İçeriğe geç
Anasayfa » -KUYUDAKİ YUSUF- YENİ BİR FETİH HAREKETİ

-KUYUDAKİ YUSUF- YENİ BİR FETİH HAREKETİ

O şerefli günler ne yazık ki; tarihin tozlu sayfalarında kaldı. O gün gerçek mü’minler O’nun yanında yerlerini aldıkları gibi, günümüz Dünya’sında da gerçek tevhid ehli, mü’minlerin saflarını sıklaştırmalıdır. İçinde bulunduğumuz bugünler, yapmakta olduğumuz bu toplantılar, daldığımız gafletten uyanış günlerinin gecelerini teşkil etmektedir, inşaallah. Evet, yeniden bir fetih hareketi başlatmalıyız.

Gençler! Bu günkü fetih hareketimiz insanların karşısına silâhla çıkılarak yapılacak bir fetih hareketi değildir. Bu fetih hareketi, yozlaşarak azgınlaşan nefsimize karşı başlatacağımız bir harekettir. Nefsimize karşı vereceğimiz bu mücâdelenin emrini bizâtihî Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri vermiş ve bizler bu emri “Kaalü belâ” diyerek Ruhlar Âlemi’nde kabul etmişizdir.

Bu geceyi yaşama nimetini bizlere lütfeden Allah Teâlâ (c.c) Hazretleri, O’nun arzu ettiği şekilde hayatımızı tanzim edip verdiğimiz söze sâdık olarak yaşama isteğini, mazlumların ve inleyen İslâm’ın iniltisini duyup derdine derman olma şuur ve basîretini bizlere nasip etsin.

İçinde bulunduğumuz perişanlıktan dolayı insandan başka bütün varlıklar dertli. Etrafımıza mü’minin sahip olduğu ferasetle bakarsak, çevremizdeki nebatatın, canlı cansız bütün varlıkların, kitabımız Kur’an’ın ve inancımız olan İslâm’ın dertli olduğunu görürüz. Ama ne yazık ki; zâlimlerin zulmü altında perişan olan, aynı zamanda akıl sahibi olduğunu da iddia eden insanlarla, mü’min olduğunu iddia eden bizler içinde bulunduğumuz perişanlığı kendimize dert edinemedik. Eğer bizler içinde bulunduğumuz maddî ve mânevî sefâleti kendimize dert edinseydik mutlaka onun çâresini yâni derdimizin dermanını bulurduk.

Bakınız büyük mutasavvıflardan Niyâzi Mısrî Hazretleri iki satırlık beyti ile bu durumu ne güzel ifâde etmektedir.

“Derman arardım derdime, Derdim bana derman imiş.”

Evet derdinin varlığını hissetmeyenin, onun tedavisi için lâzım olan dermanı bulması mümkün değildir. Çünkü hastalıkları tedavi edebilmek veya yakalanılan hastalıktan kurtulabilmek için ruhun ve duyguların rahatsızlıktan yayılan iniltiyi duyması, vicdanların titremesi gerekir. Ama ne yazık ki; dalınan gaflet uykusu mü’minlerin gözlerini körleştirmiş, kulaklarını sağırlaştırmış, gönüllerdeki iman nurunun üstünü nifak örtüsü ile örtmüş olduğundan, bizlerden hakikat nağmeleri yerine etrafa ruhumuzu körelten zulüm nağmelerinin sesleri yayılmaktadır.

MEKKE’YE DOĞRU

Yıl dönümünü kutladığımız Mekke’nin fethinden tahminen iki yıl kadar önce, Allah’ın Rasûlü (s.a.v), her gün Ashab-ı Kiram ile dertleştikten sonra, varsa, rüyalarını da tâbir ediyordu. O günlerde mü’minler ve akl-ı selim sahibi olan insanlar büyük bir heyecan içerisindeydiler. Dünya isyan ve zulümle dolmuştu. Hayâsızlık almış başını gidiyor, mazlumlara karşı yapılan zulüm ve işkence ise tahammül sınırlarını çoktan aşmıştı. Maddî ve mânevî karanlık, toplumun üzerine bir kâbus gibi çökmüştü. İnsanlar, Hz. Âdem’den (a.s) bu yana gelen tevhid inancından habersiz bir halde hayatlarını devam ettirmekteydiler.

