İçeriğe geç
Anasayfa » KUR’AN İSTANBUL’DA YAZILDI (Mülâkat)

KUR’AN İSTANBUL’DA YAZILDI (Mülâkat)

Şeyhu’l-Hattâtîn Hasan Çelebi ile…

Muhterem Hocam, sohbetimize doğup, yetiştiğiniz çevreden başlayalım isterseniz. Bizlere hayatınızın ilk döneminin geçtiği Erzurum’dan, köyünüzden bahseder misiniz?

Erzurum’un Oltu Kazası, İnci Köyü’nde 1937 yılında doğmuşum. Doğdum dersem kendim şahit olmam lazım. O yüzden doğmuşum diyorum. Cihan Harbi’nin olduğu günler, aklımız başımıza geldiği günler, uykudan uyanıp da aklını başına toplayan insan gibi, II. Cihan harbi olduğu 1942 yıllarını hatırlıyorum.

Kur’an okumanın yasak olduğu yıllar. Köylerde “Tanrı uludur” diye ezan okunduğu zamanlar o tarihler. Bir banka memuru bile köyde ezan, aslıyla okunsa buna müdahale ederdi. Salâhiyeti yoktu hâlbuki. O günün insanı kim salâhiyetli kim değil, bunları bilmiyor, bilse ne yapacak. Çünkü gidip şikâyet ettiler mi jandarma götürüyor. Ondan sonra mahkeme, sorgu sual…

Bizim orda köylüler uyanık davranırlardı. Bugünkü gibi Arapça okurlardı ezanı. Ama etrafta da daima gözleri kulakları açıktı. Jandarma, tahsildar… vs. geldiğini duyarlarsa Türkçe okur, yoksa Arapça okurlardı. Namaza kimse bir şey demiyordu ama müezzinlikte kamet okunurken de “Tanrı uludur” şeklinde Türkçe okutturuyorlardı. Bunları yaşadık.

1943 senesi kış mevsiminde yakın köyümüzde bir hafızlık cemiyeti oldu. Hafız Şevki (Polat) Efendi vardı Allah rahmet eylesin, ona hafızlık cemiyeti yapıldı. Hafızlık cemiyeti bayağı keyifli oldu. Bütün köylerden bayağı gelen olmuştu.

Buna müsaade ediliyor muydu peki?

Edilmiyordu da. Esas anlatacağım nokta da o zaten. Kış mevsimi. Kazadan kimse dışarı çıkamaz, nasıl olsa kimse gelemez diye köylüler toplanıp hafızlık cemiyeti yapmışlardı. Bizden de gidenler oldu tabi. Onlar dönünce çocuklarını topladılar, hafızlık yapmak için bir araya getirdiler. Yazın biraz daha işlerle meşgul olunurdu, rençberlik filan. Kışın hafızlık yapıyorlar. Bunların da hafızlık cemiyeti 1945 senesinde yapıldı. O arada ben de başladım. Onlar çalışırken ben de aralarında yardım ederdim. Sularını verirdim. Böyle haşır neşir olduğumuzda Kur’an okumayı öğrendim. Köylülerin pek çoğu Kur’an okumaktan mahrum. Öyle günler ki; yoksulluk içinde çocukları okutmak için elifba cüzü dahi bulunmuyor. Nasıl öğreneceklerdi insanlar. Mesela ben hatırlıyorum hafızlığa başlamadan evvel, ilk dönem, çalışanların yanına giderken kışın köy odasında çocuklar toplanır. İmam efendi onları okuturdu. En azından sûreleri ezberletirdi. Elinde cüz olanlar varsa onları da tanıtmaya çalışırdı. Onların içinde de gruplaşmalar olurdu. Üç dört kişi onun cüzünden iki üç kişi diğerinden beraberce okurlardı. Bazıları da vardı ki; okumaya pek kabiliyeti yok, bir araya getirsen de ezberleyemez, harfleri tanıyamaz. Onlar da namaz sûrelerini hocanın önünde oturur ezberden okurlardı. Ellerini tutar, tırnaklarına bakar, o şekilde okurlardı. Orda bir şey yazmıyordu ama dikkati dağılmasın diye böyle okurlardı. Bu şekilde bir gelenek vardı. Talebeye ezber verilirdi ama nereden ezberleyecek. Evindeki kişiler de bilmiyor. Bunlar öyle bir dönem yaşamışlar ki, seferberlik görmüşler. O sıkıntı içinde nereden neyi öğrenecekler. Bu sıkıntılar içinde Elhamdülillâh İslâm buralarda hayatta kaldı. Bugüne kadar hiç kimsenin bu sıkıntılardan dönüp de mürted olduğu veya İslâm dışı bir inanca meylettiği vâki olmamıştır.

