Ezelden ebede doğru yola çıkmış birer yolcuyuz. Allah Teâlâ Hazretleri, insanoğluna müstakillen varlık verip onu ezel âleminden varlık âlemine göndermiş, vakti gelince de bu gurbet hayatından, tekrar huzûr-ı ilâhîye davet edeceğini haber vermiştir.
Rabbimiz, kitab-ı ilâhîsinde, sizler bu âlemde kulluk vazifelerinizi îfâ edin, ben de bunun karşılığında mükâfâtınızı vermek üzere sizleri bir gün huzuruma davet edeceğim meâlindeki ifadelerle bizleri tekrar tekrar uyarmıştır.[1]
Öyleyse akıl sahibi insanın, “Nereden geldim, nereye gidiyorum?” suâlini asla unutmaması, daima hatırında tutması gerekir. Bu, temel bir meseledir. Çünkü insanoğlu; nereden geldiğini, nerede olduğunu ve nereye gideceğini bilemezse hayatını zâyi etmiş olur. Böyle olunca da yaratılış gayesinin sebeb-i hikmetini hiçbir zaman anlayamaz. Yaratılış gayesini anlamayan insana ise bildikleri bir fayda vermediği gibi yapılan nasihatler de bir fayda sağlamaz. Niçin yaratıldığını düşünmeyen insan; boşu boşuna yaratıldığını, sadece yemek içmek ve zevk u safâ için dünyaya geldiğini zannederek hayatını bu şekilde tüketir ve dünyadan büyük bir pişmanlık ve hasretlik içerisinde yola çıkar.
Çevremizde, gurbete giden insanlara bir bakalım. Kimileri gurbete ne için gittiğinin farkında olarak gayesini tahakkuk ettirmek için iş bulup çalışmakta, nihayet umduklarını elde ederek gurbetten memleketine dönmektedir.
Bazıları ise -bunlar ilim sahibi de olabilirler- gurbete çıktıkları yerlerde sadece gezip dolaşırlar. Gurbete ne için çıktığını düşünemedikleri için kazandıklarını yeme, içme ve zevk u safada harcayarak eli boş, pişmanlık ve mahcubiyet içerisinde, sefil bir şekilde memleketine dönerler. Tıpkı dünya hayatında Allah (cc)’ın emir ve yasaklarına itaat etmeden huzura gidenler gibi.
Bizler de bu gurbet âlemine bir gaye için geldik ve bir gün hesap vermek için tekrar huzûr-ı ilâhîye gideceğiz. Yani “Allah’tan geldik ve yine Allah’a gidiyoruz.”
Bu yolculukta Allah Teâlâ (cc) bizlere peygamberleri vasıtasıyla bir “kulluk” mesleği öğretmiştir. Bizler de kendisine nasıl kul olacağımızı Allah’ın kitabından öğreneceğiz. İnsanoğlu kendi kendine herhangi bir şeyi yoktan meydana getiremediği gibi, kulluk vazifelerini de kendi kendine tespit edemez. “Allah’a kulluk” bütünüyle manadan meydana gelen bir vazifedir. Bunun için aklın kulluk vazifeleri hakkında bir tespit veya yorum yapma yetkisi yoktur.
Bazı kimseler İslâm dininin, mantık dini olduğundan bahsederler. İslâm dininin mantık dini oluşu; Allah (cc)’ın emrettiği her şeyin en güzel ve akla, mantığa uygun oluşundandır. Çünkü akıl dine bir hüküm ekleyecek veya dinden bir hükmü kaldıracak yetkiye asla sahip değildir. Çünkü din, mahlûk değildir; ama akıl ise mahlûktur.
Tarih boyu bir kısım insanlar heva ve heveslerine göre bir şeyler tespit edebilmek için “İslâm dini mantık dinidir” gibi sözlerin arkasında, insanları emellerine alet etmenin gayreti içerisinde olmuşlardır. Bu gibi kimseler dinî bir husus, kendi mantıklarına uygunsa onu almış, mantıklarına uygun değilse onu kabul etmeyerek; böyle şey mi olur, bu akla uyar mı, Allah böyle şey ister mi, gibi sözlerin arkasına sığınarak reddetmişlerdir.