Bu çile ve ızdırabın arttığı günlerde, insanların bulundukları bataklıktan kurtuluşu için Rasûlullah’ın (s.a.v) onlara tebliğ ettiği hakikatleri diğer insanlara ulaştırmanın yolunu arama aşkı ile yanıp tutuşan mü’minler, sabah namazı için mescide geldiler. Namazlarını edâ ettikten sonra Rasûlullah (s.a.v):

“-Ashabım! İçinizde rüya göreniniz var mı” diye sorar.

Kimseden bir cevap çıkmaz. Bu sualini tekrarlayınca büyük sahabe Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a):

“- Ya Rasûlallah! Siz bir rüya mı gördünüz?” diye sorar.

Rasûlullah (s.a.v)

“- Evet, ben bu gece sevindirici bir rüyâ gördüm,“ buyurur ve rüyâsını anlatır.” Ben bu gece ashabımla Mekke-i Muazzama’ya gittim. Mekke’de umre tavafımızı yapıp kurbanlarımızı kesip, traş olup, ihramdan çıktığımızı da, gördüm,” buyurur.

Ashab-ı Kiram, bu müjdenin hasreti içerisinde idi. Çünkü Mekke garipti, Kâbe garipti. Çünkü Mekke’de gezip dolaşan, Kâbe de tavaf eden bir mü’min yoktu. Bundan dolayı Mekke’nin dağı taşı inliyordu, ağlıyordu. Kâbe, içerisine dikilen putların verdiği kasvetli havadan dolayı inleyip ağlıyor ve kurtuluş günlerinin hasretini çekiyordu. Mekke ve Kâbe’den yükselen bu canhıraş iniltileri duyan ashap, ellerinden bir şey gelmemenin ızdırabı içerisinde kıvranıp duruyordu.

İşte bir sabah namazı akabinde Rasûlullah’ın (s.a.v) rüyasını dinleyerek daha da hüzünlenen ashab:

“- Ya Rasûlallah (s.a.v) derhal Mekke’ye giderek vazifelerimizi yapalım,” dediler. Fakat Rasûlullah (s.a.v)  ashabına itidali tavsiye ederek

“-İlâhî emri bekleyelim,” dedi. Fakat Mekke’den babasından, anasından, evinden, yurdundan, ailesinden ve evlâdından ayrıldığından dolayı değil de, Beytullah’tan ayrıldıklarından dolayı içlerine bir hüzün sinen, O’na tekrar kavuşmanın hasreti ile yanıp tutuşan ashabın, bitmek tükenmek bilmeyen ısrarı karşısında, Rasûlullah (s.a.v)  Mekke’ye gitmenin zamanı olmadığını tekrar ifade ettiyse de, ashabın yaptığı ısrarlar üzerine yola çıkmaya karar verir.

Mekke’ye doğru yola çıkmak üzere mü’min erkek ve hanımlardan teşekkül eden bin dört yüz kişilik bir kaafile, yanlarına kesecekleri kurbanları ve yolculuk esnasında ihtiyaç olabilecek birer silâhı alarak yola çıkar. (Bu kafilenin sayısı hakkında değişik rivâyetler mevcuttur.) Çünkü eğer niyetleri gerçekleşir ve umre yapmak nasip olursa, bu hayvanları bir şükür ifâdesi olarak kurban edeceklerdi.

Ansızın hazırlanarak Mekke’ye doğru yola çıkan Rasûlullah (s.a.v) ve ashabının haberini alan Mekkeliler, Hudeybiye denilen yerde mü’minlerin önlerini keserek Mekke’ye girmelerine mâni oldular.