Bu şartlar altında biz hafızlığa merak saldık. 1945’te hafızlığa başlamış oldum. Mushafım vardı benim elhamdülillah, ondan ezberlemiştim. İlk başladığım zaman babam almıştı. Zannedersem Erzurum’dan almıştı. O mushafın da iki yaprağı yırtık. Kopmamış da ezilmiş. O, benim için çok önemliydi. İstanbul’a geldikten sonra babam annem hayattayken ben bunu alayım, götüreyim diyemedim. Onların okuyacağı Mushaf da yok. Şimdi hesap edin; 100 haneli köyde 10 tane Mushaf ya bulunur, ya bulunmazdı. Yanıma almadım, sonraları da anne babam vefat ettikten sonra nerde kaldı bilmiyorum. Bulsam hatıra olarak saklayacağım.

Bazı işleri beraber yapmak daha kolaydır. Tek başına yapmak zordur. Yolculuk mesela öyledir. Yolculukta arkadaşın varsa nasıl geçtiğini anlamazsın. Hafızlık da öyledir. Arkadaşın olursa kolay. Azıcık rekabet olur. Talebede umûmiyetle rekabet çok büyük iş görür ama bilhassa hafızlıkta canlıdır. Onun dersi benden iyi olur, ben daha iyi yapayım gibi şeyler tesir eder.

Hafızlığı dinletmem uzun sürdü benim. Dört seneye yayıldı benimki. Sebebi de arada iki sene bırakmamdı. Beni sıkıştıran, bu işe mecbur eden yoktu. Biraz da ihtiyaç var o zamanlar. Rahmetli babam biraz koyun almıştı, onların başında çobanlık yapmam gerekti. Çobanlığın ilk senesinde on altı sayfaya çıkarttım. On bir sayfadaydım. Dört beş sayfayı dağlarda, bayırlarda ezberlerdim, sabahtan dersi hocaya verir öyle giderdim. Başka türlü köyde imkânı yok. Sonra bir ara artık tamamen kesildi. Bir sene kadar. Adeta uzak kaldık Kur’an’dan.

Sonra bir kış günü idi. Yakın köylerden biri gelmiş bizim köye.  On sayfa okumuş köyünde, geri kalanı ikmâl etsin diye getirmişler bizim köye. Hoca da benim dayım, Allah rahmet eylesin, ben de ondan çalışıyordum. Ona getirmişler ki okutsun. Merak ettim, sordum, yakın köyden filancanın oğlu, hafızlığa çalışıyormuş, yarım kalmış, bitirmek için gelmiş. On sayfayı bitirecek. Benim ise üç sayfam kalmış hala bitiremedim dedim kendi kendime. Ertesi gün “Ben koyuna gitmiyorum.” dedim. Babam hiçbir şey demedi, niye gitmiyorsun diye, hiç ses çıkarmadı. Ben oturdum, ezberledim, hocaya gittim. Tabi hocanın diyeceği bir şey yok. Durumu biliyor. Ondan sonra bitirdim. 1949 senesiydi. 1950’de bitti. Hafızlığımı tamamladım. Böylece bu şerefli vasfı almış olduk.

1948 yılında köyümüze okul yapıldı. Ama ben hafızlığı yarıladığım için okula gitmedim. O zamana kadar okuma-yazma işini öğrenmiştim. Dayım köye gazete getirirdi. Okuduktan sonra onları odada duvara çakardı. “Onlara baka baka bu yazıyı öğrenirsiniz, ilerde lazım olur.” derdi. Kendisi mektep, medrese görememiş. Yakınlardaki köylerdeki hocaefendilerden öğrenmiş, merak eder, sorar, öğrenirdi. Ben o gazetelerden öğrendiğim için de biraz, okuma biliyoruz ya, bizi okula göndermediler.

Köyümüzdeki öğretmenimizin radyosu vardı. Biz Cuma günü sabahları öğretmenin radyosundan Kur’an-ı Kerim dinlerdik. O dinlediklerimiz sebebiyle aklımız İstanbul’a takıldı. O zamanlar, iyi hatırlıyorum Burhan Arslanoğlu vardı, onu dinlerdik. Burada bütün hafızlar onu taklide çalışırlardı. Ama tabi kolay değil, ses meselesi, talim meselesi. Tabi bunlar bizim aklımıza yerleşmiş. Akşam sabah rüyalarımıza girerdi. 1954’e kadar zar zor dayandık o hayallerle köyde. Sonra 1954’te bir şekilde İstanbul’a Kur’an tahsili için kalktık geldik.

Kur’an’ı daha iyi öğrenme niyetiyle çıktınız yani bu yolculuğa?