Böyle bir düşünce ve davranış muhakkak ki büyük bir ahmaklıktır. Bu düşüncenin peşinde koşanlar da en büyük ahmaklardır. Ama tarih boyu dünya üzerinde sapık düşüncelerin yaygınlaştığı pek çok devir yaşanmıştır. Bu devirler hâlâ da sona ermiş değildir. Yani hâlâ “İslâm dini akıl ve mantık dinidir.” diyerek konuşanlar ve bu düşüncenin peşine takılıp gidenler mevcuttur. Tekrar edelim ki Kur’ân, Allah’ın kelâmı olup mahlûk değildir. Yaratılmış olan bir insan yani bir mahlûk, Allah’ın mahlûk olmayan kelâmını aklıyla kâmil manada ne anlayabilir ne de anlatabilir. Eğer akıl, Allah’ın gönderdiği kelâmı anlama kabiliyet ve kudretine sahip olsaydı nebî ve rasûllere ihtiyaç olmazdı.
Hepimizin bildiği üzere rasûllerin görevi, Allah (cc)’tan aldıkları ahkâmı insanlara anlayacakları şekilde izah etmek ve yaşamaktır. O izahlar da kendi görüşleri olmayıp Allah Teâlâ’nın bildirdiği şekildedir.
Onun için akıl sahibi mü’minlerin, düşünüp, araştırarak inanması gerekir ki Allah’ın koyduğu bir kanûn-i ilâhî olan dinde aklın bir ahkâm tesis etmeye hakkı yoktur. Çünkü din insanın sonsuz hayatının devamı için konulan ölçülerdir. İnsanoğlu ne kadar ilim sahibi olursa olsun, bir bitkinin bir canlının, bir insanın yaratılışı için bir tohum, bir madde meydana getiremez. En küçük bir maddeyi meydana getiremeyen varlıkların manevî âlem için bir şey demeye hiçbir imkânı yoktur. Bu iddiada bulunan ucb ve kibir sahibi kişiler ya akıl sahibi değildir ya da art niyetli, kimselerdir.
Bu fitne sahibi, âlim geçinen cahiller tarafından yolları kesilmeseydi insanlık âleminin hakkı bulmaları çok daha kolay olurdu. Ama tarihin her devrinde olduğu gibi günümüzde de bu gibilerin şerrinden kurtuluş çok zordur. Bundan dolayı akıl sahibi mü’minlerin kitâb-ı ilâhîye ve Peygamberine (sav) karşı çok saygılı olması gerekir.
İnsanın bir şeyi inkâr etmesi için bir menfaatinin olması gerekir. İnkârcıların hallerine baktığımız vakit, bunların menfaat hesabını yapacak kadar dahi ilim ve tecrübelerinin olmadığını görmekteyiz.
Bir kısım insanlar Peygamberin şefaatini inkâr etmektedirler. Ey gafil! Şefaati inkâr ederek sen ne kazanacaksın, insanlık ne kazanacak!
Bir kısım insanlar ise Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimizin sünnet hayatını bütünüyle ortadan kaldırmak için mücadele vermektedirler. Bu gafiller de sünnet hayatını ve hadisleri inkâr ederek ne elde edecekler, insanlara ne kazandıracaklar!
Eğer bu kimseler, bu gayretlerinin karşılığında bizim bilemediğimiz dünyalık bazı menfaatler elde ediyorsalar bunu da açık yüreklilikle bu millete anlatmalıdırlar ki insanlar onların akıllı(!) olduklarını düşünebilsinler. En azından “Bu akıllıdır; ancak menfaat düşüncesine yenildi.” desinler. Var olan bir şeyi hiçbir menfaat elde etmeden inkârın kişiye bir fayda sağlayacağı düşünülebilir mi?
Şefaati inkâr eden bu gafiller, kıyamet günü şefaatin varlığını görünce ne yapacaklar! Dünyada küçücük bir iş için bile şefaatçi arayan bu gafiller acaba o gün şefaate ihtiyaç duymayacaklar mı?
Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’deki birçok ayet-i kerime şefaatin varlığını ispat etmektedir. Bu kimseler
“Artık şefaatçilerin şefaati de onlara fayda vermez.”[2] ayet-i kerimesini şahsî düşünceleri ile aklî yorumlar yaparak bu iddialarına kaynak göstermektedirler.
