Allah Zülcelâl ve’l-kemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine, celâl zâtına, kemâl sıfatlarına lâyık hamd ü senâlar olsun.
Husûsen, Hicrî yılbaşımız olan 1 Muharrem’e kavuşmak için bizlere hayat nimetini ihsan buyurup, bir Muharrem ayını daha yaşama fırsatı verdiği ve bu yazıyı yazma imkânını bahşettiği için de O’na sonsuz hamd ü senâlar etmekteyiz.
Bu sonsuz ihsanlarına karşı şükür vazifemizi hakkıyla yerine getirebilmemiz için evvelâ bize ihsan ettiği nimetlerinin büyüklüğünü beşerî hafızamızla olabildiğince anlamaya gayret etmeli ve ihsan edilen bu nimetler karşılığında Allah Zülcelâl’e tazim ederek şükür vazifelerimizi yerine getirmeliyiz.
Her nimetin karşılığında Allah Teâlâ’ya tazim edip şükretmeye çalışırken; o nimeti, fikir sahasında layık olduğu noktaya kadar büyüterek düşünme imkânına sahip olabilirsek ilâhi azameti sınırsız bir şekilde tanıma yolculuğuna çıkmış sayılırız.
Böylece nimetin büyüklüğü karşısında, nimeti verene tazim etmenin de ne kadar önemli bir vecîbe olduğunu öğrenmiş oluruz.
1 Muharrem’le başlayan yılbaşımızı anlamak için; onu bize ihsan ederek ona kavuşmamızı sağlayanın sadece Allah Teâla Hazretleri olduğunu düşünmeli ve bu durumun ne büyük bir nimet olduğunu idrak etmeye gayret etmeliyiz. Böylece Allah’a hamd etmek için başka bir sebep aramaya ihtiyacımızın kalmadığını, yıllar boyu yaşasak dahi bu büyük ikramın ne büyük bir ilâhî ihsan ve lütuf olduğunu tam manası ile anlayıp kavramamızın mümkün olmadığını da anlamış oluruz.
1 Muharrem’de Allah Zülcelâl’in kâinatı yokluk âleminden varlık âlemine çıkardığını, bu günün, yokluk karanlığının varlık sabahı olduğunu düşününce; 1 Muharrem’in Allah Zülcelâl’in tespit ve tayin ettiği yılbaşı olduğunu da öğrenmiş oluruz.
Allah Zülcelâl’in azametinin büyüklük ve üstünlüğü neyse, yarattığı ve tespit ettiği her şeyin de mahlûkâtınınkinden üstün ve büyük olduğunu kabul edip inanmalıyız.
Tabiî ki; Allah Teâlâ’nın tespit ve tayin ettiği bir yılbaşı ve bu yılbaşında meydana gelen kâinatın yaratılış olaylarını düşündüğümüz vakit; böyle bir olayın kâinat yaratılışından sonra devam eden bu fânî âlemlerde bir daha meydana gelmeyecek büyük bir hâdise olduğunu da anlamış oluruz.
İnsanoğlu samimi bir şekilde düşününce, kâinatın yaratılışından bu yana geçen günler, aylar, yıllar ve bu mübarek günlerde yaratılışla ilgili meydana gelen hâdiselerin de bir şerefe sahip olduğunu görür. O hadiseleri bu şekilde hatırlayan akıl sahibi insanoğlu her şeyi olduğu gibi tanır ve azamet-i ilâhî karşısında boynunu bükerek; “Ya Rab! Senin azamet-i ilâhiyen karşısında ben neyim ki; sana hakkıyla kulluk da yapabileyim.” der.
İnsan, kulluğa ilk adımını atabilmek için Hz. İbrahim (a.s) gibi yaratılmış olan varlıkların içerisinde düşünmeye başlar. Düşündüğü kadar kendini ilâhî azamet deryasında kaybedip “Ya Rab! Ben sana iman ettim ve inandığım gibi yaşamaya niyet ettim.” der.
Kul, Hz. İbrahim (a.s) gibi, inandığı gibi yaşama kararını verip “Yâ Rab! Bütün külliyetimle sana döndüm, sana kulluk etmek üzere hazırım.” diyerek, ezelde yaptığı niyetini tazeleyip Allah Teâlâ’nın da Kur’an-ı Kerim’de buyurduğu üzere:
“Benim bedenî ibadetlerim, malî ibadetlerim, yaşamam ve ölmem yalnız sana aittir.” diyerek dünya hayatında kulluk vazifesini yerine getirmeye devam kararını verir.