O niyetle çıktık evet. Çıkış niyetimiz o. Başka hiçbir niyetimizi bilmiyorum. Gerçi hat sanatı ile kendi kendime ilgileniyorum ama ne olduğunu bilmiyorum. İş ister istemez okuma tarafına doğru kayıyor. Benim derdim Kur’an okumak, tecvidini bilmek, talim görmek. Onları biraz okuyunca, bu sefer dedik ki; bu yalnız olmuyor. Arapça okunuyor

Geldik İstanbul’a. Üçbaş Medresesi’ne yerleştik, altı ay kadar orada kaldık. Orayla o zamanlar Gönenli Mehmed Efendi ilgileniyor. Merhum hayatta iken evliya denilirdi. Herkes böyle bakardı. Bugün bizim çağda (ki ben 73 yaşındayım), bu yaşa ulaşmış, din talibi Anadolu’nun herhangi bir yerinden İstanbul’a gelmiş kim varsa sorun, mutlaka onun kursağında Gönenli Mehmed Efendi’nin ekmeği vardır.

Oradan (Bacağı kesik) İsmail Efendi’ye talime giderdik akşamları. O zamanın kışları da çok yağmur yağardı. Medreseden çıkardık, yayan Dülgerzade Camii’ne gider, tekrar geri dönerdik. 15 kuruş paramız yok ki tramvaya binelim. O zaman böyle dolmuş, otobüs yok; bir tramvay var Edirnekapı’ya kadar. Sırtımızda doğru dürüst elbise yok, ayağımızda ayakkabılar kara lastik. Geliriz, sırtımız yağmurdan ıslanmış. Şemsiye almaya paramız yok.

Bu yoklukları çektik. Yatağımız ıslaktı. Gidiyoruz derse geliyoruz. Yattığımız yerde soba kalorifer yok. Yatak dediğin zaten fabrikalarda dokunan şeylerin tarak altındaki lastikten yapılmış yağlı bir şey.

O zamanlar İstanbul’da bu kadar zengin de yoktu. Olanlar da hayır işlerine vermekten adeta usanmış desem yalan olmazdı. Düşünün ki Üsküdar tarafında göze batan bir Topbaşlar vardı. Onun dışında tanınmış zengin yoktu. Bu kadar insan onun başına acil ihtiyaçla giderse o ne yapsın.

O günleri hep düşünürüm de, Elhamdülillah, biz bir yiyeceğimizi temin edersek başka bir şey düşünmezdik.

Yemeğimizi pişirirken bir yağ bidonu üzerine talaş doldurur, üzerine tencere koyar, yemeğimizi pişirirdik. Aşçı falan yok, kırk elli kişi nöbet usulüyle yemek pişirirdik. Talaşı takunya yapan hızar atölyelerinden ayda bir defa gider, çuvallarla alırdık. Ateş olarak onu görürüz, onun dışında görmeyiz. O vaziyette bir altı ay geçirdik. Bu işin sadece hafızlıkla tamam olmadığını fark ettim. O sıralar İsmailağa Camii’nin etrafındaki yıkık medreselerin tamir işine başlandı. Biz de epey çalıştık. Tuğlaları, harçları çatıya çıkarırdık. Bitince oraya yerleştik ve Arapça derslerine başladık. İsmailağa’ya yerleşince talim dersine Reisu’l-kurra Hamdi Efendi’de devam ettim. Bir müddet sonra da Üsküdar tarafına geçtim ve Selimiye Camii imamı Tahsin Efendi’den bitirdim. Tashih-i Hurûf Cemiyetimiz oldu ve bir müezzinlik vazifesi aldım. 1956’da Üsküdar İskele Camii’nde. Sonrasında da Üsküdar Doğancılar’daki Mehmet Nasûhi Efendi Camii’nde imamlık nasip oldu.

Bu tarihlerde hüsn-i hatla alâkanız ne seviyedeydi Hocam?

Bunlar olurken sanatla ilgili aşkım iyice arttı ama bana mani olan şey birinin yol göstermemesi, beni alıp da herhangi bir hocaefendiye götürmemesiydi diyebilirim. O günkü hayatta Osmanlı bakıyesi birçok kıymetli kimse var ama önüne düşüp kimse götürmezse bugünkü asır gibi değildik biz, birinin yanına gitmek için bir başkası olmadan cesaret edemezdik. Terk-i edep sayılırdı. Onun için gidemezdik.  Bunlardan mahrum kaldık. Ta ki imam olduğum camiye yakın bir taş ustası vardı mezartaşı yapardı. Ona bakarken ilgilendi benimle. “Niye çok bakıyorsun, mezartaşı mı yaptıracaksın?” Ben de yok dedim. Bakın Cenab-ı Hak bir insanı bir yere hazırlarsa ona bir türlü vasıta kılıyor. O tarihlerde çevrede eğitimli güngörmüş insanlar vardı bildiğim. Cami de baştan başa yazı ile (hat) dolu. Her giriş-çıkışta hayran hayran bakardım. O kimseler “Evladım senin galiba bu yazılara karşı bir merakın var, gel seni Necmettin Hoca’ya (ki hocaefendi hemen camiinin yakınında oturuyordu) götüreyim.” demediler. Beri tarafta bir taş ustası tahsili yok, ama benimle alâkadar oldu.