Rasûlullah (s.a.v), onlara geliş niyetlerinin sadece Kâbe’yi tavaf etmek, umre vazifelerini yapıp, kurbanlarını keserek geriye dönmek olduğunu, yanlarında saldırı amaçlı olarak herhangi bir silâh ve malzemenin bulunmadığını, dolayısıyla zannettikleri gibi bir niyete sahip olmadıklarını ifade eden elçiler yollayarak durumu bildirdi ise de, Kureyş’in inatçı müşrik liderleri, bu ziyarete kesinlikle razı olmayacaklarını bildirdiler.

Fakat Medine’den Mekke’ye kadar gelen Ashab-ı Kiram da vazifelerini yapmadan geri dönmek istemiyordu. Bundan dolayı Mekke’de geniş bir çevresi ve kalabalık bir ailesi olan Hz. Osman’ı (r.a) elçi olarak Mekke’ye gönderirler. Çünkü Hz. Osman (r.a) Mekke’nin en kalabalık kabilesi olan Afvan Kabilesi’ne mensuptu. Aynı zamanda Mekke’yi Muazzama’nın anahtarı da Afvan Kabilesi’nin korumasındaydı. Bundan dolayı, bir anlaşma zemini sağlamaya faydası olur kanaatiyle, Hz. Osman gönüllü elçi olmayı kabul ederek Rasûlullah’a (s.a.v) gelip:

“-Ya Rasûlallah (s.a.v)! Müsaade ederseniz ben onların yanına gideyim. Belki onları ikna ederek, umre ziyâreti için izin alırız!.” der.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v)  Efendimiz’in müsaadesini alan Hz. Osman, Mekke’ye gider. Fakat müşriklerin uzlaşmaz ve haince tavırlarıyla karşılaşarak hapsedilir. Uzun bir müddet geçip Hz. Osman geriye dönmeyince, yapılan tetkik neticesi hapse atıldığı tespit edilir. Kulaktan kulağa hadise nakledilir ve insanların bir kısmı Hz. Osman’ın öldüğünü, bir kısmı da hapsedildiğini söylemeye başlar. Mü’minler arasında bir üzüntü hâkim olur. Hz. Osman’ın akıbetinden endişe eden mü’minler, Rasûlullah’a (s.a.v) gelerek durumun vehametini intikal ettirirler. Mü’minler Rıdvan denilen yerde toplanırlar. Ashabı temsilen Hz. Ömer (r.a):

“-Ya Rasûlallah (s.a.v), biz sana Hz. Osman’ı ya diri olarak kurtarmak, ya da intikamını almak üzere biat ediyoruz. Eğer bunu yapmazsak, bizim Osman’ın ailesinin yanına gitmemize imkân yoktur,” der.

BİAT VE HUDEYBİYE ANLAŞMASI

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz infial halindeki mü’minleri teselli ederek, onlara sabretmelerini tavsiye eder. Aynı zamanda onları kırmamış olmak için de biatlerini kabul eder. Ashabın hepsi gelerek, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in elini tutup biat eder (Hanımlar bir suyun içine ellerini koyarak biatlarını yaparlar). Bu biatin anlaşma şartları hakkında değişik rivâyetler nakledilmişse de ağırlık kazanan görüş bu biatin ”Ölüm Biati“ olduğu şeklindedir. Çünkü ashab, Hz. Osman’ın (r.a) öldürüldüğünü düşünerek bu biati yapmıştı.

Bu anlaşmanın kararlılığı karşısında, Mekkeli müşrikleri bir korku ve endişe sardı. Derhal hazırladıkları bir heyeti, Rasûlullah (s.a.v)’a göndererek bir anlaşma yapmaları kaydıyla Hz. Osman’ı serbest bırakacaklarını bildirirler. Bu talepleri kabul edildi. Gönderilen heyet geldi müzâkereleri yapmak üzere toplandılar.

