İçeriğe geç
Anasayfa » KUR’AN-I KERİM’DE VELİ KAVRAMI VE VELİ’NİN MAHİYETİ

KUR’AN-I KERİM’DE VELİ KAVRAMI VE VELİ’NİN MAHİYETİ

Veli kelimesinin sözlük olarak, anlamı ilkbahar yağmurundan sonra yağan yağmur, düşmanın zıddı, yardım eden, yardımcı, azad eden ve azad edilen, komşu, yakın, dost, arkadaş gibi anlamları ifade eder. Veli kelimesinin çoğulu “Evliya”dır. Veli kelimesi Kur’an-ı Kerim’de çokça zikredilen kavramlardan biridir. Müfred (tekil) olarak yirmi dört yerde, cemi (çoğul) olarak da 62 yerde, toplam 86 yerde zikredilmektedir.

Veli kelimesinin ıstılahı (dindeki) manası: Veli imkân dâhilinde Allah’ı ve Allah’ın sıfatlarını bilen ibadet ü taata müdavim olan isyandan ve günah işlemekten şiddetle sakınan şehvet ve lezzetlere dalmaktan kendini alıkoyan, nefsanî arzulara gönlünü kaptırmayan mümtaz bir şahsiyettir. Veli sarsılmaz ve dosdoğru bir imana sahip olan, salih amellerini de Kur’an-ı Kerim ve sünnet ölçülerine göre tanzim eden (düzenleyen) kimsedir.

İmam-ı Kuşeyri (r.a) der ki: “Peygamberler masumdur. Allah’ın veli kulları da mahfuzdur (hataya asla ısrar etmezler).”

Konu ile alakalı Yunus Sûresi’nin 62-64. ayetlerini nakletmek istiyorum:

“İyi bilin ki; Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.”[1]

Dostluk anlamına gelen “velayet” marifetullah yani Allah’ın bilinmesi ve nefislerin tanınmasıdır. Eğer sen gerçekten nefsini tanırsan ve onun hem sana hem de Allah’a düşman olduğunu bilirsen, nefsin istek ve arzularını kırarak İslamlaşmasını sağlarsan sana karşı kuracağı hile ve tuzaklardan kurtulup korkudan emin olursun.

Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar:

“(Allah dostu olan bir) âlim ilmiyle Allah’ın rızasını (kazanmayı) murad ederse her şey ondan korkar. (O ise Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz). (Eğer ilmiyle amil olmayıp) ilmiyle dünya malının (makam, şan, şöhretin) peşine sürüklenirse (o her şeyden korkar bir duruma düşer).” [2]

“Onlar (Allah’ın veli kulları) iman eden ve (Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılan ve yasaklarından şiddetle kaçınan edep ve hayâ timsali) takva ehli (muttaki) olan kimselerdir.”[3] Çünkü onlar siretlerini (ahlaklarını) şeriat-i ğarra ile, nefislerini zikrullah ile, kalplerini marifetullah ile, ruhlarını da hakikat ile ıslah etmişlerdir.

“Onlar (Allah’ın veli kulları ) için dünya hayatında da ahirette de müjde vardır. Allah’ın sözlerinde (asla) değişiklik olmaz. İşte en büyük kurtuluş budur (yani hem dünyevî hem de uhrevî müjdelere nail olmak)”[4]

Ayet-i kerimede geçen müjde dünyevî ve uhrevî müjdeler olarak ikiye ayrılır.

Dünyevî (dünyadaki) müjdeler şunlardır:

Allah’ın veli kullarına dünyadaki müjdelerinden biri de rahmet meleklerinin ölüm anında mü’min olan kimselere verdikleri müjdelerdir:

“Şüphesiz rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru (yolda yürüyenlerin) üzerine melekler iner ve onlara korkmayın, mahzun olayın (üzülmeyin) size vaad olunan cennetle müjdelenin derler.”[5]

Muhammed b. Ali et-Tirmizî bu ayet-i kerimenin tefsirinde şu ifadelere yer verir:

“Ruhlar bedenlerden ayrıldığı zaman rahmet melekleri o bahtiyar kimselerin üzerine inerler ve artık imanınızın zevalinden (yok olmasından) korkmayın. İşlediğiniz hata ve kusurlardan dolayı da üzülmeyin. Geçmiş zamanda vaad olunduğunuz cennetlere giriniz. Sizlere müjdeler olsun.” derler.

Bu müjdenin kişi kabre konulduğu zaman ve kabirden kalkıp mahşere gideceği zaman tekrar edileceği ifade edilmektedir.