Ama ayet-i kerime aslında şefaatin varlığını ispat etmektedir. Ayetten anlaşılan: şefaat vardır; ancak şefaati inkâr edenlere ve inkârcılara faydası yoktur. Dikkat ediniz ayette şefaat “yoktur” denmiyor, “fayda vermez” deniyor.
Allah Teâlâ (cc) Hazretleri, maddî hayatımız için ölçüler koymuştur. Bunlarla maddî ve manevî varlığımız meydana gelmiştir. Maddî ölçülere riayetle varlığımız son anına kadar devam eder. İnsanlar için tahsis edilen maddî imkânlar bittiği anda maddî hayatımız da sona erer. Maddî hayatın bitişiyle birlikte önümüzde sonsuz bir hayat başlar.
Elhamdülillah mü’minler olarak bu hususta bir şüphemiz yok. Ama âlim geçinen cahiller gürûhu neredeyse bu millete onu da inkâr ettirecekler. Toplum içerisinde bu inkâr yolu “Kabirde azap yok.” denilerek açılmıştır.
İnsanlar biraz düşünseler bunun yanlış olduğunu anlayacaklar. Fakat art niyetli insanlar tarafından onlara düşünme fırsatı dahi verilmemektedir.
Biraz düşünelim, uyku âleminde görülen dehşetli rüyaları, kâbusları inkâr edemeyen insan kabirde azabı neden ve nasıl inkâr eder?! Bu kimseler, kabir azabını inkâr etmekle ne kazanacaklarını veya insanlık âlemine ne kazandıracaklarını düşünüyorlar?
Kabre gittiği zaman, “Biz kabirde azap yok dedik; ama meğer kabirde azap varmış…” diye pişmanlık duymayalım. Biliniz ki insan, kabirdeki azabı kaldırma gücünün sahibi değildir. Allah Teâlâ (cc) Hazretleri “Mâliki yevmi’d-din” fermânıya bu düşüncelerin bütününe kapıları kapamıştır.
Biliniz ki “Din gününün sahibi sadece Allah Teâlâ Hazretleridir.” Orada, ne bir insanın sana faydası olabilir ne de bir insanın tehdidi sana zarar verebilir. Ne de Allah’ın izni olmadan bir kimsenin orada başka bir kimseyi kurtarması mümkün olabilir. Bütün bunların değişmez bir hakikat olduğu Allah Teâlâ tarafından ölüm anında insana gösteriliyor.
Biliniz ki sizin bir insan olarak güç, kuvvet ve imkânlarınız maddî varlığınız devam ettiği müddet kadardır. Yani Allah Teâlâ’nın sizin için lütfettiği ömür kadardır.
O an gelince, bütün maddî imkânlarımız sona erer. Ama mânâmız yok olmaz. Asıl hayat, dünyadan ayrıldığımız zaman başlıyor. Dünyaya gelerek başlanan hayatın ötesi, sonsuz bir hayat var. Bu sonsuz hayatımız, ölümle başlar, ölümle başlayan bu hayatın ilk durağı kabirdir. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde Firavun ve kavminden bahsederken:
“(Öyle bir) ateş ki, onlar sabah-akşam ona arz olunurlar. Kıyametin kopacağı günde de, ‘Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun.’ denilecektir.”[3]
Demek ki kabirde azap vardır. Akşam sabah azapları arttırılmaktadır. Cenab-ı Allah, kıyamet geldiği zaman onları daha da şiddetli bir azaba koyacaktır.
Bir başkası da kalkar der ki: “Ölülere neden Kur’ân okuyacaksınız, Kur’ân ölülere nâzil olmadı ki!”
Madem öyle, neden cenaze namazı kılıyorlar?! Cenaze namazı da bir duadır. Bu dua ölünün ruhuna gönderiliyor. Muhakkak ki hiçbirimiz cenaze namazını ölüye secde etmek için kılmıyoruz. Bu iddiada bulunanlar samimi iseler “Biz ölünce, bize cenaze namazı kılmayın; çünkü Kur’ân dirilere nazil olmuş.” şeklinde vasiyetlerini şimdiden ilan etsinler.
Rasûlullah (sav) Efendimiz bir hadis-i şerifinde: “Cennetle aranızda, aşılması zor yedi tane sarp kaya vardır.” buyurmaktadır.