Muhakkak ki; bu niyetimizi İbrahim (a.s) gibi âkıl bâliğ olduğumuz ilk anda yapmamız gerekirdi. Bu hakikati bilemedik veya unuttuk. Fakat hatırladığımız anda bu niyetimizi yapmışsak ne güzel. Eğer yapmamışsak; niyetsiz bir şekilde hayatımızı mahvetme korkusundan kurtulmak için büyük bir samimiyet ve ihlâsla derhal bu niyeti yapmalıyız.
Ayrıca daha önce yapmış olduğumuz niyetleri de zaman zaman kontrol edip mükellefiyetlerimizdeki noksanlıkları gidermenin de en önemli vazifemiz olduğunu bilmeliyiz. Çünkü yıllarca namaz kılsak, oruç tutsak veya diğer ibadetlerle meşgul olsak, fakat inandığımız gibi yaşamaya niyet etmemiş olsak yaptıklarımızla bir yere varmamız mümkün değildir.
Allah Zülcelâl hayat nimetimizi kendisine karşı mükellef olduğumuz kulluk görevlerini yerine getirmek için bizlere lütfetmiştir. Bunu da Kitâb-ı İlâhîsinde aşağıdaki şekilde ifade buyurmuştur:
“Görülen ve görünmeyen bütün varlıkları; Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
Bütün bu hakikatler karşısında eğer bizler hâlâ kulluğa niyet edemediysek halimizin ne kadar vahim olduğunu düşünün. Ve düştüğümüz bu vahim hali görmek için de İslâm dünyasının içinde bulunduğu hale bir bakın.
Bâtıl dünyası, bâtıl olan dinlerini yaşamak ve dünyaya hâkim kılmak için samimi bir şekilde niyet etmişler ve bu yolda çalışmaya karar vermişlerdir. Niyetlerinin dışındaki bir teklifi asla kabul etmemişler ve etmeyeceklerdir.
Bu hususları kısaca hatırlatmayı ilâhî emre imtisâlen bir vazife olarak kabul ederek sizlerin dikkatine sunmayı düşündük.
Yeni bir yıl başlayınca hayatta âkıl bâliğ olduğumuz anlar hatırımıza gelmelidir. Akıl sahibi olduğumuz andan bu anımıza kadar neler kazandık neler kaybettik, diye düşünmeden; öncelikle “Hayatım için bir niyetim var mı?” diye düşünmeliyiz. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Ameller, muhakkak niyetle değer kazanır.” buyurmaktadır.
Hayatımız da, namaz gibi bir ibadettir ve muhakkak ki namazın sıhhati için bir takım ölçüler konulmuştur.
Bunların bir kısmı terk edilince, secde-i sehv gerekir.
Bazılarını terk edince ise namaz fâsid olur.
Ama namaza başlamak için niyet yapılmadıysa, kılınan o namaz hiçbir mana ifade etmez.
Bu sebeple hayatımızı yeniden gözden geçirmek gayesiyle sizlere bir tavsiye olarak bu uyarıyı yaparken Allah Teâlâ’ya karşı bir şükür vazifemizi de yerine getirmeye gayret etmekteyiz.
Kâinatın yokluk âleminden varlık âlemine çıkışından sonra meydana gelen en büyük hâdise Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’in risalet görevi ile birlikte mana âleminden maddî âleme gönderildiği gündür.
Çünkü Allah Zülcelâl “Biz seni bütün insanlığa Rasûl olarak gönderdik.” (Nisa, 4/79) buyurmaktadır.
Muhakkak Rasûlullah’tan önce de yeryüzüne nebî ve rasûller gönderilmiştir. Elhamdülillah, bizler gönderilmiş olan bütün rasûllerin, Rasûl olduklarına iman eden mü’minlerdeniz.
Ancak bilmemiz gerekir ki; daha evvelki nebî ve rasûller, belli bölgelere belli zamanlar için gönderilmiştir. Hz. Musa ile Şuayb (a.s) gibi, bir anda ve zamanda birkaç nebî ve rasûlün gönderildiği de bilinmektedir.