Taş ustası sizi kime götürdü peki Hocam, ilk olarak hangi hattatla tanıştınız?

Beni götürmedi de. Oraya geliyormuş, Halim Bey (Özyazıcı). Onunla tanıştıracaklardı. Fakat o gün Hamid Bey (Aytaç) gelmiş. Hamid Bey’le tanıştık, takdir-i ilâhî. İki gün sonra Halim Bey geldi. Ders olarak Halim Bey’den başladık. Sonra o vefat edince Hamid Bey’e döndüm.

Usûl olarak Halim Bey ders veriyordu değil mi, Hamid Bey vermiyordu?

Tabi. Hamid bey geçimini temin için çalıştığından ders veremiyordu. Gerçi Halim Bey de aynıydı ama onun emekli maaşı vardı. Zaten Hamid Bey de “Ben meşgulüm ders veremiyorum, kusura bakma.” dedi. Tabi beni kabul etmeyince Halim Bey’in vefatından sonra gitmeye bayağı tereddüt ettim, cesaret edemedim. Bir kapıdan kovulursan… Oysaki ilimde bu öyle değil ama tabi ben bunu öğrenene kadar atı alan Üsküdar’ı geçti… Hamdolsun yine de.

Hocada ilk zaman bana öğretmek istemiyor gibi bir durum vardı. İki sene “Rabbi yessir” yazdırdı.  Adeta gelen giden çok, bu da o meraklılar gibi başlar, bırakır der gibi bir tavra girdi. Ben de elhamdüllillah iki sene kopmadım. Tekrar tekrar gittim. Ondan sonra yavaş yavaş önü açıldı. Devam ettik.

Hamid Hocanın vefatına yakın, Amerika’dan Muhammed Zekeriyya isimli bir talebe mektup yazmış. Hat öğrenmek istediğinden bahsetmiş.  Ekmeleddin İhsanoğlu Bey’le bir yerde görüşmüş. O da gel ben yardımcı olurum demiş.  Hamid Bey de yaşlı ona bakacak durumda değil. Bana “Sen bu talebeyle ilgilen.” dedi. Ben de “Yardımcı olurum.” dedim. Böylece ders işini de başlattık ve birden bire bu işin içinde bulduk kendimizi.

Siz icazeti aldıktan sonra mı oldu bu hadise?

Tabi, icazet aldıktan sonra başladı, ondan sonra bugüne kadar devam etti.

Alfabeye biz Kur’an alfabesi diyoruz. Biraz da hizmet bu yüzden yazıya yöneliyor. Arap alfabesi denilir, o zaman bu kadar hizmetin ne manası var denilebilir. Bir milletin yazısını güzelleştirmek gibi düşünülebilir. Hüsn-i hatta o gözle bakmamak lazım değil mi?

Bizim temsil ettiğimiz, bunun birazcık ilerisinde. Profesyonelce diyorsunuz ya, iş o raddeye geliyor. O dediğiniz noktayı biz ilk başlattığımız zamanki talebeye veriyoruz. Onu da tatbik ediyoruz. Oradan başlıyor. Harfi bilmek yetmiyor, okumaya yetiyor. Arap ülkelerinde olduğu gibi. Arap ülkeleri yakın tarihe kadar hep bu fehvâdan gitmişler. Okutuyor mu, yazı diline mesajı aktarıyor mu kifayetli. Güzelliğine vs. bakmamışlar. Bir söz var söyleniyor biliyorsunuz: “Kur’an Mekke’de nâzil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” Ben İstanbul’da da okundu diyorum. Şimdi fehva bu. Okunuyor mu okunuyor, öyleyse kifayetli deyip Osmanlı bunu es geçmemiş. Kur’an mı bu, Allah’ın kelamı mı, öyleyse en güzel şekilde nasıl yazılacaksa o şekilde yazılmış.

