İçeriğe geç
Anasayfa » KUR’ÂN-I KERÎM’DE İZZET ve ZİLLET KAVRAMLARI

KUR’ÂN-I KERÎM’DE İZZET ve ZİLLET KAVRAMLARI

 “İzzet” kelimesinin sözlük anlamı, üstünlük ve galibiyettir. Istılâhî anlamı ise, insanın yenilmesine (mağlubiyetine) engel olan şeydir. Bu da insan için üstünlük, şeref ve haysiyet, kuvvet ve güç sahibi olmayı ifade eder. Aynı kökten türemiş “aziz” kavramı ise, her türlü üstünlüğü, galibiyeti, güçlü olmayı ve en üstün bir şerefi ifade eder. Bu sıfat, genellikle Allah hakkında kullanılır. “Azîz” olan yani en üstün, en yüce, en mutlak izzet sahibi yalnızca Allah’tır. Peygamber ve mü’minler de “din ve düzen” olarak İslam’ı yaşadıkları için izzet ve üstünlük elde etme imkânına sahip olurlar.

İzzet; Allah’ındır, Rasûlü’nündür ve mü’minlerindir.[1]

Bu âyet-i celîle ve benzeri ayetler kokuşmuş ve tefessüh etmiş Batı medeniyetini, üstün medeniyet sayıp İslam medeniyetini küçümseyen ve hafife alanların enselerine inen tokat gibi cevaptır, anlayana.

Kişiye izzet kazandıran birkaç önemli hususu hatırlatmak istiyorum. Bunlardan biri, sarsılmaz sapasağlam bir tevhid inancına sahip olmak, bütün ilâhî emir ve yasaklara harfiyen uymak suretiyle Yüce Rabbimiz’in rızasını gözetmektir. İkincisi, Allah yolunda infaktır. “Veren el, alan elden üstündür.” Onun rızasını gözeterek Onun yolunda infak edenler izzet ve şeref sahibi kişilerdir. Üçüncüsü ise ilimdir. İlim başlı başına bir güçtür, zenginliktir, izzet ve şereftir. “Allah’ın kulları içinde kendisinden en çok ilim sahipleri korkarlar.”[2] İlmi olduğu halde ilmi ile amel etmeyenler, ilimlerini iman ve cihat uğruna değil de, faiz ve zulüm düzenlerini yürüten, sevk u idare eden zalimlere ve zalim düzene destek için kullananlar, ilmin verdiği izzet ve şerefi kaybederek Bel’am gibi zillet ve meskenete dûçâr olurlar.  

Bir ülkenin başka ülkeler karşısında ahlâkta, ilimde, eğitimde, ekonomide, tarımda, sanayide ve teknolojide güçlü, etkin ve saygın olması, baskı altına alınamaz bir konuma gelmiş olması o ülkenin izzet ve şerefle yaşayan bir ülke konumuna yükselmiş olması demektir.

Zillet; hor ve hakir olmak, alçalmak, aşağı düşmek, itibarsız olmaktır. Zillet yerine zül ve mezellet de kullanılır. Birini aşağılamaya, küçük düşürmeye “izlâl”, bu duruma düşen kimseye de “zelîl” denir. Zillet hali, sahibini aşağıların aşağısına, yani esfel-i sâfilîne sürükler. Kur’an ahlâkından uzaklaşmak, faiz, israf tüketimciliği, ağır borç yükü vesaire olumsuzluklar hem toplumu hem de ülkeyi zillete düşürür. İnsan ve toplumu zillete düşüren sebeplerin başında din ve düzen noktasında İslam’dan kopmak, faizci kapitalist düzenin içine düşmek gelir.

Zilletin sebeplerinden biri de zulümdür. Adaletten ayrılan, haksızlık ve zulümle insanları mağdur edenlerin sonları zillete dûçâr olmaktan başka bir şey olmayacaktır.

İslamsız izzet olmaz. Zillet, İslamsızlık halinin ta kendisidir. Kullarını mülkünde imtihan eden Allah (c.c) dilediğini aziz eder, dilediğini de zelil eder. De ki: “Ey mülkün sahibi Allah’ım! Sen mülkü (idareyi, iktidarı) dilediğine verirsin, dilediğinden onu çeker alırsın, dilediğini aziz eder, yüceltirsin, dilediğini zelil eder alçaltırsın. Hayr senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin.”[3]

Allah (c.c) karada ve denizde mükerrem ve izzetli kıldığı âdemoğlunu izzetli görmek ister. Kaynağı iman ve cihad olan bir izzetle yeryüzünde var olmanın bir anlamı da izzet ve zillet (hak-batıl) mücadelesinde onurlu bir duruştur. hakkı üstün tutmanın izzet ve şerefini kimlik edinen müttakî, muhlis, muhsin, mütedeyyin ve samimi kimseler zihin dünyalarında, zillete hayat hakkı tanımaz. Karşı karşıya kaldığı Nemrut’un ateşi bile olsa zalim sultan karşısında hakkı haykırma cihadından bir an dahi geri durmaz. Aziz ve şerefli olan kimseler, Allah ve Rasûlü’nün gösterdiği yolda şuur, dirayet, metanet, şecaat ve sabırla yürüyen mümtaz şahsiyetlerdir. Zelil ve hakir olan kimseler ise hak yolda iken batıl, sapık, yanlış ve felaket yollarına sürüklenen ahmak kimselerdir.   