- Bunların ilki ve en ehveni ölümdür.
Böyle olmasına rağmen insan maddî hayatın en korkunç belası olan ölümden kurtulmak için her şeyini feda eder.
- İnsanın kabre konduğu ve kabrini ateşten bir çukur olarak gördüğü zamandır.
Kabir azabın olmadığını iddia edenler herhalde kabirlerindeki ateşi söndürme gücüne sahip olduklarını zannetmekte veya yanmaya razı olmuşlardır. Bunlar için diyeceğimiz bir şey yok. Ama bu ümmeti rahat bıraksalar ki ümmet cehennemden kurtulabilse.
Ne acıdır ki bu düşünce sahiplerinin birçoğu bu ümmetin parasıyla okuyup bir yerlere geldikleri halde ümmetin başına bela olmaktadırlar. Bunların yapmış olduğu zararı bâtıl din sahiplerinin hiçbirinin yapması mümkün değildir. Tıpkı İslâm ülkelerinde yapılanları, işgal devletlerinin yapmasının mümkün olmadığı gibi.
İnsanların kabre konulduğu anın dehşetinden dolayı Allah’ın Rasûlü (sav) bir hadis-i şeriflerinde şöyşe buyurmuştur:
“Eğer ölülerinizi kabre koymaktan vazgeçmeyeceğinizi bilseydim; Allah’a, kabirde feryat edenlerin feryatlarını size duyurması için yalvarırdım.” buyurmaktadır.
İnsan dehşet içinde kaldığı o an, dünyada en çok korktuğu ve kurtulmak için her şeyini vereceği ölümü dahi arar.
- İnsanlık âlemi birer birer, sonra da hep birlikte maddî hayattan ayrılıp ebedî hayata intikâl eder. O gün mahşer günü, insanların dirilteceği gündür.
O günden bahsederken Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Çocukları ihtiyarlatacak; saçlarını ağartacak bir gündür.”[4], “Allah’ın celâl sıfatıyla tecellî edeceği, kaşları çatık, yüzü ekşi, korkunç bir gün…”[5] “O zaman onlar başını kaldırdıklarında o inkâr edenler: ‘Eyvah bizi uykumuzdan kim uyandırdı!’ derler.”[6]
O günün dehşetinden, kabirdeki amansız azap bile onlara uyku gibi gelir.
- Kabirlerden kalkıldığı, bir sahrada toplanılarak kitapların tevziâtının yapıldığı an.
Bütün insanlığın etrafının alevlerle dolup taştığı ve alevlerin üzerlerinde, bir kubbe haline geldiği bir an. Ateş kıvılcımların alevler halinde insanların üzerlerine döküldüğü an.[7] Her taraf sıkışık, imkân kapıları kapanmış. Kitaplar taksim edilir: “Filanca oğlu filanca, sen kitabını sağ taraftan al, ebedî saadete erdin, müjdeler olsun, şu tarafa, cennete, filanca oğlu filanca, sen kitabını sol taraftan aldın, sen de hesaba doğru. Filanca oğlu filanca, sen kitabını arkadan aldın, yerin ebedî cehennem…”
O günün vahşeti, evvelkilere hiç benzemez.
- Beşinci korkunç belâ, aşılması güç sarp kaya ise terazinin başında cennet ve cehennemliklerin ayrıldığı andır.
Herkes bir anda hesaptadır. Birisinin hesabı bitecek, öteki çağrılacak değildir. Allah Teâlâ’nın terazisinde ameller tartılıyor… “Filanca oğlu filanca, senin iyiliklerin kötülüklerinden fazla geldi, sana müjde, filanca oğlu filanca, senin de kötülüklerin fazla geldi, sen de cehennem tarafına. Zaten daha önceki cehennemlikler kitaplarını alınca gönderilmişlerdi… İşte o zamanda, Efendimizin Makâm-ı Mahmûd diye isimlenen şefâat makamına gidileceği birçok hadis-i şerifte bizlere bildirilmiştir. Yani kulluk yarışını kazanan tek bir kimse vardır. O da Hz. Muhammed Mustafâ (sav) Efendimizdir.