Allah Zülcelâl, Habibi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’e “ Seni bütün âlemlere rahmet olarak gönderdim.” (Enbiya, 21/105) buyurarak rasûl-i âhir zamanı bütün kâinattaki akıl sahibi varlıklara rasûl olarak gönderdiğini bizlere bildirmiştir.
Daha önceki rasûllere gönderilmiş olan ahkâmın mükemmel hali olan Kitab-ı İlâhî Kur’an-ı Azîmüşşân’ı da ona indirerek, bizleri ve bütün insanlığı cennete davet etmiştir.
Rasûlullah (s.a.v) bir davet mektubu olan Kur’an-ı Kerim’le gönderilmiş olduğu için; O’nun nübüvvetinin inkârı, bütün peygamberlerin inkârı; O’na verilen kitabın inkârı da bütün kitapların inkârı demektir.
O Yüce Peygambere sonsuz salât selamdan sonra…
Dergimizin bu sayısında zekât meselesi ele alınacağı için zekât kelimesinin manasını, neleri ifade ettiğini, yazar kardeşlerimiz kendi ifadeleriyle inşallah sizlere arz etmek üzere hazırladılar. Biz de sizlere bu hususla ilgili birkaç kelime söylemek niyetindeyiz.
Muhakkak, her şeyin maddî ve manevî cephesi, görünen ve görünmeyen tarafı, zâhirî ve bâtınî tarafı bulunmaktadır.
Çünkü dünyamız, madde ile mânânın birleşmesiyle meydana gelen bir âlemdir.
Zekât; temizlenme, arınma mânâlarını ifade etmektedir. Temizlik, iç ve dış temizlik yani maddî ve manevî temizlik olarak iki kısımdır ve Allah Zülcelâl ve’l-kemâl Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de bizlere maddî ve manevî temizliği birlikte emretmektedir.
Zekât, maddeye ait bir temizliktir. Ama maddî temizlik manevî temizlikten ayrı bir mesele değildir. Çünkü maddeyle mânâ, ruhla beden gibidir.
Maddî yönüyle zekât, bilmeyerek mala (servete) karışmış olan ve bilinmeyen haramları temizlemek içindir.
Tıpkı hayvanlarla harmanlar sürülürken hayvan pisliklerinin hubûbata karışma ihtimaline binaen harmanın neresine isabet ettiği görünmüyorsa, o harmandan belli bir miktarın alınıp atılarak geriye kalan mahsulün temiz olması gibi zekât da mala karışmış bilinmeyen haramların temizliği için verilen bir miktardır.
Muhakkak her şeyde niyet şart olduğu gibi; zekât verenlerin de zekâtlarını güzel niyet sahipleri gibi niyet ederek vermeleri gerekir.
Zekâtın manevî faydalarına gelince;
- İnsanoğlunun, karşısındaki kötü ahlâkların büyüklerinden biri olan cimrilik ve hasetlikten kendini koruyabilmesi için zekât vermesi gerekir. Allah Zülcelâl Hazretleri zekât vermeyenler hakkında ağır ve şiddetli cezalar uygulayacağını bildirerek, hesap günü servet sahiplerini cimrilik hastalığının sebep olacağı büyük azaplardan kurtarmak için manevî bir temizliğe tâbî tutmuştur.
- Zenginlerle fakirler arasındaki buğz, kin ve düşmanlıkların aradan kalkmasının sağlanması için de zekât manevî bir temizleyicidir. İnsanlar menfaat bekledikleri tarafa karşı hürmet ve saygı gösterirler. Her iki tarafın hasetlikten kurtuluşu, fakirin içerisinde zengine karşı biriken kininin kendisini hırsızlık, yankesicilik gibi insanlığın huzurunu bozacak kötü ahlâklara sevk etmemesi için zekât manevî bir şifa verici tedavi yöntemidir.
- Zekât, zenginler aile fertleriyle birlikte her türlü nimeti yiyip içerken, fakir insanların aileleri karşısında mahcubiyetten kurtulmaları için ilâhî ihsanın bir insan vasıtasıyla onlara gönderilen bir sevgi ifadesidir. Fakir ailelerin kalbine yerleştirilen sevgi, mâlî ibadetlerin en faziletlisidir. Allah Zülcelâl’in bazı kimseleri fakir, diğerlerini zengin yapmasındaki hikmetlerden biri de; insanlar arasında sevgi, saygı ve ihsanın devamını sağlamaktır.