Hüsn-i Hatt’ın Tarihçesi

Gerçi daha önce başlamış, Osmanlı ile başlamış değil. Mesela Emevîler’de kûfî’ye yakın tarzda bir yazı var. Kûfî zaten Kûfe’de başlayan bir yazı. Kûfe’nin ön plana çıkması ise Abbasilerin bidayeti Hz. Hüseyin’in şehadeti oluyor. O zamana kadar Kûfe’yi belki kimse bilemiyor. Sonra Abbasiler geliyor. Abbasiler biraz daha kolay yazılmasını temin için o günkü anlayışlarına göre bir güzelleştirme faaliyetine giriyorlar. Kalemi ayarlıyorlar, mürekkebi ayarlıyorlar.

Mesela Yakût’u görüyoruz ki; o günün en iyi yazarlarından. Tabi bugün, yazısını Şeyh Hamdullah’la karşılaştırdığımız zaman doğru yapmış olmayız. O tarihteki hizmeti yabana atamayız zira. O temel taştır. O olmazsa Şeyh Hamdullah olamaz. Çünkü Şeyh Hamdullah onun yazısına bakıp oradan almış. Mesela Yakût’un kuşağından gelen Esadullah Kirmânî var. Bu oralardan bir yerden gelmiş buraya yerleşmiş. Osmanlı’nın II. Bayezid devrine kadar yazı onun usulüne göre devam etmiş. Karahisarî onun talebesidir mesela. Şeyh Hamdullah da Karahisarî’yle beraber aynı asırda yaşamıştır. Fakat Karahisarî biraz daha moderne kaçar gibi… Onun bir besmelesi vardır meşhûr, onları yapmış, ama tutmamış. Demek ki her şeyde bir hikmet var. Orada bir zorluk var. Her iki tarafı da tutmuş. Osmanlı’da da aynı niyet, bunlarda da aynı niyet ama birisine nasip olmuş. Güzelleştirmek, Kur’an’ı yazarken en iyisini bulmak, en iyisini yazmak. Osmanlı böyle idi.

Nesih hattı sadece Kur’an’a tahsis edilmiş mesela.

Tabi, Nesih hattı Kur’an’a tahsis edilmiş. İlmî kitaplara tahsis edilmiş. O dönemde matbaa yok. Zaten yazı böyle levha sanatı değil de kitap sanatıdır. Son asırlarda matbaa ortaya çıkınca o vazifeyi üzerine almış. Beriki tarafta biz unutturmamak için levha yapıp böyle asıyoruz. Unutulmasın diye. Elhamdülillah bu hale geldik.

Tabi hurûfat önemli. Her şeyin aslı önemli. Ecdad onu bir kaideye tâbi tutmuş. Ölçüleri, kaidesi var, nizamı hendesesi var. Bir talebe o hendeseyi öğrenemezse düzgün yazı çıkmaz elinden. Onun için bidayette onları iyi zaptettiririz. “Rabbi yessir” ile başlar, sonra harfleri muntazam yazar, ölçülerine riayet ederek yazar. Bu hat sanatı başka sanatlar gibi değil. Kılı kılına dört nokta ise dört nokta. Taklidî olduğu için talebe ondan zorluk çeker. Tatbikî olarak yazacak. Yalnız dinlemeyle konuşmayla değil. O bakımdan zorlukları var.

Bugüne kadar yapmaya çalıştık. Bildiklerimizden kimseye bir şey esirgemedik. Bundan sonrası için de esirgemiyorum. Talebelerime söylediğim “Hat sanatı hakkında bildiğim bir pire ciğeri kadar, (bizdeki ölçüler bunlar, pire bacağı, pire ciğeri, sineğin kıl ölçüleri…) bildiğim bu kadarcık şeyin bile benimle kabre girmesini istemiyorum.” Öğrenmek isteyenden esirgemem.

Her yerde yazılarınız var. Sadece ülkemizde değil, yurtdışında da. Medine’ye gidişinizden, oradaki çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Sağda solda bir şeyler yazıyoruz. Ama bugün, evvelden yazdığım yazıları görüyorum da kopyaları elime geçse kalıplarını yırtıyorum. Ama yazılmış bir kere, imkân olsa, siler yeniden yazarım o eski yazılarımı. Bu iş böyle günden güne geliştire geliştire. İmamlık da öyle bir şeydir. İmamlık yaptım yıllarca. Ama imkânım olsa 40 yaşımdan evvel yaptığım imamlıktaki namazları iade ederdim. Bu bir tevazuun ispatı değil, işin ehemmiyetini anlamak bakımından. İmamlık da bambaşka bir şeydir.