Müşriklerin görünüşte birbirinden ağır şartları vardı:

Birinci şartları şöyleydi: Medine’den bir mü’min Mekke’ye doğru yola çıkar ve bizlere sığınmak isterse, Medine’den kimse onu engellemeyecek. Fakat Mekke’den bir kişi iman ederek Medine’ye gitse dahi, kabul edilmeyerek iâde edilecek. Ve bu anlaşma şartı üzerinde hiçbir tartışma ve mücâdeleye sebep verilmeyecek.

Müşriklerin bu teklifi, Allah Rasûlü (s.a.v) tarafından kabul ediliyor. Fakat bu şart ashaba çok ağır geliyor. Hz. Ömer (r.a) derhal Hz. Ebû Bekir (r.a)’e gidiyor ve aralarında şöyle bir konuşma geçiyor.

“Ya Eba Bekir, biz Hakk yolda değil miyiz?”

Hz. Ebu Bekir (r.a):

“Evet, Hakk yoldayız“ der.

Hz. Ömer (r.a):

“Peki, biz ölürsek, cennete gidecek değil miyiz?”

Hz. Ebû Bekir (r.a):

“Evet, gideceğiz.“ der.

Hz. Ömer (r.a):

“O müşrikler bâtıl yolda değil mi?” der

Hz. Ebû Bekir (r.a):

“Evet, bâtıl yoldadırlar,” der.

Hz. Ömer (ra):

“Onlardan birisi ölürse, cehenneme gidecek değil mi?” der.

Hz. Ebû Bekir (r.a):

“Evet cehenneme gidecekler” der.

Hz. Ömer (r.a):

“O halde biz cennete gitmekten mi korkuyoruz? Niye müşriklerin bu ağır tekliflerini kabul ediyoruz?” der.

Bu konuşma Allahın Rasûlü’ne ulaşınca, Rasûlullah (s.a.v)  Hz. Ömer’e hitaben:

“ Ya Ömer! Sabırlı ol. Rabbim bana Mekke’nin fethini müjdeliyor,“ buyurur.

Rasûlullah (s.a.v) bu ve benzeri birçok ağır şartı ashabın sızlanmalarını teskin ederek kabul eder. Medine’ye dönmek üzere, hazırlıklara başlanılmasını emir buyurur.

Rasûlullah (s.a.v) o gün, iki sene sonra kavuşacağı Yûsuf’un gömleğinin kokusunu alıyordu. Ashap ise, o kokuyu alamadığından dolayı itiraz ediyor, bir an evvel Mekke’ye girmek ve ayaklar altında çiğnenen Kâbe ve Mekke’yi müşriklerden kurtararak İslâm’ı, insanların hayatına hâkim kılmak için bir merhaleyi daha aşmak istiyordu.

Rasûlullah (s.a.v)’la müşriklerin temsilcisi Süheyl arasında yapılan bu anlaşma henüz imzalanmıştı ki, müslüman olduğu için zincire vurularak hapsedilen Süheyl’in oğlu Ebû Cendel, bir fırsatını bulup hapsedildiği yerden kaçarak müslümanların yanına gelir ve kendisine yardımcı olunmasını ister. Fakat anlaşma gereği, Rasûlullah (s.a.v) Ebû Cendel’i iâde ederek, ona sabretmesini tavsiye buyurur.

Zâhiren bakınca, yapılan anlaşma müslümanların aleyhine görünüyordu. Fakat Rasûlullah (s.a.v) basîret ve vahiy kaynaklı olarak hadiseleri tefekkür edince, bu anlaşmanın ileride müslümanların lehine olacağını görüyordu.

Mü’minlerin günleri, müşriklerin anlaşmalarını ihlal etmesi ve Medine civarındaki yahudilerin saldırılarıyla uğraşmakla geçiyordu. Bu arada Ebû Cendel de tekrar Mekke’den kaçmış ve kendisine Mekke ticâret yolu üzerinde bir mekân tutarak çevresine Mekke’den kaçan diğer müslümanları toplamaya başlamıştı…

(Devam edecek.)