dikkat buyurunuz, çok güzel, kısa kısa bazı hadîs-i şerîfler vardır; onları güzelce seçip zihnimizde, ezberimizde, lisanımızda bulundurmalıyız. Bunlar bizim sermayemiz olacaktır. Bilmeyenlerin arasında bulunduğumuz zaman, bunları söylemeliyiz. İlim ehli kimse boş sözlerle, malayaniyle vakit geçirmez. Onların bulunduğu meclisler hep ilim meclisleri haline dönüşür. Biz de öyle olmaya çalışacağız. Güzelce, yerine göre en güzel sözleri söyleyeceğiz. Söylediğimiz takdirde, çevremizdekiler de bunları öğrenirler.  Hem öğrendikleri bu bilgilerle amel ederlerse, biz de onların bu amellerinden öyle bir servet kazanırız ki, bunun, dünya servetleriyle kıyası mümkün değildir.

Anlatacağız. Önce biz yaşayacak, sonra da güzel bir üslûpla anlatacağız. Bakınız, maalesef insanlarımızın nicesi namaz kılmıyor. Namaz kılmayanlara, “Yapma kardeş, gözünü aç, bu fâni hayat biter. Senin ilk sualin namazla başlar.” dememiz gerekir. Böyle derken biz de öyle güzel namaz kılacağız, kötülüklerden elimizden geldiğince uzak duracağız ki insanlar halimize tavrımıza bakarak bazı şeylerin farkına varacaklar. En önemli hususlardan biri olan haram helal meselesine keza dikkat edeceğiz. Nice nice haberler vardır ki bunların yapılmasına vesile olanlar en büyük ahiret sermayesini elde etmiş olurlar. Bunlara dikkat edeceğiz. Bunlar zaten bildiğimiz sözler canım, tekrar konuşmaya ne hacet var, demeyeceğiz. Çünkü birbirimize nasihat etme mükellefiyetimiz vardır. Merhum Bekir Hâkî Efendi, “Kardeş öyle bir devirdeyiz ki besmeleyi bilen onu öğretmeli.” derdi. Maalesef cemiyetimiz bu hallerde.

Bunlar bizim aslî vazifemizdir. Bir de ilim yoluna çıkan kimselerin, dinimizi daha güzel öğrenip öğretme derdinde olan kimselerin yapmaları gereken bir şey var. O da Arapça lisanının öğrenmek.

Arapça lisanına efendim, tüccarların ticaret lisanı gibi bakmayız biz. Bir tâlib-i ilme göre Arapça öyle bir lisan değildir. Ama maalesef bakınız İngilizce öğreniyorlar, yüzde doksan dokuz değil yüzde yüz öğreniyorlar, ticaret âleminden bir şeyler almak için ya da işte siyaset âleminden birisi olmak için vs… Biz ise Arapçayı basit dünyalık metalar için değil, ahiret saadetini elde etmek için öğrenmeliyiz, diyoruz; ama ne kadar çalışıp öğrenebiliyoruz? Ne diyor Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz: “Arap’ı seviniz, çünkü ben Arap’ım, Kur’ân Arapçadır, ehl-i cennetin dili de Arapçadır.” Evet, Rasûlullah Efendimiz Arap’tır. Bugün Arap dediğimizde misal, Nusayrileri de Arap diye sevecek değiliz ya. Kur’ân-ı Kerîm’e iman eden Araplar, benim din kardeşimdir, işte biz onları severiz, bir. İkincisi efendim, Kelâmullâh, Kur’ân-ı Azîmüşşân Arapçadır. Ve cennet ehlinin dili Arapçadır. Ahirete gittiğimiz zaman Arapça konuşacağız.

Bunların yanında Allah Teâlâ ne buyuruyor: “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da Onun âyetlerindendir. Hakikat, bunlarda ilim ehli için elbette ibretler vardır.”[2] İnsanların renklerinin, dillerinin farklı olması mühim değil. Hepimiz Âdem’in (a.s) nesliyiz, Âdem (a.s) soyundan geliyoruz. Rasûlullah Efendimiz, “Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise topraktandır. Arap olanın Arap olmayana, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Kim mü’min ve müttakî olursa onlar makbuldür, muteberdir. Onlar, Allah nezdinde muteber sayılır.”  buyuruyor hadîs-i şerîflerinde.

Öyleyse kavmiyetçiliğe vs. lüzum yok. Biz Arap lisanını Kelâmullâh için, Rasûlullah Efendimiz için öğreneceğiz. Evvela oradan başlayacağız. Rasûlullah Efendimiz’e muhabbetimiz için öğreneceğiz.

Dikkat, burası bizim en mühim sermayemizdir ki Rasûlullah Efendimiz’e muhabbet, dinimizin bedelidir. Rasûlullah Efendimiz’i sevmek imanımızın en mühim noktalarından birisidir. Çünkü bir insan tabiî olarak evvela kendisini seveni sever, değil mi? Çevremizdekileri de neredeyse bize olan muhabbetlerine göre severiz. İşte Rasûlullah Efendimiz bizi o kadar seviyor ki hatta ve hatta Kur’ân-ı Kerîm’inde ne buyuruyor Cenab-ı Hak: “O peygamber, mü’minlere öz nefislerinden evlâdır…”[3]  Mü’min olan kimseleri Rasûlullah (s.a.v) seviyor. Bizi bizden daha fazla seviyor. Bizim kendimizi sevdiğimizden daha fazla Rasûlullah Efendimiz bizi seviyor. Ondan dolayıdır ki bizim hayrımıza, faydamıza olan şeyleri bize tebliğ ediyor, ikaz ediyor, beyan ediyor. Böyle olunca da Rasûlullah Efendimiz’i sevmek bizim imanımızın icabı oluyor. İmanımız bununla tamam olur. Onunla temel bulur. Rasûlullah Efendimizin sevgisi, evvela Onun yolunu takip etmekle tahakkuk eder.  Allah Teâlâ ne buyuruyor: “(Habîbim) de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin…”[4] Rasûlullah Efendimiz, Allah Teâlâ’nın emriyle bunu, bu emri bize tebliğ ediyor. Bunu Allah Teâlâ emretti Ona da onun için söylüyor. Ne diyor: “Ey insanlar! Sizi yaratan Rabbinizi seviyorsanız bana tâbi olacaksınız.” Tâbi olursak ne oluyor: “Cenâb-ı Hak da bizi muhakkak seviyor, sevecek.” Allah’ın sevgisinin şartı, Rasûlullah Efendimiz’in yolunu takip etmemiz, Onun amellerini yapmamızdır.  Rasûlullah Efendimiz’in amelleri nedir? Rasûlullah Efendimiz’in amellerinin hepsinin ismi için “sünnet” tabirini kullanıyoruz. Sünnet ne demektir? Rasûlullah Efendimiz’in akvâli/sözleridir. İkinci sırada Rasûlullah Efendimiz’in yaptıkları, amelleri; üçüncü sırada ise Rasûlullah Efendimiz’in tasvip ettiği, yanında yapılıp da reddetmediği, tasviple karşıladığı ameller gelir. Bu üç hususun hepsine birden sünnet denmiştir. Biz bu sünnetleri yaptığımız takdirde Rasûlullah Efendimiz’e ittibâ etmiş oluyoruz. Bu ittibâmız ağırlığında da Allah’ın (c.c) rızasını kazanmış oluyoruz. Rabbim bizleri bu iman üzere yaşatsın ve bu imanla haşretsin inşallah.

 

[1] Şûra, 42/52.

[2] Rûm, 30/22.

[3] Ahzâb, 33/6.

[4] Âl-i İmrân, 3/31.