Bir başka ayet-i celîle de şöyle buyruluyor:

“(Onlar) meleklerin ‘Size selam olsun. Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık cennete girin.’ diyerek tertemiz şekilde canlarını aldıkları kimselerdir.”[6]

‘’Mü’min erkeklerle mü’min kadınları önlerinden ve sağ (taraf)larından (salih amellerinin) nurları aydınlatıp giderken gördüğün günde (onlara) bugün (ki) müjdeniz zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacağınız cennetlerdir (denilir). İşte en büyük kurtuluş (da) budur.”[7]

Ölmeden önce Allah’ın veli kulunun nereye gideceğini bilmiş olması. Allah’ın rıza ve hoşnutluğu ile müjdelenmesi.

Ölecekleri anın onlara bildirilmiş olması.

Allah’ın dini üzerinde oldukları, namazlarını kıldıkları, zekâtlarını verdikleri, iyiliği emredip kötülüğü nehyettikleri müddetçe dünyada zaferler ve yeryüzünde sürecekleri hâkimiyetlerin onlara müjdelenmesi:

“Onlar o mü’minler ki; eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, kötülükten (de) men ederler. İşlerin sonu Allah’a varır.”[8]

Efendimiz (s.a.v)’den nakledilen bir hadis-i şerife istinaden biliyoruz ki; Yunus Sûresi’nin altmış dördüncü ayet-i kerimesinde yer alan müjdeden maksat mü’minin gördüğü veya bir başkasının kendisi için gördüğü salih bir rüyadır. Sahabe-i kiramdan Ebu’d Derda (r.a) der ki:

Bu ayette geçen “büşra”dan murâd-ı ilahinin ne olduğunu Rasûlullah Efendimiz’e sordum. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: “(Bu) ayetin nuzülünden sonra (bununla ilgili) ilk soruyu soran sen oldun.” Sonra sözlerine şöyle devam etti: (Ayetteki büşra’dan maksat) “Salih rüyadır. Mü’minin gördüğü veya bir başkasının onun için gördüğü salih rüyadır. Mü’min dünyada (iken) bununla (rüya ile) müjdelenir.” Bu hadis-i şerif Ubade Bin Samit, İbn- Mes’ud, İbn-i Ömer ve Ebu Hureyre (r.anhum) tarafından da rivayet edilmiştir.

Allah’ın veli kulları için dünyadaki müjdelerden biri de insanlar tarafından sevilmiş olmaları ve insanların onları hayır ile yâd etmeleridir.

Bütün bu müjdelerin ötesinde bir müjde daha vardır ki; o da şudur:

Allah’ın sevdiği bir kulunu din-i mübine hizmet etmeye muvaffak kılması ve Allah’a karşı olan ibadet ü taat konusundaki huzur ve huşu’un, sevinç ve neşenin doruk bir noktaya ulaşmasıdır.

Ahiret hayatı ile ilgili müjdelere gelince:

Allah Teâlâ’nın, mü’min kullarına selam vermesidir.

“(Orada) onlara çok merhametli olan Rabb’den bir de selam vardır.”[9]

Kur’an-ı Kerim’in müteaddid yerlerinde geçen ve muttaki, muhlis, muhsin olan kimseler için söz konusu olan İlahî (Kur’anî) müjdeler. Ehl-i Cennet olduklarının müjdesidir. Mesela:

“(Rasûlum) Allah’tan büyük bir lütfa ereceklerini mü’minlere müjdele”[10]

“İman edenlere Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele.”[11]

“Rabbleri onlara, tarafından bir rahmet ve rıza ile kendileri için, içinde mukîm (ebedî tükenmez) nimetler bulunan cennetler müjdeler.”[12]

“(Ey Rasûlum! Allah’ın emirlerini yerine getirme, yasaklarından kaçınma, bela ve musibetlere karşı rıza gösterme noktasında) sabreden (mü’min kullarımı) müjdele”[13]

“(Rasûlum) İman edip salih amel işleyenlere içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele.”[14]

“Mütevazı ve muhlis (Allah’ı çokça zikreden, kendini tamamen ibadete veren, huzur ve huşu sahibi kullarımı) müjdele”[15]

“Tağut’a (Allah’tan başka varlıklara, Allah’a ve Allah’ın sistemine karşı olan otoritelere ve putlara) kulluk etmekten sakınan (boyun eğmeyen) ve Allah’a yönelen (gönül veren) kimselere (ölüm anında ve haşrolduklarında meleklerin lisanı ile onlara) müjde vardır. (Rasûlum! O halde) dinleyip sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”[16]

“Tevbe edenler (Hakka yönelenler), ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler (oruç tutanlar veya ilim tahsil edenler ya da cihad edenler) ruku edenler, secde edenler (namaz kılnlar), iyiliği emredenler, kötülüğü engelleyenler, Allah’ın sınırlarını (İslam hukukunu) koruyanlar (işte bu) mü’min kullarımı müjdele.”[17]

“O büyük korku, büyük sarsıntı onları üzmez. Melekler onları karşılarlar da işte bu size vaad edilmiş olan (mutlu ve sevimli) gününündür, derler.”[18]

Meleklerin onlara cenneti ve cennetteki sonsuz nimetleri müjdelemesidir. Hz. Ömer (r.a) Rasûlullah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Allah’ın kulları arasında öyle (mümtaz) şahsiyetler vardır ki; onlar ne bir peygamber ne de şehittirler. Fakat kıyamet gününde onların Allah’a olan yakınlık derecelerine peygamberler ve şehitler gıpta ederler (merak ederler).”