Medine’ne hizmet etme şerefi nasip oldu elhamdülillah. Daha evvel, 1982’de Ravza’nın tamiri için istediler. O zamanlar fazla sanatkâr yok. Hesap ediniz ki İstanbul’dan sanatkâr istiyorlar, hattat yok. Hamid Hoca o sene vefat etmişti. Zaten hayatta olsa gidecek hali yoktu. Tezyinatçı Semih Efendi’den başka kimse yok. Neyse onunla birlikte gittik. Gittik ya orada çalıştırmadılar bizi. 2,5 ay kadar orada kaldım, ama elhamdülillah Ravza’ya doydum. Geceleri giderdik. Yatsıdan sonra kapıları kapatırlardı. Biz içeride kalırdık. Semih Efendi bir yerleri tamir etti biraz ama yazıların tamir olacak yerlerine el sürdürmediler. Emir gelmedi, Vakıflardan izin bekliyoruz, dediler. Sonra da şirketin müdürü gelecek onu bekleyin, dediler. Ben de “Buraya hizmete geldim, burada hizmet edemiyorum, bana aylık ödüyorsunuz, bunu vicdanım kabul etmiyor, bana şimdi izin verin isterseniz tekrar geleyim.” dedim. Onlar da beni gönderdiler.

Aradan fazla geçmedi. İki sene sonra Mevla nasip etti. Ömer Kirazoğlu (Sami Efendi’nin damadı) o zaman oradaydı, oğlu Mahmut da orada. Kuba Mescidi yıkılmış, yeniden yapılıyor. Oranın işlerinin yapılması için Mısırlılar var, devreye girmişler. Mimarı da Mısırlı. Mahmut projenin tatbikinde müdürlük yapıyor. Bana haber verdiler yazıları için. Ben hazırlandım, keşif için gittim. Görüştüm, bu sefer kûfî istiyorlar. Ben de o zamana kadar kûfî yazmış değilim. İstanbul’a döndüm. Kalktım buradan Gebze’ye gittim. Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Camii var. Oranın içinde Ali Rıza Efendi’nin kûfî hattı var. Yıldız Camii’nde vardır, Aksaray Valide Camii’nde de biraz vardır. Fakat tabi onlar tezyinli kûfî. Onu da istemiyor basit kûfî istiyorlar. Yahu etmeyin, sülüs yapalım. Yok, kûfi olsun diye diretiyorlar.

Bismillah dedik biz de. Bir iki örnek bulduk, bir yerlerden baktık. Herkes şöyle yap diyor. Ondan sonra oturduk 1400 metre Kuba Mescidi için yazdık, bir sene öyle hizmetimiz oldu. Oradan ayrıldık, Harem’in tamir tesviye hattı yapılıyor, genişletiliyor. Orayı çabuk bitirmek istiyorlar. Onun da başında Mısırlı biri var. Ama baktım bizim oraya gelmemizi istemiyorlar. “Siz bana ölçüyü ve yazılacak şeyi söyleyin, İstanbul’da yazayım.” dedim. Sure-i Mülk’le Sure-i Cuma’yı verdiler. Onları burada yazdım, dönüp götürüp teslim ettim. Gittiğiniz zaman Baki tarafına kıbleye döndüğünüz zaman tevsi olan kısım, sol taraftaki duvar baştan sona kadar 100 metre, o içerde bu iki sure yazılıdır.

Hizmetimiz oldu elhamdülillah. Bir müezzin efendi camiyi süpürürmüş, tozları bir çuvala biriktirmiş. Demişler ne yapacaksın. Demiş ki “Bunu kabre benimle beraber koyun. Ya Rabbi diyeceğim, benim başka bir amelim yok ama senin ibadethanene hizmet ettim, işte ispatı.” Benim de Rasûlullah’a işte, başka şahidim yoksa da bu yeterse… inşaallah yeter.

Bir de Cuma Mescidi var; onu da Mahmut Kirazoğlu yaptı. Onun da içerisine Cuma Suresini yazdık. Farkı, onlar Resm-i Osmanî kaidesine göre istedikleri için yazıları öyle oldu. Suudlular da böyle bir işe girdiler onlar da Mısırlıların ilkalarıyla. Şimdi bütün Arap âleminde onu tatbik etmeye çalışıyorlar. Bizimkiler de o yola girdiler. Bana da illa ısrarla böyle bir Mushaf yaz diyorlar. Oysa hiç girmemek lazım. Kur’an-ı Kerim’in tarihçesi belli. Merhaleleri belli. Mesela, Yemen Mushaf-ı Şerifi’nde hemen hemen “ye” harfi yok. “hatta” kelimesini “lamelif” ile yazmışlar. Topkapı’daki Mushaf’ta da “hatta” kelimesi elif ile yazılmış. Yemen Mushafı’nda daha çok. Demek ki Arap Edebiyatı o gün kayıt altına alınmamış. Okunduğu gibi yazılıyor. Neyse kimseyi töhmet altında bırakmak istemiyorum. Peki, Abbasi döneminde yazılan mushaflarda bugün bizim Aliyyü’l-Kârî tertibi dediğimiz Mushaf yok mu? Ekserisi o tertip. Mısır’da Fatımîler döneminde yazılan mushaflarda da bu var. Aliyyü’l-Kârî, Şeyh Hamdullah’tan iki yüz sene sonra yaşamış, Mekke’de. Onun üzerine yıkıyorlar. Oysaki Şeyh Hamdullah’ın Mushafları da Aliyyü’l-Kârî’ye göre, ondan evvel yazılan Yakut’un Mushafı bile Aliyyü’l-Kârî’ye göre. Aliyyü’l-Kârî bunu düzeltmiş, ama bugün nasılsa o yanlış olmuş, hep diğerini tercih ediyorlar.