Tarihteki zeliller: Kâbiller, Şettatlar, Nemrutlar, Firavunlar, Kârunlar, Hamanlar, hahamlar, papazlar, rahipler, kâhinler, Ebû Cehiller, Ebû Lehebler vesaireler.

Günümüzün zelil ve hakirleri: Başta Siyonizm olmak üzere ABD, AB, hak hukuk ve nizam tanımayan bilumum Allah ve peygamber düşmanlarıdır. Çünkü her asrın bir Firavunu ve bir de Musa’sı vardır. Firavundan (batıldan) yana olanlar hep zillet ve meskenete sürüklenirken, Musa’dan (haktan) yana olanlar da izzet, şeref ve haysiyet gibi en üstün makamlarla taltif edilmişlerdir. Asrımızın zelil ve sefilleri sürekli bizlere Batının kokuşmuş ve tefessüh etmiş ahlâkını empoze etmeye çalışıyorlar. Günümüz Müslümanı, İslam âlemi ve yöneticileri, zillet ve meskenete sürüklenmiş olan bu bîçâre varlıkları model kabul edip onlarda izzet ve şeref aradıkları için böylesi acınacak bir duruma düşmüştür. Yaklaşık 14 buçuk asır önce inen şu ilâhî mesajlara bir kulak verir misiniz: “Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost ve yönetici edinip o inkârcıların (o kâfir heriflerin, o gavurcukların) yanında izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet (izzetin tamamı) yalnızca Allah’a aittir.”[4]

 “Münafıklar, “Eğer Medine’ye dönersek yemin olsun ki; en aziz olan, en zelil olanı oradan çıkaracaktır.” dediler. Oysa izzet (ve şeref) yalnız Allah’a, Rasûlü’ne ve mü’minlere aittir. Velâkin münafıklar bunu bilmezler.”[5]

 “Ey Rasûlüm! Kâfirlerin sözleri seni üzmesin. Çünkü izzet, şeref ve galibiyetin tamamı Allah’a aittir…”[6] İzzet ve şerefi zillet ve meskenet de aramak zilletin ta kendisidir.

Başımıza gelen her musibet kendi ellerimizle işlediklerimizden dolayı değil midir? Bu atâlet, sefâhat, zafiyet ve zillet neyin nesi, neyin ürünüdür? Gıybet, haset, su-i zan, tecessüs, söz taşımalar, yalan, iftira, yaralı gönüller, sönen ümitler, tükenen özgüven, yok olan huzur, merhamet, acıma duygusu, sevgi ve saygı… Evet, izzet, şeref ve haysiyetimizi zedeleyen, törpüleyen korkularımız, tutkularımız, tutarsızlıklarımız ne zamana kadar sürecek? Zilleti benimseyip kimlik edinme sefâletinden ne zaman kurtulacağız? İzzet, şeref ve haysiyet; ne faizci kapitalist nizamda, ne materyalist eğitimde, ne rant zenginliğinde, ne vurgun, soygun ve dolanda, ne şan ve şöhrette, ne makam ve mevkide, ne tüketim çılgınlığında, ne itibar kazanmak için alabildiğine israf alışkanlığında, ne mal, mülk ve servetinizde, ne de güç ve kuvvetinizde; bunların hiçbiri mücerret olarak kişinin izzet ve değerinin bir alâmeti (belirtisi) değildir. Asıl izzet ve kıymet, şeref ve haysiyet; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatımızı din ve düzen olarak Kur’an’a, İslam şeriatının kriterlerine ve Allah Rasûlü’nün (s.a.v) hayat prensiplerine göre düzenlemektir. Hiçbir beşeri güce değil, yalnız ve yalnız Rabbimiz olan Allah’a (c.c) boyun eğer, Ona teslim olur ve sadece Ona kul olup gerçek hürriyete ermektir, asıl izzet ve şeref.

İzzet ve zillet kavramlarının zikredildiği surelerden biri de Münâfikûn Sûresi’dir. “Onlar (o münafıklar), o kimselerdir ki; “Allah’ın Rasûlü’nün yanında bulunanlara (muhacirlere, diğer zayıf ve güçsüz kimselere) nafaka vermeyin (yardımda bulunmayın), tâ ki (etrafından) dağılıp (gitsinler).” derler. Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat o münafıklar (bunu) anlamazlar.”

 “(O münafıklar) derler ki: “Eğer Medine’ye dönersek elbette aziz olanlar, zelil olanları oradan çıkaracaklardır.” Hâlbuki izzet, Allah’a mahsustur. Ve (onun) Rasûlü’ne ve mü’minlere mahsustur. Lâkin münafıklar bunu bilmezler. ”[7]

Bu ayetlerin nüzûl sebebi şudur; Benî Müstalik Gazvesi (Savaşı) esnasında münafıkların reisi İbn Selül ve yandaşları şöyle diyordu:

“Rasûlüllah’ın yanında bulunanlara nafaka vermeyin (yardım etmeyin) ki etrafındakiler dağılıp gitsinler. Medine’ye döndüğümüz zaman aziz ve kuvvetli olanlar zelil ve aciz olanları herhalde oradan elbette çıkaracaktır.”