Günümüz dünyasına baktığınız vakit, zengin ailelerin ve dünyada kendini zengin sayanların birbirlerine karşı saygı, sevgi ve insanî duygularla baktıklarını dahi göremezsiniz.
Onun için Allah Zülcelâl zengine malının kırkta birini vermeyi emretmiştir. Bu emr-i ilâhî ile fakirlerin ihtiyaçları da bir şekilde giderilmiş olur. Eğer kırkta bir ihtiyaçlara yetmeyecek olsaydı Allah Zülcelâl zekât oranını daha yüksek olarak beyan ederdi.
Dünya bir misafirhanedir. Bütün mahlûkat Allah’ın yeryüzündeki misafiridir. Bu misafirhanede misafirlere, misafirhane sahibine itaat etmek gerekir. Bu misafirhanede misafirlere hizmet ve ikram etmek için Allah Zülcelâl bazı kimselere daha fazla ihsanda bulunmuş.
Peygamberimiz “Cemaate hizmet eden onların efendisidir.” buyurarak, insanlara, “İkram edilen olmayınız, çalışıp kazanarak ikram edenlerden olup cemiyetin efendisi olunuz.” tavsiyesinde bulunmuştur.
Allah Teâlâ’nın, Cuma Sûresi’nde buyurduğu, Habibinin âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin hikmetini de yine bu zekât emrinden anlayabilirsiniz.
Masasına ekmek koyamayan fakire bir zenginin zekât ve infak olarak beklediğinden çok daha fazla yaptığı ikramı düşünürseniz, Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.v)’nın âlemlere rahmet olarak gönderilişinin hikmetini daha güzel anlamış olursunuz.
Cuma Sûresi’nin ilk âyetinde Allah Zülcelâl; yerlerde ve göklerde ne varsa hepsinin Allah’ı tesbih ettiğini, O’nun noksan sıfatlardan berî olduğunu hal lisanı ile bizlere hatırlattığını bildirerek; kainatı düşünüp, kainatın yaratıcısını tevhid ederek şirkten arınıp, küfür ve nifaktan temizlenmeyi bizlere emretmektedir.
Cuma Sûresi’nin ikinci âyet-i celîlesinde ise şöyle buyurmaktadır:
“O Allah, ümmî bir peygamberi onlara rasûl gönderendir. Onlara Allah Teala’nın gönderdiği ayetlerini okuyarak, onları zâhiren ve bâtınen temizler. (Bâtınen ifadesi kötü ahlaklardan temizlenmeyi, zahiren ibaresi ise zekât gibi maddi ibadetlerin emrini bildirir.) Onlara kitabı ve hikmeti de öğretir. (Muhakkak ki kitap, emir ve yasakları insanlara tebliğ, hikmet ise ibadetleri yapınca, (zekâtı verince) karşılığında meydana gelecek olan faydaları bildirmesidir. Verenin mükâfatını vermeyenlerin ise cezalarını bildirmesidir.) O peygamber gelmeden önce onlar derin bir sapıklık içerisindeydiler.”
Zekât meselesini düşünecek olursak;
Müslüman olmayanların da bazılarının infakta bulunduklarını görürüz. Ama bunların yaptıkları, İslam’ın infak emri ile bağdaşmayan farklı bir yardımdır.
Çünkü onlar muhtaç ülkelerin insanlarına yardım gönderip toplumlara “Biz de insanlara yardım yapıyoruz.” demektedirler. Fakat aslında insanları kendi iradelerine mahkûm ederek köleleştirme gayretindedirler.
Günümüz dünyasının kapitalist sistemlerinin yaptıklarına hep birlikte şahit olmaktayız.
O zalimler kendi yakın komşuları açlıktan ölecek olsa bile bir menfaat görmedikleri takdirde onların tarafına bile bakmazlar.
İslam, zekât verecek olana, zekâtı öncelikle en yakınınki insana vermeyi tavsiye buyurmaktadır.
Onun için, bir insanın Mekke-i Mükerreme veya Medine-i Münevvere’de vereceği yüz kuruştan, yakınındakilere vereceği bir kuruşun daha faziletli ve faydalı olduğu bildirilmiştir.
Bu yazımızda manevî temizlikten bahsedecek vakit bulamadık. İnşaallah gelecek yazımızda manevî temizlikten bahsederiz.
Sizlere, zekât ve infakın manevî faydalarını düşünmenizi tavsiye ederim.
Selam hidayete tâbi olanların üzerine olsun.