Sahabe-i kiram “Onların durumlarını (kimler olduklarını) bize haber verir misin Ya Rasûlallah?” deyince, Efendimiz (s.a.v), “Onlar öyle bir topluluktur ki; ne malî bir destekten ne de bir akrabalık münasebetinden (dünyevî bir menfaatten dolayı) değil sadece Allah için birbirlerini sevenlerdir. Onların yüzlerindeki nur (pırıl pırıl) parlıyor ve onlar nurdan bir kürsü üzerindedirler. İnsanların korktukları ve mahzun oldukları bir günde onlar için ne bir korku vardır ne de bir mahzuniyet.” buyurmuşlar ve Yunus Sûresi’nin altmış ikinci ayet-i celilesini okumuşlardır.”

“İyi bilin ki Allah’ın dostları için ne bir korku vardır. Ne de mahzun olurlar.”

Bu ayeti takip eden ayeti-i celilede de Allah’ın gerçek dostluğunu hak edenlerin gerçek vasıfları  (özellikleri) çok kısa ve net olarak zihinlere nakşedilmektedir.

Ve’l hâsıl ahiretle ilgili olan müjdeleri saymaya kalkacak olsak saymakla bitiremeyiz. Ayet-i celilelerden anlaşıldığına göre Allah’ın veli bir kulu olabilmenin iki şartı vardır.

İman etmek (sapasağlam, sarsılmaz bir İslam inancına sahip olmak)

Takva ehli olmak (Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gösterilen hassasiyet ve titizliğin doruk bir noktaya ulaşmasıdır).

İşte böyleleri için ne bir korku ne de mahzun olma söz konusudur. Gerçek manada Allah’ın dostluğunu kazanabilmenin yolu bu iki şarta bağlanmıştır. İmam edip fakat takva ehli olmayan hiçbir mü’min gerçek manada Allah’a dost olamaz. Dostluğun ilk basamağı iman etmek ve takva elbisesine bürünmektir. Mahşerde herkes dünyada iken takındığı takva ölçüsüne göre korku ve mehzuniyetten (üzüntüden) emin olma imkânına sahip olacaktır. Allah’ın veli kulları korkmazlar ve üzülmezler. Hani kaybettikleri milyonları, sermayeleri, malı ve servetleri için iflas durumuna düşseler kesinlikle buna üzülmezler veya karşılarına herhangi bir din düşmanı en güçlü, en kuvvetli silahlarla ve en güçlü bir ordu ile çıksa kesinlikle korkmazlar ve endişe etmezler. Çünkü bu işin sonunda insanın başına gelebilecek olan en büyük zarar ölümdür. Ölüm ise böyle bir mü’min için peygamberlik rütbesinden sonra derecelerin en üstünü olan şehadet derecesidir. Bir âlimin naklettiği gibi, “Hapse atın bunu” dediklerin de “Elhamdülillah, herhalde biraz dinlenip nafile ibadetlerle meşgul olacağım.” diye sevinmiş. “Sürgüne gönderin.” dediklerinde ise “Zaten fakirlikten şehir dışına hiç çıkamamıştım.” demiş ve başka bir şehri görmek nasip olacak diye sevinmiş. “Vurun boynunu.” denildiğinde ise bir mü’minin nihâî hedefi şehit olmaktır. Herhalde bu arzum da gerçekleşecek diye sevinmiş. Netice de ise o zatı serbest bırakmak zorunda kalmışlar.

Ya Rabbî! Sevdiğin ve razı olduğun veli kullarını bizlere de sevdir, bizi onlarla beraber haşreyle ve onlarla beraber Firdevs cennetinde buluşmayı nasip eyle. Amin…

[1]  Yunus, 10/62.

[2]  Ramuzü’l Ehadis, 2700.

[3]  Yunus, 10/63.

[4]  Yunus, 10/64.

[5]  Fussilet, 41/30.

[6]  Nahl, 16/32.

[7]  Hadid, 57/12.

[8]  Hacc, 22/41.

[9]  Yasin, 36/58.

[10]  Ahzab, 6/47.

[11]  Yunus, 10/2.

[12]  Tevbe, 9/21.

[13]  Bakara, 2/155.

[14]  Bakara, 2/25.

[15]  Hacc, 22/34.

[16]  Zümer, 39/17-18.

[17]  Tevbe, 9/112.

[18]  Enbiya, 21/103.