O, Makâm-ı Mahmûd’da terazi-mizan kurulacağı zaman cennet Arş’ın sağında yerini alır. Allah Teâlâ, Cebrail’e emrederek “Cehennem gelsin!” der. Cebrail (as) da cehenneme: “Allah Teâlâ seni hesap âlemine çağırıyor.” deyince, o gün cehennem de gelir.[8] İşte o gün insan yaptıklarını anlar.[9] O gün, bütün ümmetlerin korkudan diz üstüne çöktüğü bir gündür.[10] O gün cehennem süratle hesap âleminde koşarken, insanlar o dehşetin içerisindeyken Rasûlullah (sav) Arş-ı a’lâ’nın gölgesinde secdeye kapanmak isteyince Allah (cc): “Kaldır başını ey Habîbim! Burası ibadet âlemi değil; sen şefâat et, şefâatini kabul edeyim. Ümmetinden istediğini iste, sana bağışlayayım.” buyurur ve hesap âlemi başlar.
- Altıncı sarp kaya ve korkunç engel ise hesabın başladığı andır.
Efendimiz (sav) hesaba getirilenlere şefaat ederken bir toplum gelir. Onlar gelince Efendimiz ellerini kaldırır ve “Şu kavme şefaat etmiyorum; çünkü bunlar Kur’ân’ı hayat nizâmı olarak kabul etmediler.” buyurur. İşte, insanlığın ölümle başlayan dehşetli anının en çok ağırlaştığı anlardan birisi de burasıdır.
- Sırat köprüsüne gidildiği an.
İşte hepimiz bu yolun yolcusuyuz.
Artık kendimize çekilip biraz düşünelim; bizler hesap âlemine giden bu yolun yolcularıyız, bu kervana girdik, yol değiştirmeye veya yoldan ayrılmaya ne gücümüz yeter ne de imkânımız vardır. Bu yolda giderken Allah’ın koyduğu ölçülere uymaya gayret etmeliyiz. Allah (cc):
“Allah katında affınıza sebep olacak ibadetlere koşun.”[11] buyuruyor.
Bunun için evvelâ günahları terk edelim. İsyanlardan Allah’ın itaatine koşalım. Allah Teâlâ Hazretleri “Yedi kat yerler ve yedi kat gökler genişliğindeki cennete koşun.”.[12] buyuruyor. Bu bir yarıştır. Evvelâ isyandan firar edeceğiz, sonra ibadât ve itaate koşacağız.[13] Biz ibadetle Allah’a tevbe ve hamd ediyorsak, bilelim ki; bu ibadetin karşılığını Allah Teâlâ o anda halk etmiştir. Çünkü Allah’ın vaadi de haktır va‘îdi de haktır. Eğer isyan işliyorsan, isyanın karşılığındaki ceza da o an halk oluyor.
Dünyada bizi bir yarışa davet etseler, makamlar, mevkiler vaad etseler. Çoluk çocuk nasıl seferber oluruz! Ödülü vaat eden mahlûk, vaad edilen ise dünyalık makam; ama herkes koşuyor… Bizleri yedi kat yerler yedi kat gökler genişliğindeki cenneti kazanma yarışına davet eden ise Âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ Hazretleri.
Bu yarış için koşan var mı?
Koşacak olan var mı?
Koşmaya niyeti olan var mı?!
O gün pişmanlık içerisinde olmamak için bu iki davetten hangisine, yani dünyanın davetine mi Allah’ın davetine mi daha iştiyakla, şevk, heyecan ve arzuyla icabet ettiğimizi iyi düşünelim.
Tabii ki bu işi sadece sözle ifade etmeninde kişiye bir şey kazandırmayacağını unutmayalım.
Selam emredildiği gibi yaşayıp hesap günü başı önüne eğik olmayanlar üzerine olsun.
[1] Bkz. Hac; 22/77.
[2] Bkz. Müddessir; 74/48.
[3] Bkz. Mü’min; 40/46.
[4] Bkz. Müzzemmil; 73/17.
[5] Bkz. İnsân; 76/10.
[6] Bkz. Yâsîn; 36/52.
[7] Bkz. Mürselât; 77/32.
[8] Bkz. Fecr; 89/23.
[9] Bkz. Fecr; 89/23.
[10] Bkz. Câsiye; 45/28.
[11] Bkz. Âl-i İmrân; 3/133.
[12] Bkz. Âl-i İmrân; 3/133.
[13] Bkz. Zâriyât; 51/50.