Biz de işte orada yazdığımız yazıları Resm-i Osmanî’ye göre yazdık. Hatta Ravza-i Mutahhara’nın içindeki kubbelerdeki yazılarda Suudlular Pakistanlı birisini getirdiler. Oradaki yazıların hepsi Aliyyü’l-Kârî’ye göre idi. Sildirdiler hepsini, Resm-i Osmanî’ye göre yaptırdılar. Bozdular, berbat perişan ettiler.

Muhterem Hocam, kıraatte Reisu’l-kurralık, Şeyhu’l-kurralık müessesesi var ve günümüzde de elhamdülillah devam ediyor. Sizin için de Şeyhu’l-hattâtîn deniliyor. Hat Sanatı’nda da bu gelenek günümüzde devam ediyor diyebilir miyiz?

Hat’ta da var elbette eskiden beri. Hatta Mehmet Reşad, Kamil Efendi’ye bizzat kendi imzasıyla Reisu’l-hattâtîn diye nasb etmiş, tayin etmiş. Bu bir yaş, bir de liyakat itibariyle olabilir. Ama umumiyetle yaş itibariyle. Kamil Efendi zamanında daha yaşlı hattatlar var. Fakat tabi liyakatleri olmadığı için ona verilmiş. Şimdi bizdekinin böyle resmi bir tarafı yok. Fakat şimdi içlerinde yaş itibariyle biraz daha ilerdeyim ben. Benden evvel Uğur Derman var ama o yazmıyor. O nazariyatı yazıyor, hattatların hayatı, çalışmaları vb. Onun için şimdi bizi öyle tanıtıyorlar. Bir resmiyeti yok. Ben de bugüne kadar bir yerde bunu ünvan olarak kullanmış değilim. Ancak, tespit edilirse iyi olur. Benim üzerimde olması manasında değil…

Müesseseleri yıkmak değil, ihya etmek lazım. Mesela Reisu’l-kurralık, bir ara o da sallantı geçirdi. Kim geçecek, kim yapacak. Tabi onun şartları var. İstanbul’da olmak, mukrî olmak, kârî olmak, mu’ciz olmak, mücaz olmak Reisu’l-kurralığın şartlarındandır.

Muhterem hocam, Kur’an-ı Kerim yazmaya başladığınızı biliyoruz. Bu mübarek işe ne zaman başladınız, şu anda hangi merhaledesiniz acaba?

Kur’an-ı Kerim yazma işi… Bir insanın iyileşmeyen bir yarası olur ya Kur’an benim içimde öyle bir yaradır. Devam ediyorum ama hani ilim için söylenir: “li külli şey’in maniun ve lil ilmi mevani!” (Her şey için bir mani vardır ama ilim yolunda maniler vardır.) Aynı şey işte. Elime alıyorum. Başıma bir sürü iş yükleniyor. Çok uzun zamandır başladığım halde şu an Aliyyü’l-Karî’ye göre on yedinci cüzdeyim. Ama işte vakit yetmiyor. Eskiden ne bol vakit vardı. O gün kendimi kifayetli görmedim. Yazarken o düşündüğümüz Kur’an’a mütenasip bir şey yazmak… Henüz kendimi kifayetli görmedim. Bugün bir parça artık bu harf oldu bu olmadı diye karar verme durumuna geldim, bugün de işler bırakmıyor.

Kur’an-ı Kerim inşallah bitecek de, ondan evvel Amme Cüzü gibi bir çalışma düşündünüz mü Hocam?

Düşünmedim. Dediğin doğru bir Amme Cüzü yazsak basılsa teşvik eder. Şimdi ben bilhassa imla üzerinde çalışıyorum, imlasını Osman Taha’nın gibi değil de bizimki gibi yapıyorum. Harekelemeyi mesela onlar farklı yapar. Birçok yerde “min ba’di” derken “mim” üzerinde ne cezim ne hiçbir şey. Veya bazı yerlerde şedde koymuşlar. O bizim okuyucuları şaşırtır. Bir ara görüşmüştüm, bizim tarza göre harekele dediler. Dedim ki “Yapayım da bir görün, sonradan kalem girmesini istemiyorum. Fazla olmuş çıkar, yeniden yap olmasın. Bir numune hazırlıyorum bakalım.” Amme Cüzü dediğin aklımda da ben buna dalmayayım, diğerini bitireyim diyorum. On yedinci cüzdeyim, Sure-i Enbiya’da.