Böylece İbn Selül söyleyeceğini söyleyip Medine’ye döneceği bir anda oğlu Abdullah kılıcını çekiyor ve şehrin giriş kapısına dikiliyor. Kapıdan geçmek isteyen babası İbn Selül’e aynen şunları söylüyordu: “Geri dön, geri dön. Vallahi Allah Rasûlü (s.a.v) en aziz, en güçlü ve en kuvvetli, biz ise en zelil ve en aciziz demedikçe ebediyen şehre giremezsin (vallahi kelleni uçururum). İbn Selül canını kurtarmak için bu sözleri aynen ifade etmek zorunda kalmıştır. Sonra Abdullah, Efendimiz’in (s.a.v) yanına gelerek, “Babamın öldürüleceği haberi bana ulaştı. Eğer bu yapılacaksa bu görevi bana verin ki kellesini hemen size teslim edeyim.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) “Aramızda olduğu sürece ona güzel davran. Rıfk ile muamele et.” diye tavsiyede bulundu.

el-Vâsitî der ki: “İzzet” tamamen Allah’ındır. Allah’a aittir. Çünkü Allah (c.c) velayet, kudret, kuvvet ve azamet sahibidir. Kahhâr ism-i şerîfi ile dilediği her şeyi anında “kün” emri ile yok eder. Dilediğini de var eder. Allah’ın irade ve meş’iyyeti olmadan hiçbir şeyin, bir zerrenin dahi var olması mümkün değildir. Her şey onun iradesi ve dilemesiyle vücut bulur. “İzzet”, nebi ve rasûller içindir. Çünkü onlar masumdurlar. Allah tarafından her yönü ile koruma ve muhafaza altına alınmışlardır. Dolayısıyla imanlarının zeval bulmasından da emindirler. Nübüvvet ve şefaat gibi en üstün ve en değerli makam ve meziyetlerle şereflenmişlerdir.

Ve “izzet”, Allah Rasûlü (s.a.v) içindir. Çünkü Allah, onun dinini bütün dinlerden üstün kıldı, “Makâm-ı Mahmûd” gibi en üstün bir şefaat makamını ihsan etti. Onu peygamberlerin ilki ve sonu kıldı. Ve Onu cihanşümûl bir peygamber olmakla şereflendirdi. Belirli bir zamana ve belirli bir kavme değil bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilmiş ve daha nice üstün meziyetlerle Onu taltif etmiştir.

Ve nihayet “izzet”, mü’min olan kimseler içindir. Çünkü mü’minler imanları sebebiyle ilelebet cehennem azabına dûçâr olmaktan emindirler, biiznillâhi Teâlâ. Tâat u ibadet, tevazu, hilm ve cömertlik gibi güzel hasletlerle “Eğer siz mü’min iseniz üstünsünüz.” ayetinin hükmüne mazhar olmaları sebebi ile de izzet ve şeref sahibidirler.

İmam Kuşeyrî de bu konuda şöyle der:

“Rasûlullah’ta ve mü’minlerde var olan izzet, Allah’ın kendilerine olan bir lütûf ve ihsanıdır. Allah’ta var olan izzet ise zâtının muktezâsıdır. Celâl ve cemâl sahibi olan Allah’a mahsus bir sıfattır. Bundan dolayı “izzetin tamamı” Allah’a aittir. Miraç gecesinde Allah’ın şöyle bir serzenişi olduğu rivayet edilmiştir:

1. “Ben kullarımdan yarının ibadetini istemezken; onlar ise yarının ve daha fazlasının rızkını isterler.

2. Ben onların rızkını kimseye havâle etmeden kendim tekeffül ederken; onlar ise bana ibadet de başkalarını ortak koşarlar.

3. Benim verdiğim rızkı yerler fakat bana değil başkasına şükrederler.

4. Ben cehennemi imansız kâfirler için yaratmışken; onlar ise kendileri gece gündüz bütün güçleri ile cehennemi kazanmaya çalışırlar.

5. “el-Muîz” olan yani “izzetin tamamı” bana ait iken; onlar izzeti benden değil başkasından (zillet ve meskenete düşmüş, ilâhî nizama başkaldıran Allah ve Peygamber düşmanlarından) isterler.”[8]

Kur’ân ayaklar altında sürünsün mü, İlâhî?

Âyâtının üstünde yürünsün mü, İlâhî?

Çöksün mü nihâyet koskoca bir din?

Çektirme bu zilleti bizlere, ÂMİN!

Mehmet Akif Ersoy


[1] Münâfikûn, 63/8.

[2] Fâtır, 35/28.

[3] Âl-i İmrân, 3/26.

[4] Nisâ, 4/39.

[5] Münâfikûn, 63/8.

[6] Yûnus, 10/65.

[7] Münâfikûn, 63/7-8.

[8] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, 2/491.