Muhterem Hocam, son bir soru ile sohbetimizi noktalayalım isterseniz. Bir Müslüman’ın Kur’an’a karşı vazifeleri nelerdir, mesela gün içerisinde neler yapmalıyız?

O benim haddim değil. Rasûlullah’ın hadisini dinleyelim: Buyuruyor ki: “Bir insan günde yüz elli ayet okursa Kur’an’a karşı vazifesini yerine getirmiş olur.” Günde beş vakit namazla güne karşı vazifesini, senede bir ay Ramazan orucu ile senelik hizmetini yerine getirmiş olur. Bir günlük Kur’an’a karşı hizmet de yüz elli ayet olduğuna göre, bir insan hiç olmazsa on sayfa okursa bunu yerine getirmiş olur. Hiç olmazsa bilenler bunu muhafaza etsinler. Bilmeyenler de yapacaklarını az görmesinler.

Vazifeli olduğum zamanlarda hutbelerde cemaate söylerdim. Basit görmeyin, disiplinli olarak her gün bir kelime olsun öğrenin. Öğrenmek istediğiniz lisandan her gün bir kelime. Beğendiğiniz birçok yazar üç yüz, beş yüz kelime ile bu işi bitiriyor. Senede üç yüz kelime alırsın, iyi zapt edersen. İki sene olunca bir lisanı kurtarırsın.

Kur’an da böyledir. Günde bir kelime öğren. Hesap et bir senede nereye gelirsin. Merdiveni ufak basamaklarla çıkarsan yorulmazsın. Kur’an öğrenmede de diğer hususlarda da. Ufak ufak, kısa kısa ama adımını kesme. Devam et. “Müstemirr” der Araplar. Devam et buna.

O bakımdan Kur’an’ı behemehâl öğrenmeliyiz. Çünkü Rabbimizle konuşmaktır bu. Bir insan Allah ile konuşmak isterse Kur’an okusun. Bu da hadis-i şerif meali ki bir insanın hayatta en çok isteyeceği şey de Allah ile konuşmak olmalı. Birisi bir şey sormuştu. O hususta kimseden bir şey duymuş değildim. Cesaret nasıl bir şey. (İki şey vardır hayatta bilmeden düşünmeden söylediğim ve ikisinin de isabet ettiği, Birinin iyi isabet ettiğini tarihen biliyorum da diğerinin de isabete yakın bir tavrı var.) O zat dedi ki: Ses neden insana hoş gelir?” Ben de dedim ki: Herhalde Cenab-ı Hakk’ın hitabı “Elestu bi Rabbikum” insanın ruhunun duyduğu ilk ses odur ya. Ondan dolayıdır ki insan hep güzel sesi arar.”

İkinci cevabım, tarihen bilmeden söylediğim şey de şudur: Hacc’a gitmiştik. Makam-ı İbrahim’de Hz. İbrahim (a.s.)’in ayak izini soruyorlar. Ben de öyle mantığımdan dedim ki, Kâbe yüksekliğinin ölçme işaretidir. Ne zaman ki ayağı taşta yer eder, Kâbe’nin yüksekliği tamamlanmıştır. O tarihen doğrudur. Cenab-ı Hak şaşırttırmadı çok şükür.

Hayatta bir iki şey ukte olarak kalmıştır bende. Bunlardan birisi, buna hançerem, sesim müsait olmadığı için iyi bir okuyuş tarzını başaramadım bundan hasret duydum. Biraz daha genç zamanımda okuyordum ama kendim bile bundan doymuyordum.

Bunu da düşünüyorum diyorum, demek bu da Allah’ın bir lütfu. Eğer düzeleceğini bilsem bu halimle bugün bile talim terbiye için Tanta’ya giderim. Kur’an’ı okumak için. İyi Kur’an okuyanın da doyamadım dinlemesine. Hasret kaldığım şeylerden birisi bu. Bir de hat sanatı en çok sevdiğim şeydi. Cenab-ı Hak beklemediğimiz halde onun da mesuliyetini üzerimize yükledi. Onu çekip götürmeye çalışıyoruz. Eh, en önemlisi de şudur ki. inşaallah cennete hasret olarak kalmayız.

Muhterem Hocam, bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Biz teşekkür ederiz. i

(*) Sayı: 20, 2010.

Mülâkat: Abdulkerim MALKOÇ